26 Eylül 2023

SEN MECNUN DEĞİLSİN


Kalem suresi 2. ayet meali: “Rabbinin nimeti sayesinde, sen mecnun (deli) değilsin.”


Bazı inançsız insanlar, peygamberimizin akıl hastası olduğunu iddia ediyor, ‘paranoid psikoz’ gibi bazı hastalıkları ona yakıştırıyorlar. Meleklerin görünmesi, vahiy gelmesi gibi olayları da halüsinasyon (akıl hastalarının gaipten sesler duyması, hayaller görmesi) olarak yorumluyorlar.


Bu şüpheleri mantık ve psikiyatri açısından ele alalım:


1: Delilik iddiası, sadece peygamberimiz için değil, gelmiş geçmiş tüm peygamberler için, hatta bir çok evliya için de ileri sürülmüştür. Peki, çevrelerinde güvenilir, ahlaklı ve seçkin insanlar olarak tanınan bunca kişinin hepsi de 'deli' olabilir mi? Acaba daha akla yakın olanı, esas onlara deli diyenlerin dengesiz olmaları değil midir?


2: Paranoid psikoz gibi hastalıklarda, hastaların hezeyanları karmakarışık, bazen kendi içinde bile tutarsızdır ve hastadan hastaya da çok değişir. Hatta ihtisas yaptığım hastanenin eski düzensiz dönemlerinde, bazen hasta çokluğundan dolayı, toplu vizit yapar, tüm hastaları aynı salonda görürdük. Hangi hasta hezeyanını, garip fikirlerini anlatsa, diğerleri “Amma saçmaladın ha.” diye ona gülerlerdi. Ardından o gülen hastalardan birisi kendi hezeyanını anlatınca, bu sefer de diğerlerinden kahkahalar yükselirdi. Yani hiçbir hasta diğerinin hezeyanını onaylamazdı.


Bu, psikiyatrinin genel bir kuralıdır zaten. Zira hastalık hali, bir 'bozulma' olduğundan, bozulmanın hiçbir ölçüsü, düzeni ve kuralı olmaz. Hezeyanlar kişiden kişiye değişir. O yüzden de aralarında tutarlı bir ortak payda bulunmaz.


Bunun tek istisnası ‘paylaşılmış paranoya’ denilen ve çoğunlukla iki kadın arasında ya da bir kadınla bir erkek arasında, aynı hezeyanı paylaşma şeklinde seyreden bir hastalıktır. Ama bu hastalık hem çok nadir görülür, hem de iki-üç kişiden fazlasını etkilemez. Etkilenen taraf da daima kadındır. Yani bu rahatsızlığın da konumuzla hiçbir ilgisi yoktur.


Ve yine modern psikiyatrinin bile kabul ettiği bir prensip vardır ki, kültürel olarak çok sayıda kişi tarafından kabul edilen inanışlar, ne kadar garip görünürse görünsün, hezeyan olarak kabul edilmezler.


Şimdi sormak gerek: Peygamberimizde var olduğu iddia edilen akıl hastalığı, nasıl bir hastalıktır ki, farklı asırlarda, farklı ülkelerde yaşamış bunca seçkin insan, peygamberler, veliler, hepsi birden aynı şeyleri, Allah’ın varlığını, Cennet ve Cehennem’i, melekleri haber vermiş ve tüm bu esaslarda hemfikir olmuşlardır? Böyle bir akıl hastalığı var mıdır? Psikiyatriye az-çok aşina olanlar, bu iddianın saçma olduğunu bilirler.


3: Büyüklük paranoyasına yakalanmış olan bir kişi, kendisini örneğin Cumhurbaşkanı veya Amerikan büyükelçisi gibi görebilir. Arada türeyen yalancı peygamberler de zaten bu çeşit hastalardır. Ancak unutulmaması gereken bir şey var ki, “Ben Amerikan büyükelçisiyim” diyen herkesi “Delidir” diye akıl hastanesine yatırırsanız, gerçek büyükelçiyi de yanlışlıkla hastaneye kaldırabilirsiniz. O zaman hata yapmamak için, “Delilin nedir? İspat edecek bir evrakın var mı?” diye sorarsınız.


Aynen öyle de, bir insanın “Ben peygamberim.” dediğinde, delil olarak mucizelerini, evrak olarak da ona vahiy edilmiş kitabını görmek lâzımdır. Ve nitekim peygamberimiz, delillerini sunmuş, yüzlerce mucize göstermiş, kitap olarak da yine birçok yönüyle mucize olan Kur’an’ı gösterip davasını ispat etmiştir. Artık hala şüphe edenin, aklından şüphe edilir.


Yeri gelmişken, bir akıl hastanemizde yanlışlıkla hasta muamelesi gören bir vaka anlatılır, aktarmak isterim: Bir gün hastanenin acil polikliniğinde bir kadın “Ben falanca yabancı diplomatın eşiyim.” diye havalı bir şekilde, teftiş yaparcasına dolaşırken görülmüş. Hastane personeli, bozuk bir Türkçe ile konuşan, giyimi biraz garip ve tavırları da abartılı olan kadının, bir yabancı diplomat eşi olamayacağı fikriyle, ‘paranoid psikoz’ teşhisi koyup karga-tulumba hastaneye yatırmışlar. Buna tepki olarak bağırıp çağırmaları da eksitasyon (saldırganlık) olarak kabul edilmiş. Ancak birkaç gün sonra kadının gerçekten de bir yabancı büyükelçinin eşi olduğu ortaya çıkmış. Olay neredeyse diplomatik bir skandal halini alacakken, güç-bela hata anlatılıp özür dilenmiş. Keşke teşhis koymadan önce kimliğine bakıp biraz soruşturmuş olsalardı, değil mi?


