27 Haziran 2023

HER ŞAKA GERÇEKTİR


İnsanın fiziksel zararlara karşı bedensel savunma mekanizmaları olduğu gibi, strese karşı da ruhsal savunma mekanizmaları vardır. Bedensel savunma mekanizmaları (örneğin akyuvarların mikroplarla mücadelesi) nasıl ki biz farkında olmadan gerçekleşiyorsa, ruhsal savunma mekanizmaları da tamamen bilinç-altı olarak gerçekleşirler.


İşte bu ruhsal savunma mekanizmalarından birisi de 'mizah'tır. Kişi, kendisinde gerilim oluşturan ve açıkça ifade edemediği düşüncelerini, şaka kılıfında ifade edip rahatlar. Bu süreç bilinç dışı gerçekleştiği için de, neden öyle bir şaka yaptığının, bu şakayla hangi saklı duygularını dile getirip rahatladığının farkında değildir. Bu konuyu anlatma amacım da bu zaten: Farkındalık oluşturmak. Yani hem kendi yaptığınız şakaların altında yatan bilinç-altı sürtüşmelerinizle yüzleşmenizi, hem de birisi size şaka yollu bir şeyler söylediğinde, onun aslında neler düşündüğünü anlamanızı sağlamak.


Şakaların altındaki gerçekleri görmenin yolu ise çok basit. Tonlamaları, mimikleri ve gülümsemeleri bırakıp, sadece söylenen sözleri kağıda dökerseniz, gerçek düşünce, gözünüzün önünde demektir.


Bir örnekle açalım: Geçenlerde bir dostumun işyerini ziyaret ettim. Arkadaşlarıyla sohbet ediyorlardı. Bu arada bir tanıdıkları daha geldi. Gruptan birisi o şahsı görünce şaka yollu, “Sen hala ölmedin mi?” dedi. Herkes gülüştü tabii.


Arkadaşıma döndüm ve “Sanırım aralarında gizli bir düşmanlık var; ölmesini isteyecek kadar hatta.” dedim. “Abartma ya, şaka yaptı sadece.” dedi.


Arkadaşıma sordum: “Gerçekten sevdiğin birini düşün. Babanı, çocuğunu vs. Ona böyle bir şaka yapar mısın?” Bir an düşündü. “Asla yapmam.” dedi. “Galiba haklısın.”


Uç bir örnekle devam edelim: Siz sahabelerin Resulullah’ı (asm) görünce “Yine mi sen çıktın karşıma ya Resulullah? Bir kurtulamadık senden.” gibi bir şaka yaptıklarını hiç duydunuz mu? Tabii ki hayır. Olsa olsa bir münafık böyle bir söz söyleyebilir. Peki neden? Zira kişi gerçekten, samimiyetle sevdiği birisine, böyle bir sözü, şakayla bile söylemez. Öyleyse, bu tip bir şakayla karşılaştığınızda biraz düşünün derim.


Bir örnek daha versek yeter herhalde: Arkadaş sohbetinde bir şahsa "Evliya mısın mübarek?" diye takıldığınızda eğer keyifle gülerek ve (güya) espri havasında "Ne sandın? Büyük evliyayım ben." dediyse, kendisini gerçekten evliya zannediyor demektir; emin olabilirsiniz.


Çünkü unutmayın ki, şakalarımızı bilinç altımızda hazır bekleyen malzemelerden yaparız, hiç aklımıza, hayalimize gelmeyen şeylerden değil. Eğer bir kişiye için için kırgınsak, ona olumsuz içerikli şaka yapmamız çok muhtemeldir. Bir tanıdığınızla tenha bir yerde yürürken, durduk yere size (şaka havasında) "Burada seni bıçaklayıp gidiyormuşum." dediyse, zihninin nelerle meşgul olduğunu ve size bakış açısını anlayın bir zahmet.


Eğer derseniz ki, “Her şakada...” şeklinde genelleme yapmak, biraz abartılı değil mi?


Cevaben derim: Bir noktada haklısınız, zira bütün genellemeler tehlikelidir. Ama isterseniz buna siz karar verin. Biraz gözlem yapın sohbetlerinizde, çok ilginç şeyler bulacaksınız, eminim. Denemesi serbest. Az dikkat ederseniz göreceksiniz ki, "her şakada bir gerçek vardır" demek bile, yetersizdir. Zira aslında 'her şaka, gerçektir.'


Konuyu fıkralar üzerinden tamamlayalım. Fıkralar da kişinin yönelimlerini dolaylı biçimde ifade ederler zira. Örneğin şu fıkrayı ele alalım:


Osmanlı döneminde Ramazan gününde bir adam ortalık yerde yiyip içiyormuş. 

Birisi kızmış: "Utanmıyor musun mübarek günde orucunu yemekten?"

Öteki demiş: "Ben Hristiyanım. Bizde Ramazan orucu yok."

Bizimkinin cevabı: "Dininin kıymetini bil kardeşim."


Bu fıkrayı komik bulanlar, İslam'ın emirlerini zahmetli bulan ve 'mecburen' uygulayan kişilerdir. Oruçtaki manevi hazzı tadanlar ise bu fıkrayı çok anlamsız, hatta sevimsiz bulurlar.


Geçenlerde batı Avrupa ülkelerinde en çok gülünen fıkra olarak şu seçilmişti:


Adam acil hattına telefon açmış: "Arkadaşımla ava çıkmıştık. Aniden yere yığıldı. Öldü galiba. Ne yapayım?"

Operatör: "Sakin olun beyefendi. Önce arkadaşınızın öldüğünden emin olmanız lazım."

Adam: "Biraz bekleyin."

İki el silah sesi duyulur.

Adam: "Şimdi ne yapayım?"


