10 Haziran 2023

DEPREM KORKUSU


1999 İzmit depreminden bu yana, deprem korkusu gündemimize kalıcı biçimde yerleşti. Öteden beri yaygın olan yükseklik, asansör, mikrop kapma gibi korkuların yanına bir de deprem korkusu eklendi. Kimi evlerini terk etti, kimi uykularını. Kimi şehrini değiştirdi, kimi yaşam şeklini. Birçok yerde "Deprem korkusunu nasıl yeneriz?" konulu sohbetler yapıldı, konferanslar düzenlendi. İzmit'teki bir konferansa da beni çağırdılar. "Bize deprem korkusunu anlatın." dediler; anlattım:


Korku hissi bu hayatı korumak için verilmiştir, hayatı zehir etmek için değil. 10-20 ihtimalden bir ihtimal ile korkmak, mantıklı olabilir. Ama binde bir ihtimalden korkmak, hem mantıksızdır, hem de hayatı azaba çevirir. 


Örneğin İzmit merkezinde oturan birini düşünün. İlk depremde 400.000 nüfuslu şehir merkezinde 4.000 civarında kişi öldüğüne göre ölüm ihtimali %1'dir. O şiddette bir depremin yakın bir gelecekte İzmit'te yeniden olma ihtimali de ancak %1'dir. Bu durumda İzmit'te oturan bir kişinin, kısa süre içinde bir depremde ölme ihtimali on binde bir olur. Bu kadar küçük bir ihtimalle zihnini meşgul etmek, mantıksızdır.


Dediler: "Siz depremi yaşamadınız mı? Çok korkunçtu. Mantıksız olduğunu biz de biliyoruz ama elimizde değil. En ufak sarsıntıda yine o anı yaşayıp irkiliyoruz."


Dedim: Haklısınız, işin bu yönü doğal ve aslında faydalı bir mekanizmadır. Örneğin bir arkadaşım şaka niyetine, aniden karnıma bir yumruk atsa, tabii ki boş bulunurum ve canım acır. Ondan sonra en ufak bir hareketinde "yine yumruk atacak" tedirginliği ile irkilir, kendimi kasarım. İşte deprem gibi travmalar yaşayan insanlarda da bu tür, korunma refleksi tarzında bir tedirginlik olur. Her ufak belirti o anı yeniden yaşatır. Gerginlik, unutkanlık, dalgınlık olabilir. 


Hatta şöyle söyleyeyim: Böyle bir felaketten sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşayanlar anormaldir aslında. Normal insan böylesine sarsıcı bir olay sonrasında, uyum sürecinde bazı değişimler yaşar, yaşaması da gerekir. Böylece şok yavaş yavaş sindirilir ve çözülür. Ama eğer bu doğal tepki 1-2 aydan fazla sürmüşse ve hayat düzenini bozuyor, kişiyi ve çevresini rahatsız ediyorsa, artık bu şartlanmayı çözmenin zamanı gelmiş demektir.


Dediler: "Nasıl çözeceğiz? Yol gösterin."


Dedim: Korku, üstüne gidilerek çözülür ancak. Kaçtıkça korkuyu pekiştirirsiniz. Yok farz etmekle de yok olmaz, düşünmemekle de unutulmaz. Bilinç altınızda yaşar, fırsat buldukça da açığa çıkar.


Örneğin diyelim ki gece evde yalnızsınız. İçeriden bir tıkırtı geldi. "Acaba hırsız mı?" dediniz ama gidip bakmadınız. "Aman boş ver." deyip kendinizi oyaladınız. Oysa o şüphe artık aklınıza girmiştir. O noktadan sonra ufak bir seste bile zıplarsınız; yatsanız uyku tutmaz, uyusanız kabus görürsünüz. Ama içinize şüphe düştüğü an kalkıp tıkırtının geldiği odaya gitseniz, köşe-bucak baksanız, sebebin komşunun yaramaz çocuğu olduğunu anlar ve rahatlarsınız.