4: Kaldı ki, peygamberimize elçilik görevi 40 yaşında verilmiş. Ve o yaşına dek de çevresinde ‘Muhammed-ül Emin’ lakabı ile, yani doğru, güvenilir bir insan olarak tanınmış. Halinde, tavrında hiç bir aşırılık, gariplik görülmemiş. Oysa tıbben biliyoruz ki, akıl hastalıklarının hemen hepsi, 40 yaşına dek mutlaka bir belirti verir. Zira 40 yaşında artık mizaç sabitleşir. O yaştan sonra başlayan akıl hastalığı çok nadirdir. Ancak bunamaya veya kafa travmasına bağlı olarak nadir bazı sorunlar çıkabilir. Hatta en ağır akıl hastalığı olan ve hayaller görme, sesler işitme (halüsinasyon) ve garip fikirlere saplanma (hezeyan) gibi belirtilerle seyreden şizofreni hastalığının teşhisini koymak için, bir çok bilim adamı, hastalığın 40 yaşından önce başlamış olması şartını aramaktadır.


Oysa peygamberimizin 40 yaşına kadar olan hayatında, kendisini eleştirecek tek bir noktayı, düşmanları dahi bulamamışlar. Onun için ne 'ahlaksız', ne 'yalancı', ne de 'kafası karışık' dememiş, diyememişler.


Burada bir tefsirden alıntı yapalım:


“O zâtın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir kötülüğü görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o zâtın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük eğilimi olsaydı, gençlik heyecanıyla mutlaka dışarıya yansıyacaktı. Halbuki bütün ömrünü tam bir istikametle, iffetle ve düzen içinde geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.


Ve 40 yaşına gelindiğinde, iyi olsun, kötü olsun, nasıl bir ahlâk olursa olsun, kalıcı olur, alışkanlık haline gelir, artık terk edilmesi mümkün olmaz. İşte o zatın tam 40 yaşının başında iken yaptığı o büyük devrimi âleme kabul ettirip onaylatan ve herkesi onun etrafına toplayan en önemli faktör, onun öteden beri herkesçe bilinen doğruluğu ve güvenilirliği olmuştur. Ve bu özelliği, peygamberlik davasına büyük bir delil hükmüne geçmiştir.”


Bütün bunlardan sonra, “Peygamberimize deli diyen, esas kendi delidir.” denilse, yeridir bence.


14 Eylül 2023

HAYATI ERTELEMEYİN


Tıp Fakültesi 2. sınıftaydım. Bir gün hocalarımızdan biri "Çocuklar" dedi, "ileride hangileriniz başarılı, hangileriniz başarısız olacak, söyleyeyim mi?" Pür dikkat dinlemeye başladık. "Ön sıralardakiler yorulacaklar" dedi. "Abartıyorlar çünkü. Eminim çoğu ders dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyordur. Arkadakilerin ise zaten niyeti yok, belli. Başarılı olacak olanlar orta sıradakiler. Onlar gereğince çalışıyor, hobilerine de zaman ayırıyor ve dengeli gidiyorlar, belli ki. Dikkat edin, ileride en başarılı, onlar olacak. ‘Hocamız demişti’ dersiniz."


Etrafımıza bakındık. Arka sıradakiler işi kafamıza yattı. Orta sıradakiler konusunda da haklı olabilirdi hoca. Ama ön sıradaki arkadaşlarla ilgili kehanetini çok garipsemiştik. Hocanın ağzına düşecek gibi dersi izleyen o çalışkan arkadaşlar mı ileride döküleceklerdi? Garip.


Ama zaman gerçekten de hocamızı haklı çıkardı. İlerleyen yıllarda arkadaş sohbetlerimizde "Osman zar-zor filan ihtisası mı kazanabilmiş ancak? Nasıl olur? Notları çok iyiydi." ya da "Muzaffer bir yere girememiş mi? Ama o çok hırslı ve çalışkandı." gibi konuşmalar çok oldu. Ama orta sıralardaki arkadaşlar genellikle hem hayatlarını dengeli ve çok yönlü yaşadılar, hem de yeterli bir tempoyla meslekî hedeflerine de ulaştılar.


Bu hatıramı birçok aile görüşmesinde anlatmışımdır. Son örneği de hayli klasik bir vakaydı. Bir aile, çocuklarının notları biraz düşünce, bekledikleri çalışma temposunu da görmeyince bana gelmişlerdi. Beklentileri, benim ilaç veya telkinle çocuklarını toparlamam, derslere yoğunlaşmasını sağlamam, ailenin hedeflediği başarıların gerçekleşmesine yardım etmemdi. Oysa delikanlıda bir anormallik görünmüyordu. Derslerin yanında biraz gezmek, arkadaş edinmek, hobileriyle ilgilenmek istiyordu o kadar. Anne-baba ise 'oğlumuz okuyup büyük adam olsun' diye sıkıştırıyorlardı çocuğu ve sürtüşme başlıyordu.


"Çok zorlamayın bence çocuğunuzu" dedim, "sadece okul başarısına ve sınavlara endeksli olarak yaşamak, okuldan kursa, kurstan özel hocaya koşturmak, hiçbir özel ilgi geliştirmeden sadece ders çalışmak, insanı yıpratır. Ya ileride yorulup bıkar, ya da bu şekilde çalışmak insan yaratılışına da uygun olmadığından verimsiz olur."


"Yaratılış deyince" diye devam ettim, "biliyorsunuz, beyin iki yarımküreden oluşur. Sol yarımküre daha çok mantık merkezli, somut konularda uzmanlaşmıştır, sağ yarımküre ise daha soyut, estetik ve duygusal faaliyetlerde. Sadece bir yarımküreyi çalıştırmak, diğerini ihmal etmek, dengeyi bozar, verimi düşürür. Tek kanatlı bir kuş (sağlam kanadı ne kadar güçlü olursa olsun) uçamaz, bilirsiniz.


Zaten insan vücudu da sadece beyinden ibaret değil ki. Sadece beyini çalıştırıp vücudu ihmal etmek de bir başka dengesizlik. Bu yaşta bir gencin gezip spor yaparak enerjisini boşaltmaya ve vücudunu çalıştırmaya da ihtiyacı var. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur, malum.