Günümüz Avrupa insanının, başkalarını önemsemeyip kendi rahatını tercih etmesini yansıtan bu fıkra, en gülünen fıkra seçilmiş. Şaşırtıcı değil tabii.


Velhasıl şakalara ve fıkralara dikkat edin bence, kendinizi ve çevrenizdekileri tanımak istiyorsanız.


15 Haziran 2023

BİR FİLMDEN KUR'AN'A


İstihbarat uzmanı, polis okulu öğrencilerine sorgulama teknikleri öğretiyordu. Kendi yaptığı bir sorguyu örnek olarak seçmişti. Sorguladığı kişinin, yurt dışına kaçan bir rejim karşıtına yardım ettiğinden şüphe ediliyordu. Görüşme kayıtlarını sınıfa baştan sona dinletti. Sonra sordu: "Dikkatinizi çeken bir şey var mı?"


Birkaç kişi, "Hep aynı şeyleri söylüyor." dedi.


Gerçekten de "O akşam neredeydin?" sorusuna hep aynı cevabı vermişti. "Filan arkadaşımla buluştuk. Sonra şuraya gittik. Biraz eğlendik. Ardından da gece yarısı ayrıldık. Şu ve şu kişiler de bunlara şahittir." Adamın onca baskı sonrası hala aynı cevabı vermesi, öğrencilerde "Galiba adam masum. Boş yere şüphelenmişler." fikrini oluşturmuştu.


İstihbarat uzmanı "Evet" dedi, "Hep aynı cevabı veriyor. Kelimesi kelimesine aynı cümlelerle." Sonra "Oysa" dedi, "Doğruyu söyleyen kişi, olayı her seferinde farklı yönden ve farklı şekilde anlatır. Yalan söyleyenler ise, hata yapmamak için ezberledikleri senaryoyu aynen tekrarlayıp dururlar." Ve son kaseti dinletti. Adam suçunu itiraf etmişti. O dakikaya kadar, tekrar tekrar söylediği ifadeler yalandı. Öğrenciler baka kaldılar.


Yabancı bir filmden bir kesit aktardım size. Aktarma sebebim ise şu: Geçenlerde Kur’an’daki peygamber kıssalarıyla ilgili bir soru gelmişti aklıma: "Kur’an neden eski peygamberlerin yaşadıkları olayları, farklı surelerde, her seferinde ayrı bir yönden ve değişik ifadelerle anlatıyor?" Tam ardından bu film denk geldi. Ve bana güzel bir cevap oldu.


13 Haziran 2023

ALLAH'IN VARLIĞININ İSPATI


Bir arkadaşım ODTÜ felsefe bölümünde okurken, bir dönem bilim felsefesi dersini almaya başlıyor. Dersin hocası da konusunda Türkiye çapında bir uzman. Ancak inançsız. Ve daha ilk dersinde fikirlerini aktarmaya başlıyor.

"Arkadaşlar" diyor, "Allah’ın varlığı bir varsayımdan ibarettir. Aslında böyle bir şey yok, ama bazıları işlerine öyle geldiği için bir yaratıcıya inanmış, sonra da bütün düşüncelerini bu varsayım üzerine bina etmişler. Aslında bu, temelsiz bir kabulden ibarettir."

Bunun üzerine arkadaşım itiraz ediyor ve "Hocam" diyor, "sizin dediğiniz gibi değil. Biz müslümanlar akıl ve mantıkla iman ediyoruz. Ve Allah’ın varlığını ve birliğini, aklen, mantıken ispata da hazırız."

Hoca "Hele bir ispat et bakalım, nasıl yapacaksın?" diyor. Ve arkadaşım anlatmaya başlıyor:

"Bir harf yazarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir köy muhtarsız olmaz, değil mi?"

"Evet."

"Öyle ise, bir harf bile yazarsız olmazken, nasıl olur da şu muhteşem kâinat kitabının bir yazarı olmaz? Bir iğne bile ustasız olmazken, nasıl olur da şu kâinat fabrikasının mükemmel bir ustası olmaz? Bir köy bile muhtarsız olmazken, nasıl olur da şu koca kâinat şehrinin bir yüce idarecisi olmaz?

O yaratıcıyı tanımanın yolu da çok basit. Örneğin bir mektup, dikkatli bir okuyucu için, onu yazanı tarif eder. Mektubu yazanı görmesek de, kişiliğini, ilgi alanlarını, uğraşlarını mektubundan anlayabiliriz. Tabii bunun ilmi olan grafoloji’yi biliyorsak.

Aynen öyle de, bu kâinat, Allah’ın bizlere kendisini tanıttırmak için yazdığı mektuplarla doludur. Her bir ağaç, bulut, çiçek, hayvan, yani gördüğümüz her şey bize yaratıcısını tarif eden birer mektup hükmündedir. Okumasını bilirsek tabii."

Hoca beklemediği bu açıklama karşısında şaşırıyor. Sonra da "Ama bu yaptığınız bilimsel bir izah değil." diyor. Arkadaşım ise bir karşı soru ile konuyu açmaya devam ediyor.

"Hocam siz atomun varlığına inanıyor musunuz?"

"Tabii ki."

"Peki deliliniz nedir? Atomu gördünüz mü veya gören var mı?"

"Atomu gören yok. Ama biz atomun varlığını doğrudan değil, dolaylı yoldan biliyoruz. Örneğin Rutherford ve Geiger altın plakaya çarpan alfa taneciklerinin izlerine bakarak atomun varlığını ve yapısını göstermişler. Yani atomu oluşturan parçacıkların izlerinden, etkilerinden hareket ederek atomun varlığını ve yapısını anlıyoruz. Bu tarz ispata da çıkarım (inference) diyoruz."

