24 Temmuz 2023

GÖRMEDİĞİNE İNANMAK


Kur'an’ın hemen başında, Bakara suresinin ilk ayetlerinde gerçek müminlerin tarifi vardır. Söz konusu ayet şöyle başlar: “Onlar gayba (görmediklerine) iman ederler.”


Aslına bakarsanız bu tarif, mümin olmanın değil, insan olmanın tarifidir. Zira gördüğünden görmediğine intikal etmek, yani görmediğine inanmak, sadece insana has bir özelliktir; insanı hayvandan ayıran en önemli noktalardan birisi, hatta birincisidir.


Hemen bir örnek verelim: Diyelim ki evinize döndünüz ve etrafı dağınık, çekmeceleri açılmış ve karıştırılmış gördünüz. Herhalde, gördüklerinizden hareketle görmediğinize hükmeder ve “Eve hırsız girmiş.” dersiniz. Sonra da “Acaba hala evde mi?” diye etrafa bakar, değerli eşyalarınızı kontrol eder, sonra da polise haber verirsiniz.


Peki mesela bir köpeğin kulübesini kırsanız, yemek kabını da alıp götürseniz, kulübesine döndüğünde ne yapar? Gelip manzarayı gördüğünde öylesine bakar ve o şartlarda yaşamına devam eder. Ne “Kim yapmış bunu?” diye araştırır, ne az öteye gömdüğü kemikleri kontrol eder, ne de havlayıp kendince şikayetçi olur. Zira o bir hayvandır. Gördüğünden görmediğine intikal etme, yani akıl yürütme yeteneği yoktur. Bu özellik sadece insana verilmiştir.


İşte, bu görünen kainata bakıp, bu muazzam eserlerin arkasındaki yaratıcıyı bulmak, normalde görmediği meleklere, ahirete vs. inanmak görevi de sadece insanlara verilmiştir. Zira gördüklerinden hareketle görmediklerini anlayabilen, yani gayba inanabilenler, sadece insanlardır.


17 Temmuz 2023

GÖRÜNÜŞE İNANIN


Edward Grylls’in 'Ultimate survival' dizisinin bir bölümünden alıntı yapacağım. Vahşi doğada nasıl hayatta kalınacağını öğretiyordu. Bu kez dağlık bir bölgedeydi. İleride bulutlar gördü ve izleyicilere bir bilgi notu aktardı.


Vaktiyle bir meteorolog arkadaşına sormuş: "Ben vahşi doğada iken, ileride gördüğüm bulutların fırtına getirip getirmeyeceğini nasıl anlarım? Bana bulut tipleri hakkında bilgi versene."


Arkadaşı gülmüş. "Hiç gerek yok." demiş; "Nasıl göründüğüne bak, yeter. Bir bulut, görünümü ile sende nasıl duygular uyandırıyorsa, gerçekte de öyledir. Yani eğer bir bulut, korkutucu derecede karanlık ve karmaşık görünüyorsa, fırtına getirir. Yok eğer huzur veren, hoş bir görünüşü varsa, zararsızdır."


Çok ilgimi çekmişti bu tespit. Dünyayı bizim için yaratan rabbimizin, dünyadaki objelere de, bize ipucu olacak birer görüntü vermiş olması, çok mantıklı gelmişti.


Örneğin hayvanları düşünelim. Timsah, aslan, akrep gibi hayvanları ilk kez gören ve haklarında hiç bilgisi olmayan birisi bile, onların sadece görünüşlerinden, tehlikeli olduklarını hisseder, değil mi? Oysa insana faydalı olan at, koyun, tavşan gibi hayvanları görünce, içimize bir sıcaklık, yüzümüze bir gülümseme gelir.


Peki böyle olmasaydı, hele tersi olsaydı, nasıl olurdu, bir hayal edin. Mesela kedi ile sırtlanın bedenlerini değiştirdiklerini farz edelim. Sırtlan kedi gibi sevimli görünüyor. “Aman ne şeker şeysin sen.” diye sevecek oluyorsunuz, hart diye elinizi parçalıyor. Veya tersine, bir kedi kendisini bize sevdirmek için yanımıza sokuluyor. Ama sırtlan görünümünde olduğu için, tiksinip uzaklaşıyoruz tabii. Hangi normal insan böyle bir kediyi sevebilir ki?


