14 Eylül 2023

BİRİSİ SENİNLE HİDAYETE GELSE


"Allah'ın bir kişiyi senin aracılığınla hidayete getirmesi, senin için Güneş'in üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır."

Hz. Muhammed (asm)


*


NEDEN TEBLİĞ?


Önce İslam'ın 5 şartını hatırlayalım: Namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i şehadet.


İlginç olan, ilk dört şart açık ve aktif bir gayret içerirken, sonuncu şart sanki bir cümleyi dille söylemekten ibaret gibi görünüyor. Acaba öyle mi? Dikkat ederseniz burada 'şehadet' yani 'şahit olmak'tan bahsediliyor. Peki insan neye şahit olabilir? Sadece gerçekten bildiği ve emin olduğu şeye. Demek ki iman hakikatlerini hakkıyla ve sindirerek öğrenmemiz gerekiyor; doğruluklarına şahit olabilecek düzeyde yani. Artı, şehadet kelimesinin açıkça söylenmesi de şarttır, malum. Yani bildiklerimizi kendimize saklamayıp ilan etmeliyiz. 


Sonuç: Kelime-i şehadet getirme şartı, iman hakikatlerini öğrenip, başkalarına anlatmayı da içeriyor diyebiliriz. Yani tebliğ aslında İslam'ın bir şartı gibidir desek, yanlış olmaz.


Zaten Allah dileseydi, herkese ayrı ayrı da indirebilirdi Kur'an'ı. Ama bir kişinin elçi seçilip ona indirilmesi, diğer insanların da o şahıs aracılığı ile davet edilmeleri, tebliğin ne denli temel bir görev olduğunu gösteriyor. Son peygamber ise görevini yapıp sonsuz âleme gitmiş olduğuna göre, o görev artık bizim omuzlarımızda değil midir? Topu başkasına atmayalım. Hele hele gerçeklerin iyice perdelendiği, gafletin hâkim olduğu bu zamanda, her bir mümin, Allah'ın adını yüceltmekle görevlidir.


Hem bugün bildiğiniz şeyleri siz de bir tebliğ sayesinde öğrenmediniz mi? İster bir sohbet, ister bir kitap, isterse de hâl diliyle yapılan bir tebliğ olsun. Yoksa rüya ile mi hidayete erdiniz? Size yapılan iyiliği siz de başkalarından esirgemeyin.


Duha suresinde geçtiği gibi: "Yolunu şaşırmışken seni hidayete erdirmedik mi? Öyleyse soranı geri çevirme." (Not: Ayetteki 'sail' kelimesi arapçada 'dilenci' anlamına geldiği gibi 'soran' anlamını da içerir.)


DOSTÇA VE ŞEFKATLE YAKLAŞMAK


Aslında tebliğ, insanın yaratılışında var olan hemcinslerine şefkatin doğal bir sonucudur. "Bizi bu dünyaya kim ve neden getirdi? Şu muhteşem evrenin sırrı nedir? Burada ne yapmamız bekleniyor?" gibi, her insan için hayati önem taşıyan soruların cevabını bulmuş olan birisi, tabii ki bulduğu cevapları diğer insanlarla paylaşmak isteyecektir. Sizin aç ve muhtaç kalbinize gıda, beyninizi kıvrandıran sorulara cevap, manevî hastalıklarınıza şifa olan gerçekleri öğrendiyseniz, manen aç, şaşkın ve hasta olan insan kardeşlerinize bunları aktarmak istersiniz, değil mi?


İşte bu insanî şefkatin doruklarındaki bazı kişiler, birkaç kişinin imanını kurtarmak için Cehennem'e girmeye razı olduklarını bile söylemişler. Biz Cehennem'e değil, biraz zahmete girsek yeter.


İHTİYACINI HİSSEDENE ANLATMAK


Duha suresindeki "Soranı geri çevirme." emrinde gizli olan, Abese suresinde ise epey açıklanan bir kural vardır. Bazı tefsirlerde de "Biz müşterileri aramayız, müşteriler yalvarmalı." şeklinde vurgulanır bu kural. Yani karşınızdaki kişi en azından gerçekleri dinlemeye istekli olmalıdır. Zaten bir insan istekli ve hazır değilken yapılan tebliğ, su üstüne yazı yazmak gibi olur.