Hocanın bu açıklaması üzerine arkadaşım gülerek "Açıklamalarınız için teşekkür ederim hocam." diyor. "Demek ki az önce Allah’ın varlığını ispat için anlattığım delil de, atomu ispat için kullanılan delil gibi, çıkarım (inference) yöntemi oluyormuş ve bilimsel bir ispatmış."

Hoca şaşırıyor: "Yani bunlar aynı şey mi?"

"Tabii ki aynı hocam. Neresi farklıysa söyleyin. Siz ‘altın plakadaki etki ve izlerden atomu ispat ve tarif edebiliriz’ dediniz; ben de ‘kâinattaki varlıklardan, onlarda görünen özellik ve faaliyetlerden hareketle Allah’ı ispat ve tarif edebiliriz’ dedim."

"Yani aynı şey mi bunlar?" diye tekrar soruyor hoca.

Bu sırada, tartışmanın gidişinden memnun olmayan bazı talebeler söze girip, "Hocam bırakalım bunları, nereden geldik buraya?" diyorlar ve konu kapanıyor.

Bundan sonraki derslerde de hoca ile arkadaşım arasında dini konularda tartışmalar devam ediyor. Hoca hangi dini meseleyi tenkit etse, mantıklı cevaplar alıp susuyor. Sonunda ikinci yarı yıl başladığında, hoca iyice düşünüp taşınmış, kafa yormuş ve artık bu işi kendince halledeceği bir yol bulduğuna inanmış olsa gerek ki, ilk derste konuyu yine dine getirip kendinden emin bir şekilde arkadaşıma hitaben diyor:

"Bugün bu konuyu bir sonuca bağlayacağız ve artık gündeme getirmeyeceğiz."

"Tabii hocam, buyurun."

"Yalnız bu tartışmayı bilimsel çerçevede yapabilmemiz için bazı kriterlere uymamız lâzım. Şöyle ki: Bilimsel bir teori, geçerli olduğu sınırı, şartları, çerçeveyi çizmek zorundadır. Eğer bir teori için, ‘Her şart altında doğrudur. Gelişmeler ne yönde olursa olsun, araştırmalar nasıl çıkarsa çıksın, bu teori doğrudur.’ denilirse, o teori bilimsel olmaz. Olsa olsa inanç veya ideoloji olur. Yani, bir teori ortaya atıldığında, o teoriye bilimsel diyebilmek için, ‘Eğer şu olay şöyle gelişirse, şu incelemenin sonucu şöyle çıkarsa, bu teori doğrudur; aksi takdirde bu teori yanlıştır.’ denilebilmesi gerekir. 

Oysa siz müslümanlar, Allah’ın varlığını ispatlarken bir şart getirmiyor, alternatif bir kapı bırakmıyorsunuz. ‘Her şartta, her durumda Allah vardır.’ diyorsunuz. Bu da bilimsel bir ispat olmuyor. Eğer Allah’ın varlığını gerçekten bilimsel bir şekilde ispat etmek istiyorsanız, diyebilmelisiniz ki, ‘Şu şartlarda Allah vardır, bu şartlarda da Allah yoktur.’ Eğer böyle şarta bağlı bir ispat getirebilirseniz, o zaman o şartları tartışırız ve yaptığınız ispat da bilimsel olabilir."

Ve hoca arkadaşımı mağlup ettiği düşüncesi ile sözünü bitirip, gururlu bir tavırla cevap bekliyor. Anlaşılıyor ki hoca bilim felsefesi üzerine bütün bilgilerini irdeleyip böyle kritik bir soru hazırlamış. Kritik bir soru, zira hiç bir müslümanın "Şu şartlarda Allah vardır, bu şartlarda ise Allah yoktur." diyemeyeceğini düşünüyor.

Arkadaşım kısa bir düşünme sonrası, Risale-i Nur'da okuduğu bir örneği hatırlıyor ve cevap veriyor:

"Peki hocam, istediğiniz şartı yerine getireyim. Şöyle ki: Biz diyoruz ki, kâinatta atomlardan yıldızlara dek hükmeden mükemmel bir düzen var.

Bu düzenin gerçekleşmesi için;

1- Ya diyeceksiniz ki, atomlardan yıldızlara kadar her bir varlık, bu mükemmel düzeni biliyor ve bilerek, görerek, şuurla hareket ediyor. Bu durumda ‘Allah yoktur’ diyebilirsiniz.

2- Ya da diyeceksiniz ki, bu atomlar, gezegenler, elementler, akılsız ve şuursuzdur. Öyleyse tüm bu kâinatı, zerrelerden yıldızlara dek idare eden, ilim, hikmet ve kudret sahibi bir yaratıcı vardır.

Birinci şıkkı kabul edeceğinizi zannetmiyorum. Çünkü taşa-toprağa, bitkiye-hayvana akıl ve şuur vermenin ‘animizm’ diye adlandırıldığını, ilk çağlarda kalmış bâtıl bir inanış olduğunu siz söylemiştiniz. Demek ki ikinci şıkkı kabul edeceksiniz."

Hoca şaşırıyor: "Anlamadım."

"Bir örnekle açıklayayım hocam. Örneğin güneşli bir öğlen vakti, deniz yüzünde, aynalarda, camlarda oluşan pırıltıları, ışık yansımalarını düşünün.

1- Ya diyeceksiniz ki, 'Bunların hepsi kendinden ışık saçıyor.'

2- Ya da diyeceksiniz ki, 'Bunların kendisinde ışık yoktur. Bu pırıltılar gökteki güneşin ışığının yansımasıdır.'

Aynen onun gibi, yeryüzünde ve tüm kâinatta gördüğümüz, ilim, hikmet, kudret gibi sıfatları gerektiren eserler ve olaylar,

1- Ya bütün kâinatın her bir zerresinde akıl, mantık ve irade bulunması ile mümkün olabilir.