Aslında bu ipuçlarının, burnumuzun dibinde, çocuklarımızda bile var olduğunu görürüz. Farz edin ki, bebekler doğduklarında, anne karnında geçirdikleri o eciş-bücüş aşamalardan birisinde iken doğuyor olsunlar. Solucana benzeyen garip bir beden, kurbağa gibi bir kafa. Mecbur seveceksiniz tabii. Ama hayli zor, değil mi? Ama rabbimiz onları tam da en sevimli bir görünüşe ulaştıklarında dünyaya getiriyor. Bu bile büyük bir nimet aslında. Hatta dikkat ettiyseniz, o sevimli bebeklik dönemlerinde, terleri, hatta dışkıları bile hoş kokar.


Koku deyince, bu ipuçlarının kokular âleminde de olduğunu fark edebilirsiniz. Biraz mide bulandırıcı olacak ama, leşleri örnek vereceğim. Her insan leş kokusundan tiksinir. Nitekim leşler insan için zararlıdır ve bunu hissettirecek, uzak durmamızı sağlayacak bir koku verilmiştir onlara. Ama örneğin akbabalar için o koku, kebap kokusu gibidir. Zira onlar için zararsız, tersine besleyicidir. Siz hiç bir akbabanın, “feci kokuyor ama mecburen yiyeceğiz” havasında leş yediğini gördünüz mü? Ya da leşler, insan için de iştah açıcı, mis gibi kokuyor olsaydı, kaç insan telef olurdu kim bilir?


Sözün özü: Bu dünyayı ve içindekileri bizim için yaratan zat, rahmetiyle, her şeye bize yönelik işaretler koymuş, bizi koruyacak bir surette şekil, ses, koku gibi özellikler vermiş her şeye. Yani görünüşe inanın. Rabbimiz bizi kandırmaya çalışmıyor. Tersine, her şeyde bize olan merhametini gösteriyor.


10 Temmuz 2023

ALLAH ADALETLİ Mİ?


Soru: Savaşlarda yaralanan veya ölen çocuklar, ölümcül hastalıklarla acı çeken insanlar, yoksul bırakılmış ve ezilen milyonlar görüyoruz. Eğer Allah adaletli ise neden bunlara izin veriyor?


Cevap: Ayrıntılara girmeden önce "Allah adaletli mi?" sorusu üzerinde duralım. Ve karşı bir soru soralım: Doğada, bir tane ezen ve keyif süren, bir tane de ezilen ve haksızlığa uğrayan hayvan türü gösterebilir misiniz?


Bu soruya genellikle verilen cevap, 'aslan ve karınca' olur. Aslan güçlüdür, başkalarını ezer, hatta parçalar. Karınca ise güçsüzdür, ayaklar altında ezilir. İlk bakışta böyledir de, gerçek nasıldır acaba?


Aslanlar açık arazide yaşarlar. Her an saldırı tehlikesi altındadırlar. Bazen yavruları sırtlan sürüleri tarafından yenilir, filler tarafından ezilir. Avlanıp beslenmeleri de hayli zahmetlidir. Nadiren doyar, çoğu zaman yarı-aç dolaşırlar. Üstelik herhangi bir fiziksel problemde, örneğin bir bacakları kırıldığında, işe yaramaz hale gelir ve sürü tarafından dışlanıp ölüme terk edilirler.


Karıncalar ise yer altındaki korunaklı yuvalarda yaşarlar. Sadece bir yaprak kırıntısı bile karınlarını doyurmaya yeter. Evet, bazen ayak altında ezilirler ama, çok zor ölürler. Üstlerine basılsa bile, çoğu kez kısa sürede toparlanıp hayatlarına devam ederler.


Bu durumda hangisi avantajlıdır sizce? Aslan mı, karınca mı? Doğru cevap ‘hiçbiri’dir. Tabiatta hiç bir hayvan ne ezilir, ne de ezer. Hepsinin kendine göre güçlü ve zayıf yanları, avantajları ve zorlukları vardır.


Aynı şey bitkiler aleminde de geçerlidir. Mesela büyük bir ağaç olmanın, minik bir çimen olmaya göre daha avantajlı olduğu düşünülebilir. Zira büyük ağaçlar daha dayanıklı olur ve zor yıkılırlar. Fakat bir kez de yıkıldılar mı, kuruyup ölürler. Oysa çimenler sürekli ezilir ama tekrar tekrar ayağa kalkarlar.


