28 Kasım 2023

EVLİLİK TERAPİSİ


Hz. Adem'den bu yana insanlığın çoğunluğu, kalplerine uyan bir kalp aradığı, bu zor hayatı bir arkadaşla paylaşmak istediği için, evliliği tercih etmiştir. Ancak 'iki ayrı insan' tarafından oluşturulan aile, bunun doğal sonucu olarak, çatışma ve uyumsuzluk potansiyeli de taşır. Farklı ortamlarda yetişmiş, değişik kişiliklere sahip iki insanın, her konuda uyumlu olmalarını ümit etmek fazla iyimser bir beklentidir. Ve hayatın zorluklarına karşı bir liman olarak düşünülen ailenin, bazen kendisi fırtınalı bir denize dönüşüp, çözüm değil sorun üretmeye başlayabilir. Arzu edilen şey, bir artı birin iki bile değil, üç etmesi iken, bazen bir artı bir, eksi iki etmeye başlar. Bu durumda evliliği masaya yatırmanın, problemlere neşter vurmanın zamanı gelmiş demektir. Bunun en doğru yolu da bir uzmana baş vurup aile terapisi almaktır.


Genel bir tarif olarak, aile terapisi, bir terapistin yardımıyla aile içi diyaloğu düzelten, netleştiren, eşlere anlaşılabilir konuşmayı ve konuşarak anlaşabilmeyi öğreten, karı-kocanın olaylara bakış açısını değiştiren, aile içinde problem olan davranışlarının farkına varmayı sağlayan bir süreçtir. Ciddi bir problem yaşandığında ve ilişki bir kısır döngüye döndüğünde mutlaka aile dışından bir müdahaleye ihtiyaç vardır. Çünkü bozuk bir sistemi değiştirmek, o sistemin içindeyken (hatta problemin bizzat bir parçası iken) pek mümkün değildir. Ancak dışarıdan ve tarafsız gözle bakan birisi doğru değerlendirme yapabilir.


Aile çevresinden bu tür bir yardımı hakkıyla yapabilecek olanlar da vardır mutlaka, ama aile-akrabalık ilişkilerinin yoğun olduğu toplumlarda, akrabaların aile içi problemlerde bazen taraf, bazen de sebep olduğu hallerde, bu müdahaleler 'arayı bulmak'tan ziyade 'bizimkini desteklemek' amacıyla yapıldığı için, sonuç olumsuz olabilir.


Burada en çok atlanan nokta şudur ki, amaç, kimin haklı, kimin haksız olduğunu ortaya çıkartmak olmamalıdır. Zira çoğu kez iki taraf da kendince haklıdır. Böyle bir durumda hedef suçlama-aklama değil anlama-anlaşma olmalıdır. O yüzden bu yardımı tarafsız bir terapistten almak daha uygun olur.


Bazı notlar


Evliliklerde zaman içinde ortaya çıkan sorunlar, aslında genellikle en baştan itibaren vardır. Fakat çocuk yapma-yetiştirme, maddi zorluklar gibi sebeplerle, çiftler uzun süre evlilik problemlerinin üstünde durmayabilirler. Böylece sorunlar giderek birikir ve büyür. Fakat hayatı kökten sorgulatan ciddi olaylarda ya da tersine, gündelik sorunların çözülüp aradan çıktığı dönemlerde, kişiler ilişkilerini sorgulamaya başlarlar.  Artık "Ben ne için bu evliliği sürdürüyorum, bu beraberlikten ne bekliyorum?" gibi sorular sorulur. Daha önce farkına varılmayan problemlerin ne denli büyüdüğü, eşlerin ne kadar birbirinden koptuğu hayretle fark edilir.


Deprem, savaş gibi ciddi kriz dönemlerinden sonra, aile içi problemlerin ve boşanmaların arttığı, bilinen bir gerçektir. Örneğin 17 Ağustos depreminden sonra İzmit ve Adapazarı'nda boşanmaların iki katına çıktığı görülmüştü. Zira insanlar, tekdüze dönemlerde yapmadıkları sorgulamaları, böyle dramatik dönemlerde daha çok yaparlar ve tüm hayatlarını olduğu gibi evliliklerini de ciddi biçimde gözden geçirirler.