2- Ya da sonsuz ilim, kudret ve irade sahibi bir yaratıcının faaliyetlerinin yansımalarıdır.

Seçim sizin."

Hoca derin bir düşünme sonrası apar-topar sınıftan çıkıyor.


10 Haziran 2023

DÜŞÜNCE KONTROLÜ


Sıkıntılı, utangaç ve içe kapanık bir gençti Erdal. Uzun zamandır psikolojik problemleri için tedavi görmekteydi. Gittiği psikiyatristlerin hepsi de depresyon teşhisi koymuş ve ilaç vermişlerdi. Erdal ise "İlaçlar aslında iyi geliyor ve kendimi toparlıyorum. Ama ilacı kestikten bir süre sonra yine aynı sorunlar başlıyor." diye şikayet ediyordu. Son iki aydır yine kötüydü. Ufak olaylardan etkileniyor, alınganlık, moral bozukluğu, hayattan zevk alamama gibi depresyon belirtileri gösteriyordu. Gençliğinin en coşkulu olması beklenen döneminde içine düştüğü bu üzücü durum içimi cız ettirdi. Bir an bu hissimi Erdal'la paylaşmayı düşündüm ama görüşmeyi normal biçimde sürdürmeyi tercih ettim. Yoksa kendi gençliğimle ilgili bir yönü mü vardı bu acıma hissinin? Neyse, işime bakmalıydım şimdi. 

Öykü alma bitip depresyon teşhisi iyice netleşince, ilaç tedavisi ile ilgili bazı bilgiler aktardım: "Depresyonun ilaç tedavisi en az altı ay sürmelidir. Aksi takdirde etki kalıcı olmaz. Hem antidepresan ilaçlar alışkanlık da yapmazlar; kullanmaktan çekinme." dedim. 

Ama eksik kalmış noktanın da farkındaydım. Hiç psikoterapi görmemişti Erdal. "Aslında depresyon için ilaç tedavisi yanında terapi de görmen gerekir." dedim ve bir örnek verdim: "Mesela denize düşmüş, yüzme bilmediği için de boğulma tehlikesi geçiren birisine nasıl yardım edilir? Önce bir can simidi atıp kurtarılır tabii. Ama sonra da yüzme öğretmek gerekir ki bir daha bu tehlikeyi yaşamasın. İşte ilaç tedavisi, bir can simidi gibidir ve seni depresyondan kurtarır, doğru. Ama bunun yanında yaşadığın sıkıntıların sebebini, kaynağını arayıp, neden bu duruma geldiğini, nerede yanlış yaptığını bulman, yani terapi görmen gerekir." 

Erdal "Bana öyle geliyor ki" dedi, "Yaşadığım stresler beni yıprattı." 

"Kısmen haklısın ama, senin yaşadığın olayları yaşayan herkes aynı senin gibi rahatsızlanır mı dersin?" 

"Fark olabilir tabii." 

"Hem de çok fark olabilir. İşte bu farkları oluşturan da bizim düşünce yapımızdır. Yani genel bir kural olarak söylersek, hayatımızı asıl belirleyen şey, yaşadığımız olaylar değil, olaylara yaptığımız yorumlardır; olayları nasıl değerlendirdiğimiz, bu değerlendirmeler sonunda ne gibi duygulara vardığımızdır. Yani, A olayının C sonucuna yol açması, B'de yaptığımız yorumla ilgilidir. Ve bizler bazen B'de hep olumsuz yorumlar yaparız. Hem de farkına bile varmadan, otomatik olarak olumsuz düşünceler üretiriz. Bu da C'nin genellikle kapkara bir ruh hali olmasına yol açar. İşte biz seninle, olayları nasıl yorumladığını, bu yorumların seni nerelere götürdüğünü, nasıl başka türlü düşünebileceğini konuşacağız terapide." 

"Olur, hemen başlayalım." 

"Ama bu terapi (ki bilişsel terapi olarak bilinir) uygulaması basit olmakla beraber ciddi bir gayret gerektirir. Düşün ki, aklına otomatik olarak gelen ve seni alıp ilgisiz yerlere götüren düşüncelerle sürekli mücadele edeceksin. Bu da kolay sayılmaz." 

"Gayret ederim." 

"Peki, şimdi seni üzen en son olayı anlat bana." 

"Tam buraya gelirken oldu. Yolda bir arkadaşımı gördüm ve selam verdim. Ama o bana selam vermedi. Benim de çok canım sıkıldı." 

"Neler hissettin?" 

"Sanki ben değersiz biriyim, kimse bana kıymet vermiyor, hayatım hep böyle mutsuz geçecek gibi hisler geldi." 

"Güzel anlattın. Yani A olayı bir arkadaşının sana selam vermemesi, C sonucu ise moral bozukluğu, kendine güvensizlik, hayata küsme. Peki, nasıl oldu da A'daki küçük olaydan C'deki kapkara ruh haline geldin, şimdi onu bulmalısın. Nasıl yorumlar yaptın acaba B aşamasında, bir düşün bakalım." 

"Beni gördü ama görmezden geldi diye düşündüm." 

"Yani?" 

"Beni sevmiyor veya ciddiye almıyor." 

"Yani?" 

"Ne bileyim, sanki kimse beni sevmiyor, bana kıymet vermiyor gibi." 

"Yani?" 

"Belki de ben gerçekten kıymetsiz, değersiz biriyim gibi hissettim." 

"Ve?" 

"Dediğim gibi, içime sıkıntı geldi, moralim bozuldu. Buraya gelene dek de aklımdan çıkmadı. Çok üzüldüm." 

"Farkında mısın, neredeyse üç adım atlamada dünya rekoru kırmışsın." 

"Nasıl yani?" 