İşte tabiatı dikkatle incelersek görürüz ki, bu kainatı yaratan ve düzenleyen Allah, her şeye hakkını vermiş, hiç bir varlığı diğerine göre kayırmamış, ezmemiştir. Yani her şeyi mutlak bir adaletle idare etmektedir.


Bu adaletin insanlara yönelik kısmına gelince: Öncelikle bu dünyanın insan için bir sınav yeri olduğunu unutmayalım. Sınavdaki doğru ve yanlışların karşılığı, hemen değil bir süre sonra verilir. Sınavda yanlış şıkkı işaretleyen öğrenciyi, öğretmen anında cezalandırmaz tabii ki. Gerçi bu dünyada da iyilere ödül, kötülere ceza verilir bir ölçüde. Ama sadece ikaz veya ibret olsun diye, küçük ölçüde. Asıl karşılıklar hesap gününe bırakılmıştır. Biz ise olaylara sadece bu taraftan, yani dünya gözüyle baktığımız için, bazen hatalı değerlendirme yapabiliyoruz.


Bir futbol maçı düşünelim. Futboldan pek anlamayan bir arkadaşımızla o maçı izliyor olalım. Diyelim ki deplasman takımı maçı kazandı ve şampiyon oldu. Maç sonunda yenilen ev sahibi takım, teselli için alkışlanıyor, kazanan yabancı takım ise yuhalanıyor, hatta taşlanıp kovalanıyor. Şartlar dolayısıyla da kupa töreni yapılamıyor. Arkadaşımız dese ki, "Bu haksızlık. Maçı kazandıkları halde dayak yediler. Kupa filan da verilmedi. Nerede adalet?" Ne deriz? "Kupayı kazandılar nasılsa. Daha sonra bir tören düzenleyip verirler, merak etme. Taşkınlık yapanlara da ceza verilir herhalde. Her şey bu stadyumda olanlarla bitmiyor ki."


Bu konuya Kur’an’dan bir örnek: Yasin Suresi’nin başlarında, bir şehir halkına tebliğ yapan elçilerden bahsedilir. Şehir halkı elçileri yalanlar, hatta tehdit ederler. Sonra birisi koşarak gelir. Halkını uyarır. "Uyun o elçilere." der. Ve sonraki ayet: "Ona ‘Gir Cennet’e.’ denildi." Konu birden bire nereye atladı böyle?


Aslında olay bellidir. O imanlı kişinin sözleri, inançsızları çileden çıkarmış, onu oracıkta öldürmüşlerdir. Böylece şehit olup Cennet’e gitmiştir. İşte eğer Kur’an bu olaya bizim gibi sadece dünya açısından baksa, "Onu haksız yere öldürdüler." der, bırakırdı. Oysa görünürde üzücü görünen bu olayı atlayıp, o şahsın Cennet’e gittiğini anlatmış, ona acımak değil imrenmek gerektiğini vurgulamıştır. Bakış açısı farkı dediğim de budur.


Ve bir hadis: Dünyada çok çileler çekmiş iyi bir insan, ölür. Melekler onu bir anlığına Cennet’e sokup çıkarırlar. Ardından da sorarlar: "Dünyada hiç sıkıntı çekmiş miydin?" Adam sorar: "Sıkıntı mı? O nedir?"


Soru: Allah hiç haksızlık yapmaz mı yani? Örneğin babamın ben küçükken ölmesi, babasız büyümek zorunda kalmam, bir haksızlık değil mi?


Cevap: Babasız büyümeniz, akla peygamberimizi getiriyor. Daha doğmadan babasını, küçük yaşta da annesini kaybetmişti, bilirsiniz. Ve bu görünürde üzücü olayların bir hikmetini alimler şöyle anlatmışlar: Küçük yaşta anne-babasız kalması, onun doğrudan doğruya rabbine yönelmesini, insanlara dayanmayıp her şartta rabbine sığınmasını sağlayan ruhsal bir ameliyat hükmüne geçmiştir. Onun aday olduğu makam çok yüksek olduğu için, çoğu kişiye verilmeyen düzeyde belalarla sınanmış ve ‘pişirilmiştir’.