Ve hatta insan sadece vücuttan ibaret de değil. Ruh ve vicdan gibi manevi yönleri ihmal etmek de başka türlü bir dengesizlik değil mi? Sağlıklı ve mutlu bir insan olabilmek için, aklı dersle çalıştırmanın yanında soyut ve kültürel yönlerde de geliştirmek, bedeni sporla, ruhu manevi gıdalarla beslemek de gerekir. Bırakın çocuğunuz ders dışı faaliyetlerde de bulunsun. Sosyal guruplara girsin, spor yapsın, zihnini açacak kitaplar okusun. Derslere de gereğince vakit ayırır, zamanı geldiğinde de kendine uygun bir meslek sahibi de olur. Bu çok daha sağlıklı bir yol olmaz mı?"


Baba itiraz etti: "O dediklerinizi, sporu, sosyalleşmeyi ileride de yapabilir. Ama bu yıllar eğitimi açısından çok önemli. Ağaç yaşken eğilir. Şimdilik sadece derslerine yoğunlaşsa daha iyi olmaz mı?"


"Bu yıllarda kültürel ve sosyal yönlerini ihmal eden bir gencin, o konularda giderek köreleceğini de düşünmeniz lazım." dedim. "Ağaç yaşken eğilir sözüne katılıyorum ama, başka açıdan. Bu yıllarda dengeli yaşamayı öğrenmemiş, tüm ilgilerini ertelemiş bir genç, meslek sahibi olduktan sonra nasıl doyurucu bir hayat yaşayabilir ki? Olsa olsa 'işkolik' bir insan olur. Bunun örneklerini çok gördüm.


Hem ne zamana kadar erteleyecek ki? Koşturmaca hiç bitmez, bilirsiniz. Hep çok önemli bir şeyler vardır önümüzde. "Aman lise önemli. Aman üniversite bitsin. Biraz da doktora bitene kadar sabır." diye diye ne zaman insan gibi yaşamaya fırsat kalacak sizce? Bakın, ben üniversite sınavına gireceğim yıl yaptığım kadar, başka hiç bir yıl spor yapmamıştım. Belli bir düzenle günde 3-4 saat çalışır, sonra futbol oynar, arkadaşlarımla gezer, ders dışı kitaplar okurdum. Sınavda da gayet başarılı oldum."


Anne müdahale etti: "Efendim, siz zeki imişsiniz."


"Efendim, eğer sizin çocuğunuz zeki değilse, zaten o idealinizdeki okulları ite-kaka kazansa bile bitiremez ki. Mühendisliğe girip okuldan atılsa mı daha iyi, işletmeye girip meslek sahibi olsa mı daha iyi?"


"Mühendisliğe girip bitirse daha iyi olmaz mı?"


"Keşke öyle olsa. Ama bu acaba çocuğunuzun kaldırabileceği bir yük mü, düşünmek lazım. Hem bu uğurda her şeyi terk etmesine, kendini ölesiye zorlamasına değer mi?


Bir de şöyle sorayım, çocuğunuzun (tabirimi hoş görün) çatlak bir profesör olmasını mı istersiniz, yoksa sağlıklı ve mutlu bir teknisyen mi? Ben ders çalışmaktan başka hiç bir şey bilmeyen, koca kitapları ezberleyen bazı arkadaşlarımın, Tıp Fakültesi maceralarının Psikiyatri servisinde bittiğini bizzat gördüm."


Tavırları pek değişmemişti anne-babanın. Ama delikanlının gözlerinin içi gülüyordu. 'Ölü Ozanlar Derneği' filminin* yerli versiyonuydu bu sahneler ve kim bilir daha kaç evde gösterimdeydi.


"Bir örnek daha anlatayım" dedim. "Tıp Fakültesinde iken bazen 'bu ara derslere yoğunlaşayım, diğer ilgilerim, okumalarım az beklesin' dediğimde, ilginçtir ki sınavlarım kötü geçmeye başlardı. Derslerin yanı sıra o ilgilerime de zaman ayırdığımda ise zihnim çok daha iyi işler, notlarım yükselirdi. Bunu o kadar çok yaşadım ki. Bu bir tesadüf değil üstelik; bilimsel açıklaması da var."


"Neymiş?" dedi baba.


"Tarihteki büyük keşiflerin çoğu aktif düşünme esnasında değil, dinlenme esnasında olmuştur bilirsiniz. Arşimet hamamda, Newton ise elma ağacının altında uzanırken fark etmişlerdir çözümü. Bu rastlantı mu sizce? Değil. Zira gösterilmiştir ki, beyin, aktif okuma esnasında aldığı bilgileri, dinlenirken veya başka şeylerle meşgul olurken sentez eder. Hafıza ve bilgi depoları o dinlenme anlarında düzenlenir esas. Bu işlemin yapıldığı önemli bir zaman da uykudur. Uykunun REM fazı dediğimiz kısmı, alınan ham bilgilerin sentez edildiği, hatta bazı problemlerin çözüldüğü dönemdir. Nitekim tarihte bir çok keşif ve icat da rüyalar yardımıyla gerçekleşmiştir. O yüzden sınav dönemlerinde uykusuz kalmak çok zararlıdır."


"Canım, uyumasın demiyoruz tabii. Ama derslerine yoğunlaşsa şimdilik."


Anne fikrini değiştirmeye niyetli değildi, belliydi bu. Kim bilir nasıl saplantıları vardı? Çocuğunun doktor olmasını "yaşlandığımda beni tedavi eder" diye isteyenleri çok gördüğümden, tahmin edemiyordum. Belki de Fatma hanım'ın çocuğundan daha başarılı olursa ona hava atmak istiyordu, kim bilir?


"Çok sorarım, size de sorayım. Çocuğunuz okuldan döndüğünde 'Dersler nasıl geçti, deneme sınavında kaç aldın?' sorularının yanında 'Günün nasıl geçti, arkadaşlarınla aran nasıl?' gibi insani sorular da soruyor musunuz? Aksine, çoğumuz çocuklarımızı sanki okula giden bir bilgi işlem makinesi gibi görüyoruz; etiyle, kemiğiyle, duygularıyla bir insan gibi değil. İlgilendiğimiz tek şey notları. Bir sıkıntısı var mı, arkadaşlarıyla arası nasıl, hayatından memnun mu, pek düşünmüyoruz."