"Küçük ve basit bir olaydan hareketle sadece üç adımda çok rahatsız edici duygulara varmışsın yani. Olay ne? Bir arkadaşın sana selam vermemiş. Peki sonuç ne? 'Ben berbat biriyim, işe yaramam.' vs. Arada ne kadar uzun bir mesafe var. Nereden nereye atlamışsın, gördün mü? Üstelik bu atlamalar, o kadar hızlı oluyor ki, neredeyse saniyeler içinde, bazen düşüncelerinin farkına bile varmadan, başlangıç olayından çok uzağa, kapkaranlık bir noktaya atlıyorsun." 

"Haklısınız ama elimde değil. Hep böyle karamsar düşünüyorum." 

"Doğru, şimdilik bu senin elinde değil. Zaten o yüzden bu düşüncelere 'otomatik düşünce' diyoruz ya. Ama madem problemi gördük, çözümü de aramalıyız. Şimdi istersen bu olayda başka ne türlü düşünebilirdin, bir bakalım. Mesela ilk olaydan sonra 'Beni gördü ama selam vermedi.' yerine başka ne türlü yorum yapabilirdin?" 

"Görmemiş olabilir. Kalabalıktı çarşı. Belki dalgındı. Kafasına takılan bir problemi vardı belki de." 

"Çok güzel. Bu ihtimaller doğruysa, üzülecek bir şey yok demektir. Üstelik bunlar (fark ettiysen) önceki yorumundan çok daha mümkün ve mantıklı. Ama farz edelim ki gördü de görmezlikten geldi. Bu ikinci adımda bile başka türlü yorumlar yapabilirdin aslında değil mi?" 

"Nasıl?" 

"Belki acelesi vardı, veya (tamamen tahmin yapıyorum) herhangi bir sebepten sana kırılmıştı. Sen hiç kimseyi istemeyerek kırmadığına garanti verebilir misin?" 

"Garanti veremem. Kırmış olabilirim tabii." 

"Ve son adım. Hep en kötü ihtimalleri kabul etsek ve farz etsek ki gerçekten de seni sevmiyor. Ne olur? Herkes seni sevmek zorunda mı? Birkaç kişi bizi sevmiyor diye 'biz kötüyüz' anlamına mı gelir?" 

"Gelmez." 

"Tabii ki gelmez. Hatta bir örnek olarak, gelmiş-geçmiş en güzel ahlaklı insan olan peygamberimizi bile sevmeyenler vardı. Bizi sevmeyen tabii ki olacak. Hem söyler misin, son günlerde yolda karşılaştığın ve sana selam veren, hatta samimi sohbet eden kaç kişi oldu?" 

"Çok." 

"Öyleyse sen (o an zannettiğin gibi) kimsenin sevmediği, ciddiye almadığı biri değilsin?" 

"Öyle oluyor değil mi?" dedi. Gülümsemişti bunu söylerken. "Böyle mi düşünmem lazım artık?" 

"Evet. İçine sıkıntı verici, kasvetli bir his geldiği zaman, hemen bu değerlendirmeye başlamalısın. 

Burada en önemli başlangıç noktası ise şudur: Sıkıntıya razı olmamak, kasveti ve karamsarlığı, sürekli ve kaçınılmaz değil, geçici ve hatalı bir durum olarak görmek, yani depresyona razı olmamak. Zira, bu dünya cennet değil, evet, ama cehennem de değil. Kanadı kırık kuşların bile neşeyle cıvıldadığı, bir gözü kör yaşlı kedilerin bile mırnav mırnav gezindiği, yer yer görünen çirkinliklere karşın çoğu zaman cenneti andıran güzellikler sergilenen bir dünyadayız. Böyle bir dünyada yaşarken, başında karabulut gibi düşüncelerle gezip kendine eziyet çektirmek, mantıklı ve gerçekçi olabilir mi?" 

"O gözle bakınca garip kaçıyor tabii." 

"İşte o yüzden, ne zaman ki içimizde bir sıkıntı hissettik, kendimizi kara kara düşüncelere dalmış olarak bulduk, 'dur bakalım' demeliyiz. 'Bir yerde yanlış yapıyorum.' Ve yaşantı, duygu ve düşüncelerimizi dedektif gibi incelemeye başlamalıyız. 

Mesela şöyle: 

1-Ne zamandır böyle sıkıntılıyım? Diyelim ki iki saattir. 

2-Peki, ne oldu iki saat önce? Düşünüyoruz ve buluyoruz. Arkadaşımdan ödünç kitap istedim, vermedi. 

3-Peki sonra ne düşündüm? Bana güvenmiyor sanırım. 

4-Yani? Ben güvenilmeyen, kimsenin sevmediği biriyim. 

5-Sonra ne hissettim? Felaket, her şey kötü, niçin yaşıyorum ki? 

6-Sonuç belli: İki saattir içimizdeki sıkıntı ve kasvet. 

İşte sıkıntımızın kaynağını bulduk. 

Şimdi C'ye sonuçtaki duygularımızı yazıyoruz: Ben güvenilmeyen, kimsenin sevmediği biriyim. Hayat çok kötü, neden yaşıyorum ki? 

A'ya da tüm bu düşünceleri tetikleyen olayı yazıyoruz: Arkadaşımdan ödünç kitap istedim, vermedi. 

A'dan C'ye nasıl atladığımızı, yani B'de nasıl yorumlar yaptığımızı gördün, değil mi? 

Peki şimdi ne yapacağız Erdal?" 

"Şimdi B de başka türlü nasıl düşünebilirdik, onu bulmalıyız." 

"Evet. Bunu da sen dene." 

"Kitap istedim, vermedi. Neden olabilir? Belki de kitaplarına kıyamayan, titiz birisidir. Daha önce verdiği bir kitap geri getirilmediği için böyle bir karar almış olabilir." 