Konuyu biraz daha açmak için, Hz. Musa’nın Hızır ile olan macerasından bir alıntı yapalım. Kehf suresinde geçen bu bahsin son kısımlarını, kısa izahıyla beraber okuyoruz:


Hızır, yaptıklarına tepki gösteren Hz. Musa’ya diyor:

78. "Şimdi sana, dayanamayıp itiraz ettiğin olayların iç yüzünü anlatacağım:

79. O hasar verdiğim gemi, geçimini denizden sağlayan yoksul insanlara aitti. Onu bilerek kusurlu hale getirdim. Çünkü yolları üzerinde, sağlam gemilere zorla el koyan ve sahiplerini esir eden zalim bir kral vardı. (Yani gemiye verdiğim küçük bir zarar, çok daha büyük bir zararı önlemiş oldu.)

80. Öldürdüğüm o çocuğa gelince: Onun anne-babası temiz insanlardı. Biz bu çocuğun, ileride onları azgınlık ve inkara sürükleyeceğini biliyorduk.

81. Ve onun yerine, rablerinin onlara daha temiz ve merhametli bir çocuk vermesini diledik. (Yani aslında onlara büyük bir iyilik yapmış olduk.)

82. Düzelttiğim duvar ise, o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Ve (yıkılmak üzere olan) o duvarın altında, vaktiyle onlar için saklanmış bir hazine gömülüydü. Rabbin bu çocukların ergenlik çağına ulaşıp hazinelerini kendilerinin çıkarmalarını diledi. (Yani duvarın bir süre daha ayakta kalması gerekiyordu.)

Bunların hiçbirini ben kendiliğimden yapmış değilim. Senin kötü gördüğün işlerin hikmeti, bundan ibarettir."


Soru: Peki, Allah'ın adaletini kabul ettik diyelim. Ama o aynı zamanda merhametli ise, insan ve hayvanların çektikleri acılara nasıl izin veriyor?


Cevap: Öncelikle, karanlık olmasa, ışığın kıymetini anlamazdık takdir edersiniz ki. Hastalık olmasa sağlığın, açlık olmasa tokluğun kıymeti bilinmezdi. Bu dünyadaki üzücü (görünen) olaylar da verilen nimetleri anlamak için bir kıyas aracıdırlar. Yani bizzat olmasa da, sonuç olarak 'güzel'dirler.


Ayrıca çok tatsız ve üzücü görünen bazı olaylarda Allah'ın rahmet tecellisini gösteren bir mekanizmayı da anlatmak isterim. Kaza ve felaketlerle ilgili belgesellerde şu cümleleri çok duymuşumdur: "Uçak düştüğünde ölmemiş olduğumu fark edince çok sevindim. Hemen uçaktan çıkmak istedim. Ancak sağ bacağımı hareket ettiremedim. Elimle yokladığımda kırılmış olduğunu fark ettim."


Dikkat edin, normalde ayağımıza ufak bir diken batsa bile çok canımız yanarken, uçak kazası gibi dehşetli olaylarda, bacağının kırıldığını bile fark etmeyebiliyor insanlar. Zira öyle anlarda vücutta adrenalin ve endorfin gibi maddeler yoğun biçimde salınırlar. Bu maddeler de ağrıyı ciddi düzeyde azaltır ve kişiyi çok daha dirençli yaparlar. Yani bir felaketi yaşayan kişi, bizim zannettiğimizden çok daha az acı çeker.


Vaktiyle İzmit depreminde enkaz altından çıkarılmış birçok kişiyle konuşmuştum. Hepsinin de ilk şokun ardından olayı hayli soğukkanlı biçimde karşıladığını öğrenmiş ve çok şaşırmıştım. Hatta bazıları kurtarılmayı beklerken arada uyuduklarını, küçük oyunlarla meşgul olduklarını, şarkı söylediklerini vs söylediler. Oysa o konumda kendimi hayal ettiğimde içim daralıyordu.


Bir örnek daha vereyim: Belki duymuşsunuzdur, Çanakkale savaşında bir asker, çatışmaların en şiddetli olduğu sırada çavuşuna giderek "Tüfeğimin tetiği bozuldu galiba. Ateş edemiyorum." diye şikayet etmiş. Oysa tüfek sağlammış. Ve görmüşler ki askerin işaret parmağı kopmuş ama bunun farkında bile değil. Bu hadisenin milliyetçi bir tonda, destan gibi aktarıldığına çok şahit oldum. Oysa benzer olayları İngiliz veya Rus askerler de yaşamışlardır, belgesellerde bulabilirsiniz. Zira bu durum bir ırkın kahramanlığıyla değil, bahsettiğimiz mekanizmayla, yani Allah'ın rahmetiyle ilgilidir.