Evlilik sorunlarında terapi isteği, genellikle ilişkinin kopma noktasına geldiği zamanlarda ve daha çok da kadınlardan gelir. "Eşimle anlaşamıyoruz", "evliliğimiz yürümüyor" diye doğrudan konuya girenler olduğu gibi, asıl problemi örterek, gerginlik, sinirlilik, uykusuzluk gibi belirtilerle terapiste başvuranlara da sıklıkla rastlanır. Oysa asıl sebepleri görmezden gelip sadece sonuçları çözmeye çalışmak, boşuna bir gayret olacaktır.


Aile terapisi için baş vuran çoğu çiftin amacı, ilişkilerini kurtarmaktır ama, bazen de tersine, ayrılığı kolaylaştırıp bir an evvel boşanmak için başvuranlar da olur. Ve genellikle şu soru sorulur terapiste: "Sizce ne yapalım, ayrılalım mı?"


Bilinmelidir ki, bir terapist asla evliliğin bitmesine veya devam etmesine karar veremez, vermemelidir. Karar eşlere ait olacaktır. Terapist sadece problemlere farklı bir açıdan bakmaya yardım eder ve diyalog kopukluğunu çözmekte yardımcı olur. Hatta ilginçtir, bu yardım bazen evliği kurtarır ama, bazen de boşanmayı hızlandırır.


Zira (ilk anda şaşırtıcı gelse de) boşanmak için bile, diyaloğun düzelmesi gerekir. Çünkü iyi bir iletişim kuramayan eşler, boşanmayı bile beceremezler. Problemli ilişkilerde boşanma fikri, ağızdan kolayca çıkan basit bir çözüm gibi görünse de, yakınlaştıkça uzaklaşılan ve alınması zorlaşan bir karardır. Yani iyi bir diyalog olmadan, iyi bir ayrılık da olamaz. Ve marifet, lanet okuyarak kapıyı çekip gitmek değil, birbirini anlayıp, yürümeyecek bir ilişkiyi beraberce bitirmektir.  Yeterli diyalog olmadan, acele verilmiş ayrılık kararlarının ardından pişmanlık ve geri dönüşler çok görülür zaten. O yüzden "Anlaşamadığımız konusunda anlaştık." demek, hayli önemlidir.


Kim haklı?


Bize en çok sorulan soru budur, yazmıştım. Evdeki problemler anlatılır ve "Siz söyleyin doktor bey, hangimiz haklıyız?" denilir. Oysa biz haklıyı-haksızı ayırma makamı değiliz. Aslına bakarsanız, ikili ilişkilerde bir tarafı haklı, bir tarafı haksız ilan etmek, doğru da değildir. Benim evlilik problemleri için çok söylediğim bir benzetme vardır: İyi bir ceket ile iyi bir pantolon, iyi bir takım olmayabilir. Eşlerin ikisi de mutlu olmak için evlendiğine göre, iki taraf da kendince doğru olanı yapmaktadır zaten. Problem, ona göre doğru olanın, diğerine göre yanlış olmasıdır. Bu da çoğunlukla çocukluktan beri yerleşmiş değer yargıları ve beklentilerle ilintilidir.


Bir aileyi terapiye almıştım. Bayan, kocasının ilgisizliğinden yakınıyordu, erkek de karısının üsteleyici tavrından. Bir görüşmede bayan bana "Artık bıktım." dedi, "Bundan sonra ona hiç yüz vermeyeceğim. Eve gelince 'hoş geldin' derim, yemeğini hazır ederim, akşam da beraber yatarız, o kadar. Onun dışında hiç konuşmayacağım, onu yok farz edeceğim. Görsün gününü." 15 gün sonra görüştüğümüzde, bu tarzı sürdürdüğünü söyledi. "O adım atmadan tavrımdan vaz geçmeyeceğim" diye de ekledi. Sonra kocası ile konuştuk. Eşinin son zamanlardaki tavrı hakkında ne düşündüğünü sordum. "Sağ olsun" dedi, "Hayatımın en huzurlu dönemini yaşıyorum. Karım tam istediğim gibi davranmaya başladı."