"Evet, yani bu tavrının bizimle ilgisi olmayabilir. Peki diyelim ki bizimle az-çok ilgisi var, yani mesela bize güvenmiyor olsun. Bu durumda ne düşünebiliriz?" 

"Beni yeterince tanımıyor olabilir. Tanısa güvenirdi herhalde. Ya da şöyle düşünebilirim: O bana güvenmiyor diye 'bana kimse güvenmiyor, ben mahvoldum' demem saçma olur. Bana epey yüklü borç para veren arkadaşlarım da var." 

"Çok iyi. Bak öğreniyorsun. Gördüğün gibi sistem çok basit, ama o derecede de etkili ve önemli. Ama bunu sık sık yapıp alışkanlık haline getirmemiz lazım. 

Alışkanlık deyince, Hz. Ali'nin başından geçmiş bir olayı anlatmak isterim. O bir gün yürürken ayağına diken batmış. Bunun üzerine gülümsemiş. 'Neden güldün?' diye soranlara cevabı şu olmuş: 'Peygamberimizden duydum ki, bir müminin ayağına batıp canını acıtan bir diken bile, onun günahlarının affedilmesini sağlarmış. O yüzden güldüm.' 

Güzel bir düşünce biçimi, değil mi? Yalnız dikkat et, Hz. Ali ayağına diken battıktan sonra bir süre sızlanıp, sonra bu hadisi hatırlayıp, ondan sonra gülmemiş. Anında gülmüş. Nasıl olur bu? Demek ki o fikir aklının bir köşesinde duran bir kuru bilgi değil, zihnine kazınmış bir gerçek, olumlu bir otomatik düşünce haline gelmiş. İşte böyle yapmamız lazım. Yani bu doğru düşünme biçimini otomatiğe bağlayacak kadar zihnimize kazımamız lazım. Ta ki gerektiği anda yardımımıza koşsun. Zaten esas sabır, bela ilk başa geldiği andaki sabırdır. Bunun için de ciddi bir gayret lazım tabii." 

"Çalışırım. Gerçekten etkili olur mu dersiniz tüm sıkıntılarım için?" 

"Kesinlikle. Bak, seninle özel bir şey paylaşayım. Ben de eskiden, gençliğimde bir süre depresyon yaşadım. Ama ne zaman ki, ihtisas yaparken bu yöntemi öğrenip kendimde de uygulamaya başladım, o gün bu gündür hiç depresif dönemim olmadı, şükürler olsun." 

"Ne güzel." 

"Bunu sen de başarabilirsin. Birçok insan bu yöntemle depresyonu yenmiştir. Hastalarımdan bunu başaran çok kişi var. Tabii farklı durumlara karşı bu yöntemin içini farklı tarzlarda doldurmak gerekir, bu da sana kalıyor. Mesela biz seninle sadece insanlarla aramızda geçen basit olaylarla ilgili yorumlar yaptık. Bunun yanı sıra kendi geçmişimizle hesaplaşırken, hayatımızı, insanları ve tüm dünyayı yorumlarken de bu sistemden faydalanabiliriz. Bunu da yapabilirsin eminim, gereğinde bana danışabilirsin de. Hatta düşünce yapısına güvendiğin arkadaşlarına danışarak da yardım alabilirsin. 

Yalnız bu sistemi uygularken (özellikle ilk zamanlarda) bizi sıkıntıya götüren başlangıç olayını bulmak biraz zor olabilir. Zira insan zihninin 'bastırma ve inkar' dediğimiz savunma mekanizmaları vardır. Böyle ufak bir olaydan sonra vardığımız kara kara yorumlar bizi sıkmaya başladığında, sürekli kasvetli düşünmeye, sıkıntı çekmeye dayanamayan zihnimiz, kıvrak bir manevrayla savunma yapar bazen. Hani çocukları kandırır gibi, 'Aaaa? Kuşa bak, kuşa!' diye dikkati ilgisiz bir yere yöneltip üzüntüsünü unutmaya çalışır. Sıkıntılı düşünceleri hasır altına atar yani. Ancak hasır altında bile olsa, o kara düşüncelerin varlığı hissedilir. Ve 'nedense' denir, 'bir saattir içimde bir sıkıntı var.' 

İşte bu durumda zihnimizin bilinç altına bastırdığı tetikleyici olayı bulmak için biraz gayret göstermemiz gerekir. Bu iz sürmede bize yardım edecek en önemli ipucu ise 'zamanlama'dır. Sıkıntımız ne zaman başlamışsa, tetikleyici faktör, o sıralarda yaşadığımız bir olaydır." 

"Biraz karışıkmış." 

"O kadar değil. Aslında düşünürsen, vücudumuzun en basit organları bile epey karmaşık bir mekanizmayla çalışırken, zihnimizin çok düz bir mantıkla düşünmesi de garip olurdu, değil mi? Yine de anlattıklarımı kavrayıp uyguladıkça, hiç de anlaşılmaz olmadığını göreceksin. 

Bu zihin idmanlarını günlük gibi kaydetmeni de öneririm. 'Bugün A olayı oldu, C sonucuna vardım. Demek ki B'de şöyle düşünmüşüm. Oysa şöyle de düşünebilirdim' şeklinde. Bu şekilde yazarsan, hem daha derli toplu, hem de ayrıntılı düşünme şansı bulursun. Üstelik bir sonraki benzer problemde faydalanabileceğin notlar elinde hazır olur. Önceki olaylarda nasıl çözümler bulmuşum diye bakabilirsin." 

"Peki bu otomatik düşünceler esas nereden kaynaklanıyor?" 

"Bu olumsuz otomatik düşüncelerin iki temel kaynağı vardır. 