Bu koruyucu mekanizmanın hayvanlardaki örneklerini de belgesellerde görmüşsünüzdür. Örneğin aslanlar bir ceylanı yakaladıklarında, ceylanın sadece yardım için bir süre bağırdığını, çok acı çekiyormuş gibi çığlıklar atmadığını fark etmiş olsanız gerek. Stres anında bahsettiğimiz madde salınımı onlarda da vardır zira. Zaten hayvanlarda geçmiş ve gelecek algısı olmadığı için, "Birazdan öleceğim galiba. Yazık bana." türünden bir acı da hissetmezler.


Yani Allah, verdiği her derdin sabrını da verir ve veriyor zaten. Anlattığımız mekanizmalar, kritik anlarda tüm canlıları bir ölçüde rahatlatıyor. Hatta dışarıdan bakanlar, olayı yaşayanlardan daha çok sıkıntı çekiyorlar bile diyebiliriz. Örneğin uçak kazasında bir sevdiğini kaybeden kişiler, en çok "Kim bilir uçak düşerken, öleceğini anladığında, ne kadar korktu ve acı çekti?" diye üzülürler. Evet, mutlaka 3-5 dakika kadar bir dehşet yaşamıştır ölen kişi. İyi de, o 3-5 dakika acı çekti diye ömür boyu bunu düşünüp acı çekmek, mantıklı mıdır? 


Son olarak klasik sorulardan birisi olan Afrika'daki fakir ve aç insanlar konusuna değinelim. Öncelikle bu yazıda anlatmak istediğimiz şey, "bırakalım acı çeksinler" mantığı değildir tabii ki. Şimdi vurgulayacağımız önemli nokta ise, insanın hem ruhsal, hem bedensel olarak en önemli savunma mekanizmalarından olan, 'alışma ve uyum sağlama' yeteneğidir. 


En basit örneğinden başlarsak: Hacc'a giden kişiler Arabistan'a ilk vardıklarında sıcaktan çok rahatsız olur, şikayet ederler, bilirsiniz. Ancak zamanla ortama uyum sağlarlar ve şikayetleri azalır. Hatta Türkiye'ye döndüklerinde "burası çok soğukmuş" deyip üşüten, hasta olanlar bile olur. Zira insan, farklı ortamlara hem bedenen hem ruhen alışıp uyum sağlama yeteneğine sahiptir.


Bu uyum sağlama özelliği bazen ters yönde sonuçlar bile verebilir. Örneğin ilkbahar geldiğinde önce büyük bir çoşku duyarız. Zamanla ona da alışırız ve çoşku azalır, hatta biter. "Şu arabayı alsam, başka bir şey istemem" diyen kişi, o arabayı alınca 1-2 ay çok mutlu olur, ama sonrasında normal çizgisine dönüp başka şeyleri arzu etmeye başlar.


İşte bu alışma özelliği, sıkıntılı ortamlara dayanabilme konusunda çok işe yarar. Örneğin bir odada 10 kişi yatmak, günde bir tas pilavla doymak, ilk anda çoğu kişiye imkansız ve feci görünür ama, öyle bir ortamda bir süre yaşayanların giderek bunu doğal karşıladıkları, hatta hayli eğlenceli bir hayat yaşadıkları görülür. İnsanî yardım için Afrika'daki yoksul yörelere gidenlerin çektikleri videoları izleyin. O 'berbat' şartlarda yaşayan insanların, neredeyse bizden bile daha mutlu olduklarını görebilirsiniz.


Daha söylenebilecek çok şey var ama, işin temeline dönelim: Adalet ve rahmetten bahsederken unutulan temel gerçek şudur: Allah hiçbirimizi yaratmak zorunda değildi. Yarattı. Şükür lazım. Taş-toprak olarak da yaratabilirdi. Can verdi. Şükür lazım. Bitki bırakabilirdi, ruh verdi. Şükür lazım. Hayvan bırakabilirdi, insan yaptı. Şükür lazım. Uzuvlarımızı eksik yapabilirdi. Çoğumuzu tam yaptı. Şükür lazım. Bu kadar nimetlere sahip olmuşken, "Neden şu şeyim eksik kaldı? Neden şu sıkıntıya düştüm?" dersek, buna nankörlük denir.


Kızlarıma küçüklüklerinde bu konuyu bir örnekle anlatmıştım: "Bir adam, beş parasız, zavallı birisini alıyor, bir minareye çıkarıyor. Minarenin her basamağında ona değerli hediyeler veriyor. En tepede de en büyük bir hediyeyi veriyor. Şimdi bu adam kalkıp dese ki: ‘Yaptığın da iş mi? Baksana, daha uzun minareler var. Neden beni oralara çıkarmadın?’ Siz olsaydınız ne yapardınız?"