Bunun gibi örnekler o denli çok oluyor ki, Nasrettin Hoca'nın meşhur hikayesini hatırlatıyor. Bir kadın gelmiş, uzun uzun kocasından şikayet etmiş, hoca ona "haklısın" demiş. Sonra kocası gelmiş ve o da karısından şikayet etmiş. Hoca ona da "haklısın" demiş. Bunu gören birisi "Hocam bu nasıl iş? Ona da haklısın dedin buna da?" deyince de "sen de haklısın" demiş. İşte biz de terapilerde sıklıkla "Siz de haklısınız" diyoruz.


Ama şunu hatırlatıyoruz her zaman: Biz karşımızdaki kişiyi değiştiremeyiz. Bir insanın onca yıllık huyunun değişmesi hayli zordur zaten. Ama beklentilerimizi ve yorumlarımızı değiştirebiliriz. Yargılamadan, suçlamadan, onun hangi davranışı ne amaçla yaptığını ve hangi davranışlarımızı nasıl algıladığını anlamaya çalışabiliriz. Sadece bu bile çok büyük fark yaratır, emin olun.


Önce tek tek


Evlilik problemi için baş vurulduğunda terapistin ilk yapması gereken, hemen aile yapısına yönelmek değil, önce tek tek bireyleri inceleyip, varsa kişilik problemlerini çözmektir. Zira problemli bireylerden oluşan bir ilişkinin dengeli olması çok zordur. Neden 'imkansızdır' değil de 'çok zordur' dediğimi merak etmiş olabilirsiniz. Zira aklıma bir sadistle bir mazohistin evliliği geldi. Biri acı çektirmekten, diğeri acı çekmekten zevk alan iki hastalıklı bireyin evliliği çok güzel gidebilir mesela. Burada 'ceket-pantolon' örneğini tekrar hatırlayalım.


Konumuza dönersek: Evlilik problemleri için başvuranların çoğunluğunu kadınların oluşturduğu ve erkeklerin genellikle (gurur yüzünden) terapi yardımına sıcak bakmadıkları da, bilinen bir gerçek. Bu yüzden biz terapilere sıklıkla sadece kadınlardan başlamak zorunda kalırız.


Burada bir gözlemimi belirtmeliyim ki, bu güne dek evlilik problemi yüzünden depresyona girmiş çok az erkek hastam oldu. Ama bana depresyon ile gelen kadın hastaların hemen hepsinin evliliklerinde sorun vardı ve depresyonun en önemli sebebi de bu sorunlardı. Bunu, kadınların ikili ilişkilerden çok fazla etkilendikleri biçiminde yorumlayabiliriz. Zaten kadın, 'merkezi kendi dışında olan bir dünya' olarak tanımlamıştır, malum. Yani kadınlar kendileri için ve kendi yollarında yürümek yerine, sevdiklerine (eşlerine, çocuklarına) endeksli biçimde yaşarlar genellikle. Erkeğin ise, ailede yolunda gitmeyen şeylere karşı biraz duyarsız olduğu ve kendisini iş, arkadaş ve hobilerle teselli edebildiği, sık rastlanan bir durumdur. Yuvayı nasıl dişi kuş yapıyorsa, yardım için de genellikle kadınlar baş vuruyor.


Aslında terapiye her iki tarafın da katılması (ki ancak o zaman gerçek bir aile terapisinden bahsedilebilir) evlilik problemlerinin çözümünü çok kolaylaştırır. Fakat yine de, ilişkide problem yaşayan bir bireyin tek başına göreceği terapi bile, faydalı olabilir. Nitekim bir tek bireyle bile aile terapisi uygulanabileceğini savunan terapistler de vardır.


Kişisel gözlemim olarak, bugüne dek evlilik problemleri için bana baş vuranların %60-70 kadarı sadece bireysel görüşme ve terapilerden sonra aile hayatlarında ciddi bir düzelme gördüler ve çoğunda eşleri beraber görmem gerekmedi. Eşlerden sadece birinin değişmesi bile, ilişkiyi gözle görülür biçimde düzeltebilir yani. Siz değişince karşınızdakinin tavırları da değişir çünkü. Biraz duyarsız olsa bile, duvar da değildir hiç kimse. O yüzden her zaman için yapılacak ilk iş, topu karşıya atmadan önce kendini değiştirmeye çalışmak olmalıdır.