Düşünün, yemek iştahı olmayan ya da midesi rahatsız birisine zorla yemek yedirmek, nasıl bir eziyettir. Midesi bulanır, güzelim yemekler ona iğrenç görünür. Aynı bunun gibi, iman hakikatlerini, ihtiyacını hissetmeyen kişilere anlatmak da, öyle ters teper. Kıymeti de bilinmez zaten.


Hele karşınızdaki kişi, anlattıklarınızı önemsemezken, siz alttan alıp yalvarırcasına ısrar ederseniz, meşhur bir benzetmeyle 'öküzün boynuna gerdanlık takmak' gibi olur.


Kendi geçmişimde, ben hazır ve hevesli değilken yapılan davet ve tavsiyelerin bir kulağımdan girip diğerinden çıktığını bizzat yaşadığım gibi, ihtiyacımı hissedip aradığımda, karşı tarafın nazlanmasına karşın zorlaya zorlaya aradığımı bulmuştum.


O yüzden, "İhtiyacını hisseden, arar ve sorar zaten. Biz saklamayalım ve susmayalım yeter." diyorum.


YA DA EN ÇOK SALDIRANA ANLATMAK


Az öncekinin tam zıddı gibi görünen bir ipucu daha vardır. O da en çok itiraz eden kişiye anlatmaktır. Zira müşteri olan, ilişir, itiraz eder. Müşteri olmayan ise ilgisiz kalır. Anlattığınız konuları umursamayan, sizi yarım kulakla dinleyip 'tabi tabi, benim dedem de hacıydı zaten' diyen birisi yerine, söylediklerinize heyecanla itiraz eden, ilgili-ilgisiz yerlerde konuyu dine getirip laf çarpan birisi, tebliğe daha muhtaç ve hazır demektir.


Böylelerin tavrı şu anlama gelir aslında: "Bu konular kafamı kurcalıyor. Hatta arada inanasım da geliyor. Ama çelişki yaşıyorum. Şimdiki yolumun doğru olduğunu ispat etmeye ihtiyacım var." Yani böyleleri, o yerli-yersiz saldırılarıyla, içlerindeki sorulara karşı kendilerini ikna etmeye çalışmaktadırlar. Ama bir kez de kabul ettiler mi, tam yapışırlar. Hz. Ömer'in (ra) 'imana beş kala' tam tersi bir çizgide militanlaşmış olması rastlantı değildi.


ÖRNEK VE BENZETMELERLE ANLATMAK


Bu bahsin devamı olarak, akla yakınlaştırmanın en pratik bir yolu, örnek ve benzetmeler kullanmaktır. Akıl, ilk anda kavranması zor olan yüksek ve derin gerçekleri, benzetme ve örneklerle çok daha kolay anlar. O yüzden Kur'an'ın çok sık başvurduğu bir yoldur bu. "Onların örneği şuna benzer..." diye başlar birçok ayet. Ve Peygamberimiz (asm) başta olarak, Mevlânâ, Sadi-i Şirazi, Bediüzzaman gibi birçok dini rehber de, tavsiyelerinin çoğunu örnek hikayelerle anlatmışlardır. Zaten günümüzde hızlı öğrenme ve hafızayı güçlendirme üzerine geliştirilen yöntemlerin çoğu, benzetme, hayal etme ve hikaye oluşturma üzerinedir.


Ve dinî sohbetlerde, soyut kavramlar üzerine kurulan uzun cümleleri dinlerken uyuklayan kişilerin, "Şimdi şu temsilî hikayeyi dinle." ifadeleri ile uyandığını siz de görmüşsünüzdür. Bu kolaylıktan faydalanmak gerek.


ÖNCE KENDİNDEN BAŞLAMAK


Dinleyeni esas uyandıran ise, anlatanın uyanık olmasıdır. Yani anlattığı gerçekleri kendi âleminde yaşamış, yaşadığını anlatan bir kişinin sözleri, sihir gibi etki eder. Sadece dilden çıkan kuru bir söz, ancak kulağa girer. Ama kalbin derinliklerinden kaynayan bir söz, tâ kalbe kadar işler. Bunun için de önce kendi nefsini ikna etmek gerektir.