Baba belli belirsiz başını salladı. Bir fabrikada işçiydi. Değme mühendisler kadar kazanıyordu ama belki de okumuşlara karşı bir ezikliği vardı. Çocuğu okuyunca kendi okumuşçasına gurur duyacaktı muhtemelen. Ama mesela ergenlik döneminde oğluyla baş başa bir kez bile 'erkek olma' üzerine konuşmamıştı. Delikanlı söylemişti bunu az önce. "Babamın istediği okulu kazanıp onu mutlu etmeyi çok istiyorum ama, o benim mutluluğumu düşünmüyor sanki. Bana hayallerimi sormuyor bile." diye de eklemişti.


Devam ettim: "Bir yakınım, ABD'ye taşınıp ortaöğretimdeki çocuğunun eğitimini de orada devam ettirmeye karar vermişti. Geçiş için işlemlere başladığında hayretle gördü ki, bizim ilk ve orta öğretim müfredatımız onlarınkinden çok daha yoğun. Amerikalı öğrencilerin 7. veya 8. sınıfta hem de kısaca gördükleri dersleri bizim çocuklar daha 6. sınıfta en ayrıntılı biçimde okuyorlar. Peki öyleyse neden biz onlar kadar başarılı ilim adamları yetiştiremiyoruz? Diğer faktörler bir yana, bunda çocukların beyinlerini küçük yaşlarda gereksiz bilgilerle meşgul etmemizin payı yok mu sizce?


Yabancılardan bahsedince aklıma geldi, ben internette gezerken tanıştığım yabancıların ek ilgi alanları beni hep şaşırtmıştır. Geçenlerde bir Fransız ile tanıştım. Adam avukattı, üstüne amatör yelkencilik yapıyor, ayrıca bir yardım kurumunda part-time çalışıyordu. Sizce sadece avukatlığa yoğunlaşsa daha mı verimli ve mutlu olurdu dersiniz?"  


Baba hafifçe başını salladı. Anne ise "Size katılmıyorum." dedi. Kendi hedefine kilitlenmişti, belli ki. Biraz sinirlenmiştim açıkçası. Çocuğuna şefkatini yanlış şekilde kullanan, onu koruma niyetiyle bilmeden ona zarar veren bir anne vardı karşımda. Köprüleri atıp son noktayı koydum: "Pardon ama, siz oğlunuzun mutlu, sağlıklı, dengeli bir insan olmasını mı istiyorsunuz, yoksa her ne pahasına olursa olsun hayalinizdeki başarıyı elde etmesini mi? Eğer ikinciyi istiyorsanız, size yardım edemem."


İpler koptu, anne sinirlendi, babanın da yüzü asıldı. "Teşekkür ederiz doktor bey, rahatsız ettik." deyip çıktılar. Delikanlı odadan çıkarken dönüp bana baktı. Göz kırptım. Gülümsedi. Mesaj yerine varmıştı.


*İzlememiş olanlar için not: 'Ölü Ozanlar Derneği' filmi, seçkin bir kolejde geçer. Klasik, çok disiplinli, baskıcı bir okuldur. Öğrenciler sadece Harward'a hazırlanmaktadır, hayata değil. Bir gün bu okula sıra dışı bir edebiyat öğretmeni gelir. Amacı, kalıpları kırmak, öğrencilerine farklı bakış açıları kazandırmak, sürünün bir parçası değil, kendileri olmalarını sağlamak ve geleceğe çalışırken bugünü de yaşamayı öğretmektir. Sloganı ise 'günü yakala'dır.


Gençler ilk anda yadırgarlar bu alışılmadık tarzı. Ama giderek bu insani davet onları çekmeye başlar. Yeni ufuklar keşfederler kendi alemlerinde. Tabii direnenler de vardır bu değişime. Okul yönetiminden, işbirlikçi öğrencilerden ve tutucu ailelerden tepkiler gelir. "Biz çocuğumuzu şiir okusun, tiyatro yapsın, felsefeye dalsın diye değil, sınavları geçip başarılı bir hukukçu olsun diye gönderiyoruz okula."


Bu çelişkiler ve çekişmeler, sonuçta bir gencin intiharına yol açar ve öğretmen bundan sorumlu tutulup okuldan uzaklaştırılır. Ayrılık günü öğrenciler hocalarına, gayretlerinin boşa gitmediğini gösteren bir jest yaparlar. Onu, ondan öğrendikleri simgesel bir davranışla uğurlarlar: O esnada sınıfta olan müdürün tepki ve tehditlerine rağmen, sıraların üzerine çıkarlar veda anında. Artık dünyaya ve hayata başka bir açıdan da bakabildiklerini göstermek için.


BİRİSİ SENİNLE HİDAYETE GELSE


"Allah'ın bir kişiyi senin aracılığınla hidayete getirmesi, senin için Güneş'in üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır."

Hz. Muhammed (asm)


*


NEDEN TEBLİĞ?


Önce İslam'ın 5 şartını hatırlayalım: Namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i şehadet.


İlginç olan, ilk dört şart açık ve aktif bir gayret içerirken, sonuncu şart sanki bir cümleyi dille söylemekten ibaret gibi görünüyor. Acaba öyle mi? Dikkat ederseniz burada 'şehadet' yani 'şahit olmak'tan bahsediliyor. Peki insan neye şahit olabilir? Sadece gerçekten bildiği ve emin olduğu şeye. Demek ki iman hakikatlerini hakkıyla ve sindirerek öğrenmemiz gerekiyor; doğruluklarına şahit olabilecek düzeyde yani. Artı, şehadet kelimesinin açıkça söylenmesi de şarttır, malum. Yani bildiklerimizi kendimize saklamayıp ilan etmeliyiz. 