Bir başka yanlış ta topu başkasına atmaktır. Özellikle toplumumuzda çok yaşanan gelin-kaynana problemleri, bu yönden ciddi bir önem taşır. Çoklukla gördüğüm bir örnek: Aslında karı-koca arasında ciddi uyumsuzluklar vardır. Ama (genellikle kadın) bu problemleri kabullenmek istemez. Var olan sıkıntıyı da görmezden gelemeyince, kendince bir savunma geliştirip sahte bir çözüm bulur: "Aslında biz eşimle çok uyumluyuz ama kayınvalidem eşimi olumsuz etkiliyor, o yüzden anlaşamıyoruz. O aramızdan çekilse, işler yoluna girer." Bu tavır, gerçek sorunu inkar etmek ve bir günah keçisi bulmaktır. Nitekim takip ettiğim bir çok çift, kadının isteği ile aileden uzağa taşındıkları zaman, evlilik problemleri aynen devam etti.


Bu konuyla ilgili bir diğer önemli gerçek de, aslında evlilik sorunlarının en önemli sebeplerinden birinin, eşlerin kendi çocukluklarından, kendi anne-babalarının evliliğinden miras getirdikleri problemler olduğudur. Kendi çocukluğunda iyi bir evlilik ilişkisi, sağlıklı bir aile ortamı görmemiş kişilerin, üstüne bir de bu yaşantılara bağlı kişilik problemlerinin ve bilinç altında evliliğe dair ön-yargılarının olması yüzünden, sağlıklı bir evlilik kurmaları kolay değildir.


Bir kadın hastam olmuştu. İlk baş vurduğunda şikayeti uykusuzluk, sıkıntı, sinirlilik gibi şeylerdi. Görüşme esnasında eşiyle de ciddi problemleri olduğu açığa çıktı. Eşi alkol kullanıyor ve sık sık da kendisini dövüyordu. Üzücü bir durumdu gerçekten. Ama olayı biraz daha sorgulayınca anlaşıldı ki, bu, kadının ikinci evliliğiydi ve ilk eşinden ayrılma sebebi de yine alkol ve dayaktı. İlginçliğe bakın ki, ilk eşinden alkol ve dayak sebebiyle ayrılan kadın, ikinci eş olarak ta aynı özelliklere sahip birini seçmişti. Elbette tesadüf değil. Sonra çocukluğunu sorgulayınca işin sırrı anlaşıldı. Kadının babası da alkolik ve sinirliydi. Küçüklüğü, babasının evde içki içip dayak atması ile geçmişti. Bilinç altına şu fikir kazınmış oluyordu: "Bütün erkekler içki içer ve dayak atar. Benim evleneceğim kişi de böyle olacak muhtemelen. Ve ben de annem gibi çile çekeceğim." Sonra da bu 'kendini doğrulayan kehanet', iki evliliğinde de gerçekleşmişti.


O yüzden, kişilerin kendi anne-babalarından edindikleri ön-yargıların evliliklerine etkilerini fark etmeleri, çok önemli bir değişim sağlayabilir. Mesela otoriter bir babayla yetişmiş ve ona hayranlığı süren bir kadın için, eşinin yumuşak ve diyalog yanlısı olması, problem olabilir. Veya annesi aktif, girişken olan ve onun bu yönünü benimsemiş bir erkek, karısının sessiz ve pasif olmasını ilgisizlik, sevgisizlik şeklinde algılayabilir. Bu tür yanlış anlamaların farkına varmak için uzman bir terapistin yardımı şarttır.


Boşanmayı düşünmemek


Aile terapisinin başlangıcında ilk önerimiz, boşanmayı hiç düşünmeden, sadece sorunları çözmeye odaklanmaktır. Evlilik terapisine gelen çiftlere, mesela 6 ay gibi bir süre için, ayrılmayı akıllarına bile getirmemelerini tavsiye ederiz. Çünkü "yürümezse boşanırım" fikri, problemlerin çözümünü engelleyen bir kaçıştır. Eşler arasında belli bir konuda gerilim doruğa çıktığında ve ipler gerildiğinde "bu böyle gitmez, ayrılırım daha iyi" fikri, o anki problemi hasır altına atar. Bu teselli ile gerilim azalır ama problem olduğu gibi kalır. Bir süre sonra da her şey eski tas, eski hamam olur tabii. Ve film başa döner. 70. kavga> ayrılma kararı> küsüp susma> sakinleşme> barış> 71. kavga... Oysa boşanma alternatifi düşünülmese, "biz bunu çözmeliyiz" diyerek sorunların üzerine gidilse, o gergin ortam, çözümün en kolay bulunacağı ortamdır. Malum ya, 'demir tavında dövülür'. O yüzden ilk etapta kesinlikle boşanmayı akla bile getirmeden evliliği kurtarmaya odaklanmak gerekir.