Bilirsiniz, ilk inen sure "Oku!" diye emreder. Dördüncü inen surede ise "Kalk ve uyar." emri verilir. Ve bu iki surenin inişleri arasında üç yıl geçmiştir. Bu da gösterir ki, önce okumak, kendisi için okumak, nefsini tedavi etmek, ancak ondan sonra başkalarına yönelmek lâzımdır. Zaten nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Kendisi hasta olan, başkasını tedavi edemez. Hatta bazen nasihati damara dokunur, ters teper. Hazmedilmeyen bilgi, başkalarına anlatılmamalıdır.


Peki ama kim çıkıp da, "Ben nefsimi ıslah ettim. tamamdır." diyebilir ki? O zaman hiç mi tebliğ yapmayacağız? Bu açmazın çözümü şudur: Hazmettiğiniz kadarını anlatın, geçebildiğiniz aşamaları paylaşın. Örneğin siz Allah'ın varlığı, ahiretin geleceği konularında ikna olmuşsanız, ama namazı düzgün kılamıyorsanız, başkalarına da Allah'ı ve ahireti anlatın, namazı değil. Böylece, hadiste de geçtiği gibi, başka yönlerden günahkâr bile olsanız, bu dine hizmet edebilirsiniz.


KARŞIDAKİNİN SEVİYESİNE GÖRE ANLATMAK


Ata et, aslana ot atılmaz. Bir insana şifa olan bir ilaç, diğer insana zehir olabilir. Herkese anlayışına, kişiliğine ve seviyesine göre anlatmak gerekir. Ve buna, sadece seçilecek konu değil, anlatım şekli ve kullanılan dil yönünden de dikkat etmek şarttır.


'Yanıt'tan başka karşılık bilmeyen bir gence, 'elcevap' diye başlayan Osmanlıca cümleleri açıklamadan okumak, mantıklı değildir. 'Küçüklere küçük sözler' diye bir usul var. İnsanlara akıllarına göre hitap etmek, peygamberimizin sık yaptığı bir tavsiyedir.


TEKRAR ETMEK, BAZEN DE SUSMAK


Tebliğin bir gereği de tekrarlamaktır. Öğrenmenin temeli tekrardır zaten. Tekrar edildikçe fikirler zihinde yerleşir. O yüzden bir-iki girişimle sonuç elde etmeyince pes etmemek, gayretle devam etmek lazımdır. 


Üstelik sizin bir fikrinizi anlattığınız arkadaşınız, eğer o konuyu bir daha açmazsanız, fikrinizden vazgeçtiğinizi bile düşünebilir. Yakınlarımdan biri, ara ara ama sürekli tavsiye ettiğim bir külliyatı, yıllar sonra ciddi biçimde incelemeye karar vermiş ve çok beğenip istifade de etmişti. Sebebini de şöyle anlatmıştı bana: "Senin gibi sürekli yeni fikirler arayan birisi, bu eserlerde bu kadar sebat etmişse, bir sebebi vardır diye düşündüm."


Ama yeri gelince susmayı bilmek de lazımdır. Özellikle de gururlu, aktif ve bencil kişilerin, başbaşa sohbetlerde karşısındakinin söylediklerini kabul etmekte zorlandıkları çok görülür. Böyle kişilerin zihnine bir tohum atıp, birkaç kez de suladıktan sonra, çimlenmesi için bir süre kendi haline bırakmak en uygunudur. Sizinle konuşurken kabul etmediği fikirler, yalnız kaldığında vicdanında yer edebilir zamanla. Yani bazen susmak, karşıdakini insafa getirip kabulü kolaylaştırır.


Zaten tebliği bir tür terapiye benzetirsek, bir hafta boyunca her gün yapılan terapi yerine, haftada bir gün, yedi hafta süreyle yapılan terapi daha etkilidir. Zira aradaki boşluklarda, edinilen yeni fikirlerin sindirilme şansı olur. Bir insanın hayat görüşünü bir haftada kökünden değiştirmesini beklemek, aşırı bir iyimserliktir. Bırakın hazmetsin biraz.


İNSANLARI ZORLAMAMAK


80'li yıllarda arkadaşlarla kurduğumuz hayalleri hatırlarım: "Hipnozla, telkinle vs. öyle anlatalım ki, kimse reddedemesin." Oysa bizim görevimiz kabul ettirmek değil, sadece güzelce bildirmekten ibarettir. Yani 'akla kapı açmak, ama seçme hakkını elinden almamak.'