Sonuç: Kelime-i şehadet getirme şartı, iman hakikatlerini öğrenip, başkalarına anlatmayı da içeriyor diyebiliriz. Yani tebliğ aslında İslam'ın bir şartı gibidir desek, yanlış olmaz.


Zaten Allah dileseydi, herkese ayrı ayrı da indirebilirdi Kur'an'ı. Ama bir kişinin elçi seçilip ona indirilmesi, diğer insanların da o şahıs aracılığı ile davet edilmeleri, tebliğin ne denli temel bir görev olduğunu gösteriyor. Son peygamber ise görevini yapıp sonsuz âleme gitmiş olduğuna göre, o görev artık bizim omuzlarımızda değil midir? Topu başkasına atmayalım. Hele hele gerçeklerin iyice perdelendiği, gafletin hâkim olduğu bu zamanda, her bir mümin, Allah'ın adını yüceltmekle görevlidir.


Hem bugün bildiğiniz şeyleri siz de bir tebliğ sayesinde öğrenmediniz mi? İster bir sohbet, ister bir kitap, isterse de hâl diliyle yapılan bir tebliğ olsun. Yoksa rüya ile mi hidayete erdiniz? Size yapılan iyiliği siz de başkalarından esirgemeyin.


Duha suresinde geçtiği gibi: "Yolunu şaşırmışken seni hidayete erdirmedik mi? Öyleyse soranı geri çevirme." (Not: Ayetteki 'sail' kelimesi arapçada 'dilenci' anlamına geldiği gibi 'soran' anlamını da içerir.)


DOSTÇA VE ŞEFKATLE YAKLAŞMAK


Aslında tebliğ, insanın yaratılışında var olan hemcinslerine şefkatin doğal bir sonucudur. "Bizi bu dünyaya kim ve neden getirdi? Şu muhteşem evrenin sırrı nedir? Burada ne yapmamız bekleniyor?" gibi, her insan için hayati önem taşıyan soruların cevabını bulmuş olan birisi, tabii ki bulduğu cevapları diğer insanlarla paylaşmak isteyecektir. Sizin aç ve muhtaç kalbinize gıda, beyninizi kıvrandıran sorulara cevap, manevî hastalıklarınıza şifa olan gerçekleri öğrendiyseniz, manen aç, şaşkın ve hasta olan insan kardeşlerinize bunları aktarmak istersiniz, değil mi?


İşte bu insanî şefkatin doruklarındaki bazı kişiler, birkaç kişinin imanını kurtarmak için Cehennem'e girmeye razı olduklarını bile söylemişler. Biz Cehennem'e değil, biraz zahmete girsek yeter.


İHTİYACINI HİSSEDENE ANLATMAK


Duha suresindeki "Soranı geri çevirme." emrinde gizli olan, Abese suresinde ise epey açıklanan bir kural vardır. Bazı tefsirlerde de "Biz müşterileri aramayız, müşteriler yalvarmalı." şeklinde vurgulanır bu kural. Yani karşınızdaki kişi en azından gerçekleri dinlemeye istekli olmalıdır. Zaten bir insan istekli ve hazır değilken yapılan tebliğ, su üstüne yazı yazmak gibi olur.


Düşünün, yemek iştahı olmayan ya da midesi rahatsız birisine zorla yemek yedirmek, nasıl bir eziyettir. Midesi bulanır, güzelim yemekler ona iğrenç görünür. Aynı bunun gibi, iman hakikatlerini, ihtiyacını hissetmeyen kişilere anlatmak da, öyle ters teper. Kıymeti de bilinmez zaten.


Hele karşınızdaki kişi, anlattıklarınızı önemsemezken, siz alttan alıp yalvarırcasına ısrar ederseniz, meşhur bir benzetmeyle 'öküzün boynuna gerdanlık takmak' gibi olur.


Kendi geçmişimde, ben hazır ve hevesli değilken yapılan davet ve tavsiyelerin bir kulağımdan girip diğerinden çıktığını bizzat yaşadığım gibi, ihtiyacımı hissedip aradığımda, karşı tarafın nazlanmasına karşın zorlaya zorlaya aradığımı bulmuştum.


O yüzden, "İhtiyacını hisseden, arar ve sorar zaten. Biz saklamayalım ve susmayalım yeter." diyorum.


YA DA EN ÇOK SALDIRANA ANLATMAK


Az öncekinin tam zıddı gibi görünen bir ipucu daha vardır. O da en çok itiraz eden kişiye anlatmaktır. Zira müşteri olan, ilişir, itiraz eder. Müşteri olmayan ise ilgisiz kalır. Anlattığınız konuları umursamayan, sizi yarım kulakla dinleyip 'tabi tabi, benim dedem de hacıydı zaten' diyen birisi yerine, söylediklerinize heyecanla itiraz eden, ilgili-ilgisiz yerlerde konuyu dine getirip laf çarpan birisi, tebliğe daha muhtaç ve hazır demektir.


Böylelerin tavrı şu anlama gelir aslında: "Bu konular kafamı kurcalıyor. Hatta arada inanasım da geliyor. Ama çelişki yaşıyorum. Şimdiki yolumun doğru olduğunu ispat etmeye ihtiyacım var." Yani böyleleri, o yerli-yersiz saldırılarıyla, içlerindeki sorulara karşı kendilerini ikna etmeye çalışmaktadırlar. Ama bir kez de kabul ettiler mi, tam yapışırlar. Hz. Ömer'in (ra) 'imana beş kala' tam tersi bir çizgide militanlaşmış olması rastlantı değildi.


ÖRNEK VE BENZETMELERLE ANLATMAK


Bu bahsin devamı olarak, akla yakınlaştırmanın en pratik bir yolu, örnek ve benzetmeler kullanmaktır. Akıl, ilk anda kavranması zor olan yüksek ve derin gerçekleri, benzetme ve örneklerle çok daha kolay anlar. O yüzden Kur'an'ın çok sık başvurduğu bir yoldur bu. "Onların örneği şuna benzer..." diye başlar birçok ayet. Ve Peygamberimiz (asm) başta olarak, Mevlânâ, Sadi-i Şirazi, Bediüzzaman gibi birçok dini rehber de, tavsiyelerinin çoğunu örnek hikayelerle anlatmışlardır. Zaten günümüzde hızlı öğrenme ve hafızayı güçlendirme üzerine geliştirilen yöntemlerin çoğu, benzetme, hayal etme ve hikaye oluşturma üzerinedir.