Birincisi çocukluk çağından başlayarak özellikle aileden aldığımız eğitimdir. Mesela titiz ve mükemmelci bir anne-baba, eğer çocuklarının hiçbir yaptığını beğenmez, onu sürekli tenkit ederlerse, çocukta 'ben beceriksizim, hiçbir yaptığım beğenilmez' şeklinde bir otomatik düşünce gelişmesi kaçınılmazdır. Çocukluk yıllarında ailemizin bize yönelik tavırları, ileri yıllardaki düşünce yapımız için çekirdek hükmündedir yani. 

İkinci ana sebep de temel hayat felsefemiz, inanç sistemimizdir. Her şey tesadüf mü, yoksa her olayda bir hikmet mi var; hayat acımasız bir mücadele mi, yoksa Allah yardım eder mi; insanlar bencil birer firavun mu, yoksa herkes Allah'ın aciz birer kulu mu? Bu temel bakış açıları, olaylara yaptığımız yorumları temelden etkiler. O yüzden temel insani ve dini konulara dair kitaplar okumak da, biz fark etmeden temel kabullerimizi, otomatik düşüncelerimizi adım adım değiştirir." 

"Doktor bey, bu tarz, Polyanna'cılık olmuyor mu?" 

"Biraz farklı. Polyanna'cılık, iyi ve kötü gerçekler arasında sadece iyiyi görmek, kötüye gözünü kapamak, hatta onu yok farz etmektir. Bu bahsettiğim yöntem ise iyiyi bile kötü görme alışkanlığını değiştirmek, ilk anda bize kötü görünen şeylerin de gerçekten kötü olup olmadığını sorgulamaktır. 

Mesela Polyanna, teyzesi kendisine sert davrandığında 'aslında siz iyi bir insansınız, şu şu huylarınız çok hoş' diye yaklaşıyordu olaya. Ama faraza kognitif terapi yapıyor olsaydı, 'Teyzem bugün sinirli ama bu tavrı bana karşı değil. Dolaysıyla üstüme alınıp üzülmeme gerek yok.' derdi muhtemelen. Yani Polyanna'cılık biraz safça bir iyimserliktir, kognitif terapi ise mantıklı ve gerçekçi olmaktır. 

Bu terapide her şeyi tozpembe görmek ve göstermek amacı güdülmez. Çirkinlikler, kötülükler ve acılar da bu hayatın gerçekleridir zira. Onlara göz kapamaya gerek yok. Bizdeki sabır, onlarla başa çıkmaya yeter zaten. 

Özetle, demiyoruz ki 'burası cennet.' Ama 'burası cehennem' diyenleri mantıklı düşünmeye davet ediyoruz. Burası sınav dünyası, iyi ve kötü şeyler bir arada bulunuyor. İyilerden faydalanıp kötüleri hoş görmeyi başarmalıyız." 

Görüşme bitip Erdal'ı uğurladıktan sonra içimde nedense bir sıkıntı olduğunu hissettim. Zihnimi yokladığımda Erdal'ın durumuna üzüldüğümü fark ettim. Gençliğinin uzun yıllarını kendi kendini yiyip bitirerek geçirmişti. İnsanlar gerçekten çok acizdi, hayat bazen sonuçsuz bir koşturmacaydı. Kimilerine yardımcı oluyordum ama, pek çok insan şu an bir yerlerde üzüntü ve hayal kırıklıklarıyla boğuşuyordu. İçime daral geldi. Ve... "Dur bakalım, sanırım bir yerde yanlış yapıyorum" dedim, kendi halime gülerek. Hemen düşüncelerimi değerlendirmeye başladım.


DEPREM KORKUSU


1999 İzmit depreminden bu yana, deprem korkusu gündemimize kalıcı biçimde yerleşti. Öteden beri yaygın olan yükseklik, asansör, mikrop kapma gibi korkuların yanına bir de deprem korkusu eklendi. Kimi evlerini terk etti, kimi uykularını. Kimi şehrini değiştirdi, kimi yaşam şeklini. Birçok yerde "Deprem korkusunu nasıl yeneriz?" konulu sohbetler yapıldı, konferanslar düzenlendi. İzmit'teki bir konferansa da beni çağırdılar. "Bize deprem korkusunu anlatın." dediler; anlattım:


Korku hissi bu hayatı korumak için verilmiştir, hayatı zehir etmek için değil. 10-20 ihtimalden bir ihtimal ile korkmak, mantıklı olabilir. Ama binde bir ihtimalden korkmak, hem mantıksızdır, hem de hayatı azaba çevirir. 


Örneğin İzmit merkezinde oturan birini düşünün. İlk depremde 400.000 nüfuslu şehir merkezinde 4.000 civarında kişi öldüğüne göre ölüm ihtimali %1'dir. O şiddette bir depremin yakın bir gelecekte İzmit'te yeniden olma ihtimali de ancak %1'dir. Bu durumda İzmit'te oturan bir kişinin, kısa süre içinde bir depremde ölme ihtimali on binde bir olur. Bu kadar küçük bir ihtimalle zihnini meşgul etmek, mantıksızdır.


Dediler: "Siz depremi yaşamadınız mı? Çok korkunçtu. Mantıksız olduğunu biz de biliyoruz ama elimizde değil. En ufak sarsıntıda yine o anı yaşayıp irkiliyoruz."


Dedim: Haklısınız, işin bu yönü doğal ve aslında faydalı bir mekanizmadır. Örneğin bir arkadaşım şaka niyetine, aniden karnıma bir yumruk atsa, tabii ki boş bulunurum ve canım acır. Ondan sonra en ufak bir hareketinde "yine yumruk atacak" tedirginliği ile irkilir, kendimi kasarım. İşte deprem gibi travmalar yaşayan insanlarda da bu tür, korunma refleksi tarzında bir tedirginlik olur. Her ufak belirti o anı yeniden yaşatır. Gerginlik, unutkanlık, dalgınlık olabilir. 