Zaten Allah isteseydi, gökyüzüne yıldızlarla "Lâ ilâhe illallah" yazar, ya da tüm insanları rüyalarla doğru yola iletirdi. Oysa iman, kişinin seçme gücüyledir. Tâ ki ona lâyık olanlar kabul etsin, kömürle elmas birbirinden ayrılsın. Hem Cennet ucuz değildir, ciddi bir bedel ister. O yüzden illa sonuç almak için karşıdakini sıkboğaz etmek anlamsızdır.


Nitekim nice peygamberler gelmiştir ki, mucizeler bile gösterdikleri halde, birkaç kişiden başka takipçileri olmamıştır. Ayette de "Sen sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah'tır ki dilediğine hidayet eder." buyurulmuyor mu? Öyleyse bize ne oluyor? Görevimizi güzelce yapalım, sonucu Allah'a bırakalım.


Gâşiye suresinden: "Hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısın; zorlayıcı değil."


KOLAY BİR YÖNTEM


Az önceki âyetin tersine giden, yakaladıkları insanların ağzından girip burnundan çıkan, zorlayıp sıkboğaz eden arkadaşlarım oldu. Samimiyetlerine diyeceğim yok. Bazı başarıları da o samimiyet sayesinde olurdu zaten. Oysa tebliği zorlama bir tarza çevirmemek, gündelik hayata sinmiş, doğal bir şekilde yapmak çok kolaydır.


Zaten sıradan sohbetlerde hiç renk vermeyen, örneğin "Neden içki içmiyorsun?" sorusunu "Mideme dokunuyor." diye cevaplayan, ama tenhalarda yakaladığı kişilere fısır fısır bir şeyler anlatmaya çalışanlar, en azından şu havayı vermiş olurlar: "Bu inanç, normal hayata pek uymuyor herhalde. Ya da davasından tam emin değil." 


Oysa gündelik sohbetlerde doğru konuşmayı başarsak, nice fırsatlar çıkar karşımıza. Örneğin "İşler kesat." diyen bir esnafa, "Haklısın. Hâlâ kriz sürüyor, fiyatlar da fırladı. Ne olacak bu memleketin hâli?" demek yerine, "Ben şikayetçi değilim. Zaten burası sınav dünyası. İyisiyle-kötüsüyle geçip gidiyor. Esas ahirette ne yapacağız, onu merak ediyorum." demek daha güzel olmaz mı? Belki o da sizden böyle bir cevap bekliyordur.


KİŞİSEL HİSLERİ İŞE KARIŞTIRMAMAK


Tebliğ, adı üstünde, bildirmektir, tartışmak değil. Herhangi bir konuyu konuşurken, karşınızdaki kişi sizinle tartışma havasına girerse, aman dikkat, damarına basmayın. Zira tartışma, kişinin hislerini devreye sokar. Kendi fikrini sonuna dek savunmasına ve gerçeği görse de reddetmesine yol açar. Zaten nefsânî hisler devreye girince akıl tatile çıkar.


Tıbbın birinci kuralıdır: "Fayda veremiyorsan bile, en azından zarar verme." Zıtlaşarak, damara dokundurarak, kişisel sürtüşmeler yüzünden kaçırılan o kadar çok kişi tanıdım ki...


Böyle gergin durumlarda şu kuralı hatırlamalısınız: "Eğer kişi, bir konunun tartışmasında, kendi sözünün haklı çıkmasını ister, haklı çıktığında sevinir, karşısındakinin haksız ve yanlış çıkmasına memnun olursa, insafsızdır. Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o tartışmada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor. Hatta gurura kapılıp zarar bile edebilir. Eğer hak karşısındakinin elinde çıksa, bir zararı yok. Hem de bilmediği bir meseleyi öğrenip faydalanmış olur. Nefsin gururundan da kurtulur. Demek ki, insaflı ve hakkı arayan kişi, hakkın hatırı için nefsinin hatırını kırar. Karşısındakinin elinde hakkı görse, rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur."