Ve dinî sohbetlerde, soyut kavramlar üzerine kurulan uzun cümleleri dinlerken uyuklayan kişilerin, "Şimdi şu temsilî hikayeyi dinle." ifadeleri ile uyandığını siz de görmüşsünüzdür. Bu kolaylıktan faydalanmak gerek.


ÖNCE KENDİNDEN BAŞLAMAK


Dinleyeni esas uyandıran ise, anlatanın uyanık olmasıdır. Yani anlattığı gerçekleri kendi âleminde yaşamış, yaşadığını anlatan bir kişinin sözleri, sihir gibi etki eder. Sadece dilden çıkan kuru bir söz, ancak kulağa girer. Ama kalbin derinliklerinden kaynayan bir söz, tâ kalbe kadar işler. Bunun için de önce kendi nefsini ikna etmek gerektir.


Bilirsiniz, ilk inen sure "Oku!" diye emreder. Dördüncü inen surede ise "Kalk ve uyar." emri verilir. Ve bu iki surenin inişleri arasında üç yıl geçmiştir. Bu da gösterir ki, önce okumak, kendisi için okumak, nefsini tedavi etmek, ancak ondan sonra başkalarına yönelmek lâzımdır. Zaten nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Kendisi hasta olan, başkasını tedavi edemez. Hatta bazen nasihati damara dokunur, ters teper. Hazmedilmeyen bilgi, başkalarına anlatılmamalıdır.


Peki ama kim çıkıp da, "Ben nefsimi ıslah ettim. tamamdır." diyebilir ki? O zaman hiç mi tebliğ yapmayacağız? Bu açmazın çözümü şudur: Hazmettiğiniz kadarını anlatın, geçebildiğiniz aşamaları paylaşın. Örneğin siz Allah'ın varlığı, ahiretin geleceği konularında ikna olmuşsanız, ama namazı düzgün kılamıyorsanız, başkalarına da Allah'ı ve ahireti anlatın, namazı değil. Böylece, hadiste de geçtiği gibi, başka yönlerden günahkâr bile olsanız, bu dine hizmet edebilirsiniz.


KARŞIDAKİNİN SEVİYESİNE GÖRE ANLATMAK


Ata et, aslana ot atılmaz. Bir insana şifa olan bir ilaç, diğer insana zehir olabilir. Herkese anlayışına, kişiliğine ve seviyesine göre anlatmak gerekir. Ve buna, sadece seçilecek konu değil, anlatım şekli ve kullanılan dil yönünden de dikkat etmek şarttır.


'Yanıt'tan başka karşılık bilmeyen bir gence, 'elcevap' diye başlayan Osmanlıca cümleleri açıklamadan okumak, mantıklı değildir. 'Küçüklere küçük sözler' diye bir usul var. İnsanlara akıllarına göre hitap etmek, peygamberimizin sık yaptığı bir tavsiyedir.


TEKRAR ETMEK, BAZEN DE SUSMAK


Tebliğin bir gereği de tekrarlamaktır. Öğrenmenin temeli tekrardır zaten. Tekrar edildikçe fikirler zihinde yerleşir. O yüzden bir-iki girişimle sonuç elde etmeyince pes etmemek, gayretle devam etmek lazımdır. 


Üstelik sizin bir fikrinizi anlattığınız arkadaşınız, eğer o konuyu bir daha açmazsanız, fikrinizden vazgeçtiğinizi bile düşünebilir. Yakınlarımdan biri, ara ara ama sürekli tavsiye ettiğim bir külliyatı, yıllar sonra ciddi biçimde incelemeye karar vermiş ve çok beğenip istifade de etmişti. Sebebini de şöyle anlatmıştı bana: "Senin gibi sürekli yeni fikirler arayan birisi, bu eserlerde bu kadar sebat etmişse, bir sebebi vardır diye düşündüm."


Ama yeri gelince susmayı bilmek de lazımdır. Özellikle de gururlu, aktif ve bencil kişilerin, başbaşa sohbetlerde karşısındakinin söylediklerini kabul etmekte zorlandıkları çok görülür. Böyle kişilerin zihnine bir tohum atıp, birkaç kez de suladıktan sonra, çimlenmesi için bir süre kendi haline bırakmak en uygunudur. Sizinle konuşurken kabul etmediği fikirler, yalnız kaldığında vicdanında yer edebilir zamanla. Yani bazen susmak, karşıdakini insafa getirip kabulü kolaylaştırır.


Zaten tebliği bir tür terapiye benzetirsek, bir hafta boyunca her gün yapılan terapi yerine, haftada bir gün, yedi hafta süreyle yapılan terapi daha etkilidir. Zira aradaki boşluklarda, edinilen yeni fikirlerin sindirilme şansı olur. Bir insanın hayat görüşünü bir haftada kökünden değiştirmesini beklemek, aşırı bir iyimserliktir. Bırakın hazmetsin biraz.


İNSANLARI ZORLAMAMAK


80'li yıllarda arkadaşlarla kurduğumuz hayalleri hatırlarım: "Hipnozla, telkinle vs. öyle anlatalım ki, kimse reddedemesin." Oysa bizim görevimiz kabul ettirmek değil, sadece güzelce bildirmekten ibarettir. Yani 'akla kapı açmak, ama seçme hakkını elinden almamak.'


Zaten Allah isteseydi, gökyüzüne yıldızlarla "Lâ ilâhe illallah" yazar, ya da tüm insanları rüyalarla doğru yola iletirdi. Oysa iman, kişinin seçme gücüyledir. Tâ ki ona lâyık olanlar kabul etsin, kömürle elmas birbirinden ayrılsın. Hem Cennet ucuz değildir, ciddi bir bedel ister. O yüzden illa sonuç almak için karşıdakini sıkboğaz etmek anlamsızdır.