Kızlarım, "Kızar, aşağıya atardık." dediler. Ama rabbim kızlarımdan bile sabırlı ve merhametli ki, atmıyor. Buna da şükür lazım.


8 Temmuz 2023

RENKLERİN ETKİLERİ


Elbise seçerken, araba alırken, evimizi döşerken yaptığımız seçimleri nelerin etkilediğini biliyor musunuz? Neden denizi seyrederken huzur duyar, çiçeklerle bezenmiş bir bahçede heyecanlanırız? Neden bazı restoranlarda aceleyle yemek yer ve hemen kalkarız? Neden sarışın insanlar bizde, "dikkat çekici ama yüzeysel bir kişi" izlenimi uyandırır? Hepsinin cevabı aynı: Renkler. Renklerin, ruh halimizi ve bedensel fonksiyonlarımızı etkilediği, artık kanıtlanmış bir gerçek. Hatta buradan hareketle 'kromoterapi' denilen bir tedavi yöntemi bile geliştirilmiş.


Size önce renklerin bilinen psikolojik etkilerini kısaca aktarayım:


KAHVERENGİ: ABD'deki bir sanat müzesinde, renklerin ziyaretçiler üzerindeki etkileri bir deneyle incelenmiş. Sergi salonlarının duvarları beyaza boyandığında, ziyaretçilerin daha yavaş hareket ettikleri, müzede daha fazla kaldıkları görülmüş. Duvarların rengi kahverengi yapıldığında ise, ziyaretçiler daha hızlı hareket ederek müzeden çabucak çıkmışlar. Bu etki tespit edildiğinden beri, dünyadaki hemen tüm fast-food restoranlarının sandalye, masa ve duvarları kahverengi boyanmaktadır. Yemeğini bitiren hemen kalksın, yeni müşterilere yer açılsın diye.


Eğer siz misafir ağırlamayı çok sevmiyorsanız, salon takımınızı kahverengi seçebilirsiniz. Konuklarınız, (sebebini anlayamadıkları halde) erken gitmeye can atacaklardır. Ama misafirlerinizin uzun süre oturmasını isterseniz, kahverengiyi salonunuzda, sohbet odanızda kullanmayın. Vaktiyle çalıştığım bir devlet hastanesinde koridor duvarlarının beyazdan kahverengiye çevrilmesi sonrasında, poliklinikler önündeki sıra bekleme kuyruklarında sürekli kavga çıkmaya başladığına şahit olmuştum.


Kahverengi aynı zamanda toprak rengidir ve mahviyet ve tevazuyu da çağrıştırır. Eğer bu renk giyinirseniz diğer insanların arasında kaybolur gidersiniz. Amacınız buysa o başka tabii. Nitekim çekingen hastalarımın sıklıkla bu renk giyindiklerini görürüm. Ama eğer dikkat çekmek istiyorsanız, iş toplantılarında sakın kahverengi giymeyin.


Kahverengi aynı zamanda teklifsiz, resmiyetten uzak bir renktir ve bu yönüyle karşınızdakinin size rahat açılmasını da sağlayabilir.


KIRMIZI, iştah açar. O yüzden dünyadaki büyük gıda firmalarının (Kola ve Fast-Food firmaları gibi) logolarında çok sık kullanılır. Aynı zamanda (adrenalin salgısına yol açtığı için) heyecanlandırıcı bir renk olan kırmızı, kan akışını hızlandırır ve tansiyonu da yükseltir. Kırmızı arabaların trafikte daha fazla kazaya karıştıklarını biliyor muydunuz? Tabii bunda arabasının rengini kırmızı seçen insanların zaten atak, girişken ve heyecan arayan tipler olmalarının da etkisi olsa gerektir.


YEŞİL ise huzur ve güven veren bir renktir. Bankalar logolarında bu rengi çok kullanırlar. Yatak odaları için de rahatlatıcı bir seçim olabilir. Ayrıca yeşil rengin üretkenliği arttırdığı da gözlenmiştir. Batıda büyük otellerin mutfakları yeşile boyanmaktadır, aşçıların performansı artsın diye. Batıdaki hastanelerde de yeşil çok kullanılır, çünkü rahatlatıcı ve sakinleştiricidir. Kişiye 'yuvasında gibi' hissettirir. Yeşil renge bakmanın mide ağrısını azalttığı da tespit edilmiştir.