Bunun da ışığında, ben şu tarzda anlatmayı öneririm: "Ben Allah’a inanıyorum, çünkü şu şu gerçekleri görüyorum. Bu böyleyse, böyle böyle olması gerekmez mi? Benim delillerim bunlar. Şimdi bu verileri sen nasıl yorumlarsın, söyle."


Nitekim Hz. Peygamberin (asm) Medine’ye tebliğ için gönderdiği Musab bin Umeyr’in, önemli bir kabile reisine karşı kullandığı üslup da aynen bu şekilde olmuştu. ‘İçlerindeki zayıfları kandırdığı’ suçlamasıyla yanına gelen lidere, "Ben insanlara anlatırım. Onlar da doğruysa kabul eder, yanlışsa reddederler. İstersen sen de otur, dinle. Doğruysa kabul eder, yanlışsa reddedersin." der. Sonuçta bir saat bile geçmeden kabile reisi imana gelir.


ÖNCE KALBİ İMANA TARAFTAR ETMEK


Şeytan da Allah’ı bilirdi. Ama gururu onu isyana ve küfre sürükledi. Oradaki aldatıcı, nefsânî lezzet onu kandırdı. Çoğu insan da böyledir. Aslında bir harf bile kendi kendine olamazken, bu muhteşem kâinatın bir yaratıcısız olamayacağını, zerre kadar aklı olan her insan bal gibi anlar. Ama bu imanı izleyen itaat, kulluk, keyfince hareketi bırakmak gibi şeyler, bazılarına güç gelir. Ve iman etmemek için inat ederler. Hayatın lezzetini inkârda zannederler. Kendi keyfince yaşayıp, bir yaratıcıyı yok saymakla mutlu olacaklarını sanırlar. O yüzden böylelerine iman esaslarını anlatmadan önce, imanın bu dünyada dahi gerçek mutluluğu kazandırdığını ispat etmek gerekir. Böylece kişi "Keşke Allah olmasa." demekten, "Keşke Allah olsa." deme noktasına gelince, iman etmesi çok daha kolay olur.


Gençliğimde fakültedeki bazı inançsız arkadaşlarımı, tecrübeli abilerimin yanına götürdüğümde, kişi tamamen ateist bile olsa, önce "İman hem nurdur, hem kuvvettir." diye başlayan bahisleri okurlardı. Bunu çok garipserdim. "Adam daha inanmıyor bile. Oysa abimiz ona imanın güzelliklerini anlatıyor." derdim. Ama elde ettikleri sonuçlar beni daha da şaşırtırdı. Zira kalbi imana taraftar etmek, aklın kabul etmesini kolaylaştırır.


DELİL İDDİADAN AÇIK OLMALI


İman hakikatlerinin isbatını, gözle görülen, herkesçe bilinen örneklerden hareketle yapmak lâzımdır. Kâinatın öteki ucundan getirilen delillerle bu değirmen dönmez.


Vaktiyle bir cami hocasının vaazını dinlemiştim. Ahireti şöyle isbat ediyordu: 


Yapılan araştırmalar göstermiş ki, kalbi duran (yani bir anlamda ölen) ama sonra tıbbî müdahale ile geri getirilen hastalar, hemen daima o süre içinde

1: tüm hayatlarını sinema şeridi gibi görmüşler,

2: sonunda da ya huzur veren bir ışığa ya da korkutucu karanlıklara doğru gitmişler.

(Bu tecrübeye ‘near-death experience’ deniliyor ve bu konuya değinen ‘Flatliners’ isimli bir film de yapılmıştı.)


Vaiz bunu, öldükten sonra Cennet ya da Cehennem’e gidileceğinin ispatı için aktarıyordu.


Bir anlamda haklıydı da. Ama faraza o örnekle ahirete imanını kurtaran bir kişi, sürekli hatırlanması da zor olan bu delili aklında tutabilirse imanını koruyabilirdi ancak. Bu örneği unuttuğu zaman "Sahi, ben ahirete neden inanıyordum? Bir araştırma vardı ama neydi?" diyecekti. 


Oysa mantıkça, delil iddiadan daha açık olmalıdır. İman esaslarını isbat etmenin en doğru yolu, gözümüzle gördüğümüz şeylerden hareketle görülmeyeni isbat etmektir. Kur’an da böyle yapar zaten. Allah’ın varlığına, birliğine ve ahirete delil olarak, dağları, ağaçları, hayvanları örnek gösterir. Böylece verilen örnekler hem kolay kabul edilir, hem de her an hatırlanıp kullanılabilir.