Doğru diyalog


Aile terapisinin en önemli amacı, eşler arası diyaloğu sağlıklı hale getirmektir. O yüzden terapi görüşmelerinde belli kurallara uyulması gerekir. Ve ilk kural tabii ki 'konuşmak'tır. Onca sorun yaşadığı halde, birbiriyle haftada bir saat bile konuşmayan nice çift vardır. Oysa insanlar konuşa konuşa anlaşırlar. Konuşulmadıkça biriken kırgınlıklar, umulmadık yerlerde abartılı patlamalara zemin hazırlar. O yüzden terapi haricinde de eşlerin belli bir zamanda (mesela haftanın belli bir gününde bir saat kadar) baş başa konuşmayı prensip haline getirmeleri önerilir. Ayrıca bu konuşmayı sıra ile ve belli sürelerle (örneğin 5'er dakika) yapmak da faydalı olur.


Bu konuşmalarda, önce karşısındakinin ne düşündüğüne, ne hissettiğine dair kendi anladıklarını ifade etmek, sonra da kendi duygu ve isteklerini dile getirmek, ardından sözü tekrar eşine bırakmak gibi bir yöntem uygulanmalıdır. Özellikle "sen böylesin" tarzındaki suçlayıcı konuşmaların ve "hep şöyle yapıyorsun" tarzındaki genellemelerin diyaloğa zarar verdiği bilinmeli ve bunun yerine "senin şu davranışın beni şöyle etkiliyor" şeklinde ifadeler tercih edilmelidir. Zaten "kötüsün, kötüsün!" demeyle, kimse düzelmez.


Konuşurken çok önemli olan bir nokta da 'burada ve şimdi' prensibidir. Geçmişte olan problemleri ısıtıp ısıtıp gündeme getirmek veya geleceğe dair "şunu düzeltince ilişkimiz yoluna girer" gibi beklentilere sığınmak yerine, şu an, burada ne yaşandığı, ne hissedildiği üzerinde durulmalıdır. Ayrıca ifadeyi belirsizleştiren uzun cümleler yerine, olabildiğince kısa ve net ifadelerle konuşmak, anlaşmayı kolaylaştırır.


Kısacası, usulüne göre konuşmayı öğrenerek, kişilerin

1-kendi duygularını anlatmayı,

2-karşıdakinin duygularını anlamayı,

3-ve bunu yaparken de birbirini kırmamayı öğrenmeleri hedeflenir.


Bu tarz bir diyaloğu oturtmak her zaman çok kolay olmaz tabii. Yıllar içinde sinirlerin gerilmiş, kavga etmenin alışkanlık haline gelmiş olması gibi sebeplerle, çiftler bu tarzı yerleştirmekte zorlanabilirler. Bu durumda 'mektuplaşmak' da iyi bir alternatiftir. Anlattığımız tarza uygun olmak kaydı ile, mektup yazarak da duygu ve düşünce paylaşımı sağlanabilir. Hatta bir süre için sorunları yüz yüze konuşmadan sadece mektuplaşmak, her gün karşılıklı birer mektup yazmak gibi şartlar da konulabilir. Tabii gösterilen çabalar hemen bir mucizeye yol açmaz, ama her gayret, uzun vadede mutlaka bir fayda verecektir.


Deneme ayrılığı


Çabalar başarısız olur ve ayrılık ciddi bir seçenek gibi görünürse, son olarak ilişkinin bir süre askıya alınması yöntemine başvurulmalıdır. Bu yöntemde en az 15 gün, eşlerin ayrı yerlerde yaşamaları, asla görüşmemeleri, telefonla bile konuşmamaları önerilir. İlginçtir ki, ilk geldiklerinde "boşanmak en iyi çözüm" diyen çiftler, bu öneriye çoğunlukla soğuk bakarlar. Oysa bir ilişkiyi farklı bir açıdan görebilmenin en iyi yolu, ilişkiye bir süre dışarıdan bakabilmektir. Boşanmayı sağlıklı biçimde değerlendirmenin bir yolu, ayrılığı kısa bir süre denemektir. Hatta bu kısa ayrılıkların her evlilikte ara sıra yapılması bile önerilebilir. Mesela bazı tatil dönemlerini ayrı geçirmek gibi. Bu tür kısa ayrılıklar evliliği tazelemeye yardım eder.