Hatta şöyle söyleyeyim: Böyle bir felaketten sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşayanlar anormaldir aslında. Normal insan böylesine sarsıcı bir olay sonrasında, uyum sürecinde bazı değişimler yaşar, yaşaması da gerekir. Böylece şok yavaş yavaş sindirilir ve çözülür. Ama eğer bu doğal tepki 1-2 aydan fazla sürmüşse ve hayat düzenini bozuyor, kişiyi ve çevresini rahatsız ediyorsa, artık bu şartlanmayı çözmenin zamanı gelmiş demektir.


Dediler: "Nasıl çözeceğiz? Yol gösterin."


Dedim: Korku, üstüne gidilerek çözülür ancak. Kaçtıkça korkuyu pekiştirirsiniz. Yok farz etmekle de yok olmaz, düşünmemekle de unutulmaz. Bilinç altınızda yaşar, fırsat buldukça da açığa çıkar.


Örneğin diyelim ki gece evde yalnızsınız. İçeriden bir tıkırtı geldi. "Acaba hırsız mı?" dediniz ama gidip bakmadınız. "Aman boş ver." deyip kendinizi oyaladınız. Oysa o şüphe artık aklınıza girmiştir. O noktadan sonra ufak bir seste bile zıplarsınız; yatsanız uyku tutmaz, uyusanız kabus görürsünüz. Ama içinize şüphe düştüğü an kalkıp tıkırtının geldiği odaya gitseniz, köşe-bucak baksanız, sebebin komşunun yaramaz çocuğu olduğunu anlar ve rahatlarsınız.


Deprem korkusu da ancak üstüne giderek çözülebilir. Yani evde yatmaktan korkuyorsanız, inadına evde yatmanız lazımdır. Ama tabii bunu birdenbire değil, aşamalı olarak yapmalısınız. Örneğin ben de 99 depreminden etkilendim ama, sadece birkaç gün evde yatmadım. Önce günde 1-2 kez 5-10 dakikalığına eve girdim. Sonra arkadaşlarla beraber 1-2 saat evde kaldım. Ardından gündüz vakti evde şekerleme yaptım. Son aşamada da gecelemeye başladım. Tabii evde yattığım ilk geceler sık sık uyanıp avizelere baktım, biraz tedirgin oldum ama (en önemlisi bu) geri adım atmadım. Siz de 'aşamalı duyarsızlaştırma' denilen bu teknikle korkunuzu yenebilirsiniz.


Hatta bu yöntemi her türlü korkuya da uygulayabilirsiniz. Örneğin okul korkusu olan çocukların tedavisinde uygulanan yol da aynıdır. Önce anne çocukla beraber sınıfta kalır. Birkaç gün sonra sınıf dışında beklemeye geçilir. Ardından okul dışında beklemek, sadece okula gidip gelirken eşlik etmek gibi aşamaların sonunda, çocuk okul korkusunu yavaş yavaş yener. Ama en önemli nokta, ne olursa olsun, geçilmiş olan aşamalara geri dönmemek ve taviz vermemektir. Olsa olsa aşamaların geçişi daha yavaş yapılabilir, o kadar.


Salondan birisi "Yok vallahi" dedi, "Bu kadar zora giremem. Ben zaten artık tek katlı evde yaşıyorum, neme lazım? İleride korkum geçerse, belki yüksek binalara da girerim."


Dedim: Hastalıkla (bu düzeyde bir korku artık hastalıktır, fobidir) pazarlık yapılmaz. "Ben geri adım atayım, sen de beni rahatsız etme." denilmez. O korku fırsat buldukça yeni cepheler kazanıp hayatınızı zehir edecektir. Bir gün "Ya buradan fay hattı geçiyorsa, deprem olup içine düşersem?" demeye başlarsanız ne olacak? Benim 90'lı yıllarda Adapazarı'ndan bir hastam vardı. 1967 Adapazarı depreminden sonra sürekli "Deprem olacak, öleceğiz." diye korkuyor, riskli gördüğü yerlerden kaçıyordu. Üstüne gitmeyip çözmezseniz, 30 değil 50 yıl bile bu korku sürebilir.


Biri sordu: "Ne oldu o hastanız?"


Cevap verdim: "17 Ağustos'ta vefat etti maalesef. Allah rahmet etsin."


Salondan bir uğultu yükseldi: "Haklıymış korkmakta, malum olmuş. Yazık, zavallı."


Dedim: "Ama görüyorsunuz, korkusu ölümünü engelleyemedi. Hem hepimiz bir gün zaten ölmeyecek miyiz? O hastam 30 yıl korktu da, bunun ona ne faydası oldu? Üstelik o 30 yılın her günü neredeyse korkudan ölüp ölüp dirildi. Gelin, mantıksız korkuların hayatımızı zehir etmesine izin vermeyelim. Üstlerine gidip çözelim. Kendi başımıza çözemiyorsak bir uzmandan yardım alalım."


Son söz olarak diyorum ki: İnsanda korku damarı var, inkar edilmez. İster-istemez öyle veya böyle, bir şeylerden korkacağız. Ama bu damarı yerli yerinde ve veriliş hikmetine uygun şekilde kullanmamız lazım. Örneğin bir insan kötülük yapmaktan, günah işlemekten, kalp kırmaktan, cehennemden korkmaz da, onun yerine fareden, depremden, hortlaktan veya müdüründen korkarsa, korku hissini yanlış yerde kullanıyor demektir. Her hissin doğru ve yanlış şekillerde kullanılması mümkündür. Korku da doğru yerde kullanılırsa bir nimettir, insanı maddi-manevi tehlikelerden korur, iyiliğe götürür. Yanlış yerde kullanınca ise hayatı azaba, kişiyi mecnuna çevirir. Korkudan değil, korkulmayacak şeylerden korkmaktan korkalım esas.