Deprem korkusu da ancak üstüne giderek çözülebilir. Yani evde yatmaktan korkuyorsanız, inadına evde yatmanız lazımdır. Ama tabii bunu birdenbire değil, aşamalı olarak yapmalısınız. Örneğin ben de 99 depreminden etkilendim ama, sadece birkaç gün evde yatmadım. Önce günde 1-2 kez 5-10 dakikalığına eve girdim. Sonra arkadaşlarla beraber 1-2 saat evde kaldım. Ardından gündüz vakti evde şekerleme yaptım. Son aşamada da gecelemeye başladım. Tabii evde yattığım ilk geceler sık sık uyanıp avizelere baktım, biraz tedirgin oldum ama (en önemlisi bu) geri adım atmadım. Siz de 'aşamalı duyarsızlaştırma' denilen bu teknikle korkunuzu yenebilirsiniz.


Hatta bu yöntemi her türlü korkuya da uygulayabilirsiniz. Örneğin okul korkusu olan çocukların tedavisinde uygulanan yol da aynıdır. Önce anne çocukla beraber sınıfta kalır. Birkaç gün sonra sınıf dışında beklemeye geçilir. Ardından okul dışında beklemek, sadece okula gidip gelirken eşlik etmek gibi aşamaların sonunda, çocuk okul korkusunu yavaş yavaş yener. Ama en önemli nokta, ne olursa olsun, geçilmiş olan aşamalara geri dönmemek ve taviz vermemektir. Olsa olsa aşamaların geçişi daha yavaş yapılabilir, o kadar.


Salondan birisi "Yok vallahi" dedi, "Bu kadar zora giremem. Ben zaten artık tek katlı evde yaşıyorum, neme lazım? İleride korkum geçerse, belki yüksek binalara da girerim."


Dedim: Hastalıkla (bu düzeyde bir korku artık hastalıktır, fobidir) pazarlık yapılmaz. "Ben geri adım atayım, sen de beni rahatsız etme." denilmez. O korku fırsat buldukça yeni cepheler kazanıp hayatınızı zehir edecektir. Bir gün "Ya buradan fay hattı geçiyorsa, deprem olup içine düşersem?" demeye başlarsanız ne olacak? Benim 90'lı yıllarda Adapazarı'ndan bir hastam vardı. 1967 Adapazarı depreminden sonra sürekli "Deprem olacak, öleceğiz." diye korkuyor, riskli gördüğü yerlerden kaçıyordu. Üstüne gitmeyip çözmezseniz, 30 değil 50 yıl bile bu korku sürebilir.


Biri sordu: "Ne oldu o hastanız?"


Cevap verdim: "17 Ağustos'ta vefat etti maalesef. Allah rahmet etsin."


Salondan bir uğultu yükseldi: "Haklıymış korkmakta, malum olmuş. Yazık, zavallı."


Dedim: "Ama görüyorsunuz, korkusu ölümünü engelleyemedi. Hem hepimiz bir gün zaten ölmeyecek miyiz? O hastam 30 yıl korktu da, bunun ona ne faydası oldu? Üstelik o 30 yılın her günü neredeyse korkudan ölüp ölüp dirildi. Gelin, mantıksız korkuların hayatımızı zehir etmesine izin vermeyelim. Üstlerine gidip çözelim. Kendi başımıza çözemiyorsak bir uzmandan yardım alalım."


Son söz olarak diyorum ki: İnsanda korku damarı var, inkar edilmez. İster-istemez öyle veya böyle, bir şeylerden korkacağız. Ama bu damarı yerli yerinde ve veriliş hikmetine uygun şekilde kullanmamız lazım. Örneğin bir insan kötülük yapmaktan, günah işlemekten, kalp kırmaktan, cehennemden korkmaz da, onun yerine fareden, depremden, hortlaktan veya müdüründen korkarsa, korku hissini yanlış yerde kullanıyor demektir. Her hissin doğru ve yanlış şekillerde kullanılması mümkündür. Korku da doğru yerde kullanılırsa bir nimettir, insanı maddi-manevi tehlikelerden korur, iyiliğe götürür. Yanlış yerde kullanınca ise hayatı azaba, kişiyi mecnuna çevirir. Korkudan değil, korkulmayacak şeylerden korkmaktan korkalım esas.