Deneme ayrılığı döneminde, çiftlerin evlilik sorunları kadar, olası bir boşanmada nasıl bir hayat kuracaklarını da düşünmeleri istenir. Hele boşanmakta ısrarlı iseler ve ikinci bir evliliği de düşünüyorlarsa, bu konu daha da ön plana çıkmalıdır.


Bu arada önemli bir bilgiyi de aktarayım: Tüm araştırmalar, ikinci evliliklerin birinciden daha uyumlu, daha mutlu olduğunu gösteriyor. Ama neden, biliyor musunuz? Aslında ikinci evlilik de birincisi gibi problemli gelişiyor. Ama kişi bu kez biraz olsun kendinde hata aramaya başlayabiliyor. "İlk evliliğimde de bu tip problemler vardı. O yüzden ayrıldım zaten. Oysa şimdi de aynı sıkıntıları yaşıyorum. Yoksa asıl sorun bende mi?" diye düşünüp, kendi yanlışlarını fark etmeye ve düzeltmeye başlıyor. İşte ancak o zaman ikinci evliliğinde mutlu olma şansını artırabiliyor. Yoksa aynı davranışların, aynı sonucu doğurması kaçınılmaz olacaktır. O yüzden, deneme ayrılığı döneminde kişinin olaylara bakışında ne gibi değişiklikler olduğunu sorarız. "Bir şey değişmedi. Ben zaten haklıydım. Hata onda. Boşanınca mutlu olacağım." diyenlere, artık yapacak bir şey yoktur.


Boşanma


Eğer tüm çabalara rağmen boşanma kaçınılmaz hale gelmişse, bunun medeni bir şekilde gerçekleşmesi çok önemlidir. Eğer her şey denenmiş ve beraberlik yarardan çok zarar veriyorsa, evliliği sürdürmekte ısrar etmek anlamsızdır. Bazıları için bir tek anlamı vardır bu ısrarın: Çocuklar. Ancak çocukların hatırına evliliği sürdürmek, çoğunlukla faydasız, hatta zararlıdır. Zira çocuklar için kötü bir evlilik, iyi bir boşanmadan çok daha yıpratıcıdır. Her gün tartışma görmek, gergin bir ortamda büyümek, evliliği işkence gibi algılamak, çocuğa çok daha fazla zarar verir.


Birbirini suçlamadan, kötülemeden, "Kişiliklerimiz uyumlu değildi. Devam ettirmek istedik ama olmadı. Bu haliyle hepimize zarar veriyordu. Ayrılmak daha hayırlıydı." diye anlatıldığında, çocuklar da uyum sağlarlar bu duruma. Zaten eğer ayrılık gerçekten işe yararsa ve çocuk anne-babasını ayrılık sonrasında daha huzurlu ve mutlu görürse, bu yeni durumu kolayca benimseyecektir.


Yine de unutmayalım ki, bozmak kolay, yapmak zordur. Bir evi on kişi on günde yapamaz ama, bir kişi bir günde yıkabilir. Problem çıkınca hemen boşanmak, marifet değildir. Esas marifet, uzlaşmak ve evliliği sürdürmeyi başarmaktır.


KIŞ DEPRESYONU


Sevgili dostum


Bu yazıyı Aralık ayının baharı andıran ılık bir gününde yazıyorum. Umarım sen okuyana kadar kış bastırmış olur. Umarım dedim, zira koca kış mevsimi hep böyle bahar gibi gitmemeli. Görünüşte merhametsiz, zahmetli gibi görünen soğuk ve kar gibi olaylarda binlerce hikmet ve rahmet saklı olduğunu biliyoruz. Ziraat mühendisi bir arkadaşım kış soğuklarının bir faydasını anlatmıştı. Buğday gibi tahılların tohumları eğer sıfır derecenin altında belli bir süre kalmazlarsa, baharda yeterince filizlenmiyor, verimsiz oluyorlarmış. İlginç, değil mi? 'Her zorlukla beraber bir kolaylık var' yani. Zaten mevsim devamlı bahar gibi olsa, baharın kıymetini de bilmezdik. O da ayrı.