SİYAH ise gücü ve tutkuyu temsil eder. Hırsı da ifade eder. Fonda kullanılırsa karamsarlık da verebilir. Konsantrasyonu en çok artıran renktir. Einstein'ın konsantre olabilmek için, perdeleri siyah, gün ışığı almayan bir odada oturduğu anlatılır.


MAVİ sakinlik simgesidir. Tansiyonu düşürür. O yüzden hastane personeli, güvenlik güçleri ve gardiyanların giysilerinde mavi tercih edilir. Batı ülkelerinde intiharları azaltmak amacıyla köprü korkulukları maviye boyanır. A.B.D.'de bir okulun duvarlarının portakal renginden maviye çevrilmesi sonrasında çocukların haylazlıklarının azaldığı gözlenmiştir. Buna karşılık mavi rengin biraz da boş vermişlik hissi uyandırdığını da ekleyelim.


LACİVERT ise kozmik bir renktir ve sonsuzluğu, otoriteyi, ulaşılmazlığı çağrıştırır. Birçok büyük firma logolarında bu rengi kullanarak imajlarını güçlendirmek isterler.


MOR nevrotik, karmaşık bir ruh haline yol açar, bilinç altı korkuları uyandırır. Özellikle hastanelerde hiç kullanılmaması önerilir. Ama maksadınız başkalarını korkutmak, sizden çekinmelerini sağlamaksa bu rengi kullanabilirsiniz tabii. Şiddete karşı faaliyet gösteren organizasyonlarda mor rengin sıkça seçilmesi tesadüf değildir.


PEMBE renk ise malum, rahatlatıcı, 'her şeyi tozpembe gösteren' bir renktir. İnsanların pembe elbiseli kişilere daha kolay ödeme yaptıkları fark edilmiştir. Bu yüzden İngiltere'de çoğu mağazada tezgahtar ve kasiyerler pembe gömlek giyerler. Bir Amerikan Futbolu takımının soyunma odası duvarlarının pembeye boyanması sonrasında sürekli yenilgiler almaya başlaması, pembe rengin etkilerinin en bilinen örneklerinden birisidir.


SARI mutluluğun, dikkat çekiciliğin ve geçiciliğin simgesidir. Bu yüzden tüm dünyada taksiler sarıdır ve araba kiralama firmaları da bu rengi çok kullanırlar. Fark edin, kiralayın ama geri getirin diye. Bankalar ise sarı rengi hiç kullanmazlar. "Paralar bizde uzun süre kalsın" diye düşündükleri için. İşyerinize bir gelen bir daha gelmiyorsa, koltukların veya duvarların sarı renginden olabilir bu, dikkat edin.


BEYAZ ise istikrarı ve saflığı temsil eder. Doktor ve hemşire kıyafetlerinde biraz da bundan dolayı tercih edilir. Bazı politikacılar da bu rengi dürüst oldukları imajı oluşturmak için kasıtlı olarak kullanırlar.


Renklerin etkileri yanı sıra, kişinin sevdiği ve sevmediği renklere göre kişilik tahlili yapmak da mümkündür. Şimdi size kısa bir test anlatacağım. Ama önce şu sekiz renk arasında en sevdiğinizden en sevmediğinize doğru bir sıralama yapın ve 1 den 8'e numaralayın lütfen:

Mavi, sarı, kırmızı, yeşil, gri, siyah, mor ve kahverengi.


Puanlama yaptıysanız değerlendirmeye geçebiliriz:


MAVİ: Sükunet ve sadakat rengidir. Maviyi ilk sırada seçenler hassas ve huzur arayan insanlardır. Hayatları kontrollü, hedefleri bellidir. Problemsiz bir hayat isterler ve bunun için bir çok şeyi feda edebilirler. Tutarlı ve sürtüşmesiz bir beraberlik arzu ederler. Mavi son sıralarda ise, tatminsiz olduğunuz ve sizi kısıtlayan şeyleri yıkmak istediğiniz anlamına gelir. Tekdüzelikten nefret ediyorsunuz demektir ama, bu yüzden aile ve iş hayatında süreklilik sağlamanız zor olabilir.