Nitekim nice peygamberler gelmiştir ki, mucizeler bile gösterdikleri halde, birkaç kişiden başka takipçileri olmamıştır. Ayette de "Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah'tır ki dilediğine hidayet eder." buyurulmuyor mu? Öyleyse bize ne oluyor? Görevimizi güzelce yapalım, sonucu Allah'a bırakalım.


Gâşiye suresinden: "Hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısın; zorlayıcı değil."


KOLAY BİR YÖNTEM


Az önceki âyetin tersine giden, yakaladıkları insanların ağzından girip burnundan çıkan, zorlayıp sıkboğaz eden arkadaşlarım oldu. Samimiyetlerine diyeceğim yok. Bazı başarıları da o samimiyet sayesinde olurdu zaten. Oysa tebliği zorlama bir tarza çevirmemek, gündelik hayata sinmiş, doğal bir şekilde yapmak çok kolaydır.


Zaten sıradan sohbetlerde hiç renk vermeyen, örneğin "Neden içki içmiyorsun?" sorusunu "Mideme dokunuyor." diye cevaplayan, ama tenhalarda yakaladığı kişilere fısır fısır bir şeyler anlatmaya çalışanlar, en azından şu havayı vermiş olurlar: "Bu inanç, normal hayata pek uymuyor herhalde. Ya da davasından tam emin değil." 


Oysa gündelik sohbetlerde doğru konuşmayı başarsak, nice fırsatlar çıkar karşımıza. Örneğin "İşler kesat." diyen bir esnafa, "Haklısın. Hâlâ kriz sürüyor, fiyatlar da fırladı. Ne olacak bu memleketin hâli?" demek yerine, "Ben şikayetçi değilim. Zaten burası sınav dünyası. İyisiyle-kötüsüyle geçip gidiyor. Esas ahirette ne yapacağız, onu merak ediyorum." demek daha güzel olmaz mı? Belki o da sizden böyle bir cevap bekliyordur.


KİŞİSEL HİSLERİ İŞE KARIŞTIRMAMAK


Tebliğ, adı üstünde, bildirmektir, tartışmak değil. Herhangi bir konuyu konuşurken, karşınızdaki kişi sizinle tartışma havasına girerse, aman dikkat, damarına basmayın. Zira tartışma, kişinin hislerini devreye sokar. Kendi fikrini sonuna dek savunmasına ve gerçeği görse de reddetmesine yol açar. Zaten nefsânî hisler devreye girince akıl tatile çıkar.


Tıbbın birinci kuralıdır: "Fayda veremiyorsan bile, en azından zarar verme." Zıtlaşarak, damara dokundurarak, kişisel sürtüşmeler yüzünden kaçırılan o kadar çok kişi tanıdım ki...


Böyle gergin durumlarda şu kuralı hatırlamalısınız: "Eğer kişi, bir konunun tartışmasında, kendi sözünün haklı çıkmasını ister, haklı çıktığında sevinir, karşısındakinin haksız ve yanlış çıkmasına memnun olursa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o tartışmada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Hatta gurura kapılıp zarar bile edebilir. Eğer hak karşısındakinin elinde çıksa, bir zararı yok. Hem de bilmediği bir meseleyi öğrenip faydalanmış olur. Nefsin gururundan da kurtulur. Demek ki, insaflı ve hakkı arayan kişi, hakkın hatırı için nefsinin hatırını kırar. Karşısındakinin elinde hakkı görse, rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur."


Bunun da ışığında, ben şu tarzda anlatmayı öneririm: "Ben Allah’a inanıyorum, çünkü şu şu gerçekleri görüyorum. Bu böyleyse, böyle böyle olması gerekmez mi? Benim delillerim bunlar. Şimdi bu verileri sen nasıl yorumlarsın, söyle."


Nitekim Hz. Peygamberin (asm) Medine’ye tebliğ için gönderdiği Musab bin Umeyr’in, önemli bir kabile reisine karşı kullandığı üslup da aynen bu şekilde olmuştu. ‘İçlerindeki zayıfları kandırdığı’ suçlamasıyla yanına gelen lidere, "Ben insanlara anlatırım. Onlar da doğruysa kabul eder, yanlışsa reddederler. İstersen sen de otur, dinle. Doğruysa kabul eder, yanlışsa reddedersin." der. Sonuçta bir saat bile geçmeden kabile reisi imana gelir.


ÖNCE KALBİ İMANA TARAFTAR ETMEK


Şeytan da Allah’ı bilirdi. Ama gururu onu isyana ve küfre sürükledi. Oradaki aldatıcı, nefsânî lezzet onu kandırdı. Çoğu insan da böyledir. Aslında bir harf bile kendi kendine olamazken, bu muhteşem kâinatın bir yaratıcısız olamayacağını, zerre kadar aklı olan her insan bal gibi anlar. Ama bu imanı izleyen itaat, kulluk, keyfince hareketi bırakmak gibi şeyler, bazılarına güç gelir. Ve iman etmemek için inat ederler. Hayatın lezzetini inkârda zannederler. Kendi keyfince yaşayıp, bir yaratıcıyı yok saymakla mutlu olacaklarını sanırlar. O yüzden böylelerine iman esaslarını anlatmadan önce, imanın bu dünyada dahi gerçek mutluluğu kazandırdığını ispat etmek gerekir. Böylece kişi "Keşke Allah olmasa." demekten, "Keşke Allah olsa." deme noktasına gelince, iman etmesi çok daha kolay olur.


Gençliğimde fakültedeki bazı inançsız arkadaşlarımı, tecrübeli abilerimin yanına götürdüğümde, kişi tamamen ateist bile olsa, önce "İman hem nurdur, hem kuvvettir." diye başlayan bahisleri okurlardı. Bunu çok garipserdim. "Adam daha inanmıyor bile. Oysa abimiz ona imanın güzelliklerini anlatıyor." derdim. Ama elde ettikleri sonuçlar beni daha da şaşırtırdı. Zira kalbi imana taraftar etmek, aklın kabul etmesini kolaylaştırır.