Kış mevsimi ile beraber sende bir yorgunluk, keyifsizlik, içe dönme olduğunu yazmışsın. "Bu neden oluyor, bir hastalık mıdır?" diye soruyorsun. Aslında bahsettiğin değişiklikler kış mevsiminde hemen tüm insanlarda bir miktar olur. Ama eğer seni rahatsız edecek dereceye varmış ise, hastalık olarak kabul etmek lazım. Nitekim psikiyatride 'mevsimsel depresyon' diye isimlendirilen bir rahatsızlık var. Sonbahar-kış mevsiminde başlayan bu tablo ilkbahara kadar sürebiliyor. Halsizlik, moral bozukluğu, fazla yeme ve fazla uyuma ile seyrediyor. 


Bu rahatsızlığın sebebi tam bilinmemekle beraber, Güneş ışığının azalması ile ilişkili olduğu düşünülmüş. Bilirsin, İsveç, Norveç gibi İskandinav ülkeleri intihar oranının en fazla olduğu ülkelerdir. Bunun bir sebebinin de o bölgelerin Güneş ışığını daha az almaları olduğu anlaşılmış. Güneş oralarda yazın bile fazla yükselmediği ve parlamadığı için, Güneş ışığının bünyeyi uyarıcı etkisi yeterli olmuyormuş; hele kış mevsiminde depresyonlar çoğalıyor, bu da intiharların artmasına yol açıyormuş. 


Peki oralarda kış depresyonuna nasıl bir çare bulmuşlar, biliyor musun? Büyük (1x1 metrelik) panolara floresan lambalar monte etmişler ve evin orta yerine koymuşlar. Hasta (özellikle de sabahları) sık sık 3-5 saniye kadar o lambaya doğrudan bakınca, ultraviyole ışınları göz siniri yolu ile pineal bezini uyarıp melatonin salgısını etkiliyormuş ve bu da ruhsal ve bedensel canlanma sağlıyormuş. Sen böyle bir şey yapamasan da, fırsat buldukça Güneş'e bak; faydasını görürsün. 


Ama bana sorarsan, bu kış depresyonunun hikmetini de biraz düşünmemiz lazım. Çünkü madem bu halsizlik, keyifsizlik ve içe kapanma, kış mevsiminde çoğu kişide oluyor ve buna sebep olan doğal bir mekanizma da vücudumuza konulmuş, bu ruhsal değişimin bir hikmeti, bir faydası olması gerekir. Aklıma şöyle geldi: Dikkat edersen, yaz aylarında hayatımız daha aktif geçer. Pek eve girmek istemeyiz, geziler yaparız, inşaat, çiftçilik, ticaret gibi faaliyetler yoğunlaşır, sosyal hayat canlanır. Özetle, insanlar dış dünyaya yönelirler. Ama bu da ister istemez iç dünyada zayıflama yapar; terazinin iki kefesi gibi. Öyle olunca da, "Ben ne için yaşıyorum? Hedefim nedir? Hatalarım neler? Daha iyi olmak için ne yapmalıyım?" gibi hesaplaşmalar, yaz mevsiminin şamatası içinde genellikle ertelenir. 


Ama kış geldiğinde bu sorulardan kaçmak zordur. Dış dünya soğur, kararır, çekiciliğini kaybeder ve bizi evimize, iç alemimize iter. Hele yazın o coşkusu da gidip hafif bir depresyon da baş gösterince, iç hesaplaşma vakti gelir. İyi ki de gelir. Savaşta yıpranan bir askerin siperde dinlenip yaralarını sarması gibi, insan da kışın manevi yaralarını sarar, dinlenir, hatalarını düşünüp özeleştiri yapar. Yani görünüşte sıkıntı veren kış, sonuçta bir tür rahmete vesile olur. Yeni ve taze baharlar için, bir itici güç hükmüne geçer. 


O yüzden, kış mevsiminin bu yönünü görmeli, şikayet etmek yerine bundan faydalanmalıyız diye düşünüyorum. Halil Cibran'ın da dediği gibi: Bahçemizden geçen kışları kabullendiğimiz gibi, ruhumuzdan geçen kışları da öyle rıza ile kabullenmemiz lazım. 