SARI: Sarıyı ilk üç sırada seçenler, iyimser kişilerdir ve geçmişe değil daima ileriye ve umutla bakarlar. Hayatı kolay görür, problemleri pek kafaya takmazlar. Ama bu, tembel oldukları anlamına da gelmez. Sürekli olmasa da sıkı çalışma dönemleri vardır. Hele sarıyı ilk sırada tercih ettiyseniz, bu sizin çok hareketli ve sürekli heyecan arayan birisi olduğunuzu gösterir. Sarı renk hayli geri tercihlerde kaldıysa, ümit ve hayallerinizi kaybetmişsiniz, kendinizi bahtsız hissediyorsunuz ve içe dönmüşsünüz demektir.


KIRMIZI: Arzu ve enerji anlamı taşır. İlk sırada kırmızıyı tercih edenler, dürtüsel davranan, kazanmak isteyen, enerjik kişilerdir. İyi bir lider olabilirler. Beklentileri yüksektir ve hayatı dolu dolu yaşamak isterler. Kırmızı son sıralara kalmış ise, yaşama sevinci ve macera arzusu çok azalmış demektir.


YEŞİL: Sebatkarlık, tutuculuk ve değişime direnç anlamındadır. İlk sırada tercih edilmişse, inatçı, sahiplenici ve hayli bencilsiniz demektir. Başarma hırsınız fazladır. Kıymetli şeylere sahip olmak, hatta onları biriktirmek isteyebilirsiniz. Tanınmak ve başkalarını etkilemek istersiniz ama, başarısızlık ve kayıp ihtimalleri sizi çok üzer. Yeşil son sıralarda kaldıysa, benliğiniz incinmiş, gururunuz kırılmış olabilir. Buna bağlı olarak da tenkitçi, alaycı ve dik başlı olabilirsiniz.


GRİ: Tarafsız, nötr bir renktir ve zıtlıklar arasında orta noktayı bulma isteğini temsil eder. Gri ilk tercihlerinizden ise, hiç bir yere angaje olmadan bağımsız kalmak istiyorsunuz anlamına gelir. Fikir ve duygularınız her an değişebilir. Bir gurup içinde erimekten nefret edersiniz. Yapan değil izleyen olmayı tercih edersiniz. Griyi son sıraya bırakanlar ise tersine paylaşmayı seven, bir guruba katılmak isteyen, arzulu, hevesli insanlardır. Bu kişiler hedeflerine ulaşmak için her yolu deneyebilirler.


SİYAH: 'Hayır!' demektir. Bu rengi ilk sıralarda seçen kişiler, kaderlerine isyan ediyorlar denilebilir. İdealleri, tutkuları uğruna her şeyden vazgeçebilirler. Eğer ilk iki tercih, sarı ve siyah ise, kişinin hayatında köklü değişiklikler yapmak üzere olduğu düşünülür. Normalde siyah son sıralarda seçilir ve bu da kişinin kaderiyle barışık olduğuna işarettir. Ama bir yönüyle de teslimiyetçi bir ruh halini yansıtabilir.


MOR: İç çatışmaları simgeler. İlk sıralarda seçmişseniz, dürtülerinizle huzur arayışınız arasında veya hükmetmeyle boyun eğme arasında çatışma yaşıyorsunuz demektir. Mistik ve büyüsel arayışlar içinde olabilirsiniz. Zihinsel olarak henüz olgunlaşmamış olduğunuz, hayal dünyasında yaşadığınız anlamı da çıkabilir. Mor son sıralarda tercih edilmişse, epey olgun bir yapıya, gerçeklerle yüzleşebilen bir kişiliğe işaret eder.


KAHVERENGİ: Fiziksel iyilik rengidir ve sağlığınıza gösterdiğiniz ilgiyi simgeler. Eğer kahverengiyi orta sıralara koymuşsanız, sağlığınız ve bedeninizle sadece gereği kadar ilgileniyorsunuz demektir. Bu da iyiye işarettir tabii. Hastalık evhamı olanlar, kendini fazla dinleyenler, kahverengiyi ilk sıralarda tercih ederler. İlk tercihiniz bu renkse, hayli endişelisiniz, güvenli bir çevre arıyorsunuz demektir. Mesela sığınmacılar genellikle bu rengi ilk sırada tercih ederler. Kahverengi son sırada olduğu takdirde ise, tersine, sağlığınızla gereği kadar bile ilgilenmiyorsunuz anlamına gelir. Sandığınız kadar sağlıklı olmayabilirsiniz. Hemen bir check-up yaptırın bence.