DELİL İDDİADAN AÇIK OLMALI


İman hakikatlerinin isbatını, gözle görülen, herkesçe bilinen örneklerden hareketle yapmak lâzımdır. Kâinatın öteki ucundan getirilen delillerle bu değirmen dönmez.


Vaktiyle bir cami hocasının vaazını dinlemiştim. Ahireti şöyle isbat ediyordu: 


Yapılan araştırmalar göstermiş ki, kalbi duran (yani bir anlamda ölen) ama sonra tıbbî müdahale ile geri getirilen hastalar, hemen daima o süre içinde

1: tüm hayatlarını sinema şeridi gibi görmüşler,

2: sonunda da ya huzur veren bir ışığa ya da korkutucu karanlıklara doğru gitmişler.

(Bu tecrübeye ‘near-death experience’ deniliyor ve bu konuya değinen ‘Flatliners’ isimli bir film de yapılmıştı.)


Vaiz bunu, öldükten sonra Cennet ya da Cehennem’e gidileceğinin ispatı için aktarıyordu.


Bir anlamda haklıydı da. Ama faraza o örnekle ahirete imanını kurtaran bir kişi, sürekli hatırlanması da zor olan bu delili aklında tutabilirse imanını koruyabilirdi ancak. Bu örneği unuttuğu zaman "Sahi, ben ahirete neden inanıyordum? Bir araştırma vardı ama neydi?" diyecekti. 


Oysa mantıkça, delil iddiadan daha açık olmalıdır. İman esaslarını isbat etmenin en doğru yolu, gözümüzle gördüğümüz şeylerden hareketle görülmeyeni isbat etmektir. Kur’an da böyle yapar zaten. Allah’ın varlığına, birliğine ve ahirete delil olarak, dağları, ağaçları, hayvanları örnek gösterir. Böylece verilen örnekler hem kolay kabul edilir, hem de her an hatırlanıp kullanılabilir.


ADIM ADIM İLERLEMEK


Bir binanın önce temeli yapılır; perdeleri değil. Tebliğde de temel esaslardan başlamak, sonra adım adım ilerlemek şarttır. "Allah var, değil mi? Haydi namaza başla." demek, çoğu zaman karşınızdakini kaçırır. 


Nitekim Kur’an’ın inişinde de bir sıranın izlendiğini görürüz. Örneğin ilk vahyin inişinden beş vakit namazın farz kılınmasına kadar on iki yıl geçmiştir. Bu süre içinde insanlara önce Allah anlatılmış, sevdirilmiş, sonra diğer iman esasları yerleştirilmiştir. Ardından insanlar "Tamam, biz Allah’a iman ettik ve onu sevdik. Peki kendimizi ona sevdirmek için ne yapacağız?" demeye başlayınca, ibadetler farz kılınmıştır. En son aşamada da sosyal hayata dair kurallar gelmiştir.


Zaten örneğin kadere imanın anlaşılması bile, önce Allah’ı hakkıyla bilmeye bağlıdır. Allah’ın 'zamanın dışında, ezelî ve ebedî, ilmi her şeyi kuşatan' sıfatlarını tam bilmeyen birisine kaderi anlatamazsınız. O yüzden, siz sırayı bozmayın.


Tabiî karşınızdakinin size sırayı bozdurması ihtimali de vardır. Siz Allah’ı anlatırken, "Peki kutuplarda nasıl namaz kılınır?" diyebilir. Hata edip, ana konudan sapıp o soruyu cevaplamaya kalkarsanız, bu kez de "Çok evliliğe ne diyorsun?" sorusu gelir. Ve bu sorular da hiç bitmez. Zira çoğu vesvesenin sebebi, temelin zayıf olmasıdır. Temeli sağlam tutmamışsanız, ayrıntılara dair verdiğiniz açıklamalar da kabul edilmez.


O yüzden, davet edilseniz bile siz minder dışına çıkmayın. "Onlara da geleceğiz; ama sırayla gidelim." deyin.


VE "BİRİNCİ SÖZ"


Bahsettiğim kuralların en önemlilerini bulabileceğiniz bir yazıdan bahsedeceğim. Risale-i Nur Külliyatının merkezi olan Birinci Söz risalesinden; hatta onun giriş kısmından. Dikkatle okuyunca görürüz ki, tebliğde izlenmesi gereken yolun hemen tüm prensipleri, o kısacık bahiste gizlidir. Beraberce göz gezdirelim: 


1. "Ey kardeş!":

Dostça ve şefkatle yaklaşmak.


2. "Benden birkaç nasihat istedin.":

Karşıdaki kişinin istekli olması.


3. "Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilatı ile...":

Karşıdakinin seviyesine göre anlatmak.


4. "Sekiz hikayeciklerle birkaç hakikati":

Örnek ve benzetmelerle akla yakınlaştırmak.


5. "Nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum.":

Önce kendine ders çıkarmak. Başkalarını, ders arkadaşı gibi görmek.


6. "Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim.":

Tekrar etmek.


7. "Kim isterse beraber dinlesin.":

Zorlamamak.


Ve devamında Birinci Söz’ün içinde de dört temel kural var:


8. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.":

Allah’ın adıyla ve sadece onun rızası için anlatmak. Kişisel hislerini işe karıştırmamak.


9. "Bedevî arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Tâ, şakilerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.":

İman yolunun güzelliğini, inkar yolunun kötülüğünü gösterip nefsi imana taraftar etmek.


10. "Her şey Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek, herbir ağaç ‘Bismillah’ der.":

Gözümüzle gördüğümüz delillerden hareketle iman hakikatlerini ispat etmek.


11. "O Mün’im-i Hakikî'nin, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise, üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikir’dir.":

İbadet konusunu sona bırakmak, yani sırayla gitmek.


Bence en iyisi, Risale-i Nur'ları okuyun. Bu zamanda izlenecek en güzel tarzı orada bulursunuz.