ADIM ADIM İLERLEMEK


Bir binanın önce temeli yapılır; perdeleri değil. Tebliğde de temel esaslardan başlamak, sonra adım adım ilerlemek şarttır. "Allah var, değil mi? Haydi namaza başla." demek, çoğu zaman karşınızdakini kaçırır. 


Nitekim Kur’an’ın inişinde de bir sıranın izlendiğini görürüz. Örneğin ilk vahyin inişinden beş vakit namazın farz kılınmasına kadar on iki yıl geçmiştir. Bu süre içinde insanlara önce Allah anlatılmış, sevdirilmiş, sonra diğer iman esasları yerleştirilmiştir. Ardından insanlar "Tamam, biz Allah’a iman ettik ve onu sevdik. Peki kendimizi ona sevdirmek için ne yapacağız?" demeye başlayınca, ibadetler farz kılınmıştır. En son aşamada da sosyal hayata dair kurallar gelmiştir.


Zaten örneğin kadere imanın anlaşılması bile, önce Allah’ı hakkıyla bilmeye bağlıdır. Allah’ın 'zamanın dışında, ezelî ve ebedî, ilmi her şeyi kuşatan' sıfatlarını tam bilmeyen birisine kaderi anlatamazsınız. O yüzden, siz sırayı bozmayın.


Tabiî karşınızdakinin size sırayı bozdurması ihtimali de vardır. Siz Allah’ı anlatırken, "Peki kutuplarda nasıl namaz kılınır?" diyebilir. Hata edip, ana konudan sapıp o soruyu cevaplamaya kalkarsanız, bu kez de "Çok evliliğe ne diyorsun?" sorusu gelir. Ve bu sorular da hiç bitmez. Zira çoğu vesvesenin sebebi, temelin zayıf olmasıdır. Temeli sağlam tutmamışsanız, ayrıntılara dair verdiğiniz açıklamalar da kabul edilmez.


O yüzden, davet edilseniz bile siz minder dışına çıkmayın. "Onlara da geleceğiz; ama sırayla gidelim." deyin.


VE "BİRİNCİ SÖZ"


Bahsettiğim kuralların en önemlilerini bulabileceğiniz bir yazıdan bahsedeceğim. Risale-i Nur Külliyatının merkezi olan Birinci Söz risalesinden; hatta onun giriş kısmından. Dikkatle okuyunca görürüz ki, tebliğde izlenmesi gereken yolun hemen tüm prensipleri, o kısacık bahiste gizlidir. Beraberce göz gezdirelim: 


1. "Ey kardeş!":

Dostça ve şefkatle yaklaşmak.


2. "Benden birkaç nasihat istedin.":

Karşıdaki kişinin istekli olması.


3. "Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilatı ile...":

Karşıdakinin seviyesine göre anlatmak.


4. "Sekiz hikayeciklerle birkaç hakikati":

Örnek ve benzetmelerle akla yakınlaştırmak.


5. "Nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum.":

Önce kendine ders çıkarmak. Başkalarını, ders arkadaşı gibi görmek.


6. "Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim sekiz sözü biraz uzunca, nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim.":

Tekrar etmek.


7. "Kim isterse beraber dinlesin.":

Zorlamamak.


Ve devamında Birinci Söz’ün içinde de dört temel kural var:


8. "Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.":

Allah’ın adıyla ve sadece onun rızası için anlatmak. Kişisel hislerini işe karıştırmamak.


9. "Bedevî arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin. Tâ, şakilerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.":

İman yolunun güzelliğini, inkar yolunun kötülüğünü gösterip nefsi imana taraftar etmek.


10. "Her şey Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek, herbir ağaç ‘Bismillah’ der.":

Gözümüzle gördüğümüz delillerden hareketle iman hakikatlerini ispat etmek.


11. "O Mün’im-i Hakikî'nin, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise, üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikir’dir.":

İbadet konusunu sona bırakmak, yani sırayla gitmek.


Bence en iyisi, Risale-i Nur'ları okuyun. Bu zamanda izlenecek en güzel tarzı orada bulursunuz.