8 Kasım 2023

YEDİSİNDE NEYSE, YETMİŞİNDE DE O


Soru: İnsanın psikolojik olarak doğuştan getirdiği şeyler nelerdir?


Cevap: Genetik ilminin ilerlemesi ile anlaşılmıştır ki, bu sorunun cevabı 'her şey'dir. Zira insanın bünyesine dair, fiziksel yapısı, vücudun işleyişi gibi her özellik, genetik şifrede yazılıdır. Hatta 'ruhsal' dediğimiz, ama aslında beyin fonksiyonlarına bağlı olan merak, öfke, heyecan gibi duygulardaki farklılıklar da, genetik materyalimizde doğuştan kaydedilmiştir.


Konuyu basit bir benzetme ile açabiliriz. Bir tohumun, içindeki DNA'da yazılı bir potansiyeli vardır. Uygun biçimde ekilir ve bakılırsa o potansiyel açığa çıkar. Ama ne yaparsanız yapın, kabak tohumundan fasulye çıkaramazsınız. Hatta şartlar uygun olmazsa normal ürün bile alamayabilirsiniz. Aynen öyle de, genetik yapımızda bünyemizle ilgili her özellik doğuştan vardır. Mizacımıza, yeteneklerimize, yatkın olduğumuz hastalıklara dair tüm özellikler orada yazılıdır. Öte yandan bu potansiyelin ne kadarının ve ne şekilde açığa çıkacağını da çevresel şartlar ve eğitim belirler.


Soru: Ama "Çocuklar hep aynı yeteneklerle doğarlar, bembeyaz bir sayfa gibi" denilir.


Cevap: Çocuklar doğuşta bembeyaz bir sayfa gibi görünebilirler. Ama o beyaz sayfada aslında gözle görünmeyen yazılar yazılıdır. Bilirsiniz, gözle görünmeyen bir mürekkep ile yazı yazılmış bir sayfaya, özel bir madde sürüldüğünde yazılar açığa çıkar. Onun gibi, genetik potansiyel de zaman içinde, olayların etkisiyle açığa çıkmaya başlar.


Zaten benzer çevresel faktörlerin farklı değişimlere yol açabildiği de bilinen bir olgudur. Örneğin dayak yiyerek büyümüş çocuklardan biri şiddet yanlısı olabilirken, diğeri pasif ve çekingen olabilmektedir. İşte bu farklılık büyük ölçüde genetik materyalle ilgilidir. Yani doğuştan var olan potansiyel özellikler, özellikle çocukluktaki çeşitli faktörlerin etkisiyle, değişik biçimlerde açığa çıkar ve kişilik oturmaya başlar.


Soru: İnsan hayatında ilk 6 yıl gerçekten çok mu önemlidir? Bazıları bunu kabul etmiyor, "Değişim her yaşta mümkündür" diyorlar.


Cevap: Kişilik oluşumunda ilk 6 yaş en önemli dönemdir. İnsan zekasının %80'i ilk 6-7 yılda geliştiği gibi, temel kişilik özellikleri de hemen aynı oranda bu dönemde oturur. Buna itiraz edenler, öğrenmeyi sadece 'beyin kabuğu' fonksiyonu olarak görüyor ve yüksek düzey bilgileri kast ediyor olsalar gerektir. Oysa esas bilgi, daha derine yerleşmiş ve temel kabullerimizi oluşturan, 'zaten bildiğimizi sandığımız' bilgilerdir. Mesela tabiatın işleyişine dair temel kabullerimiz, hayatın (bizce) temel prensipleri, insanlar hakkındaki genellemelerimiz gibi bir çok temel özellik, hayatın ilk yıllarında oluşur. Ve bunlar tüm bilgilerin temelinde yer alırlar. Yani, hatırlanmayan hatıralar, kişiliğin altyapısını oluştururlar. Bitki örneğine dönersek: Küçük bir fidana attığınız bir çizik, o fidan ağaç olduğunda koca bir yarığa dönüşür, bilirsiniz. İleri dönemlerde bu izleri değiştirmek ise hayli zordur.


Gelin, bir çocuğun gelişimini hayalen izleyelim. Unutmayalım ki, dünyaya, hayata, insanlara dair hiç bir ön-kabulümüz olmadan doğuyoruz. Ve ilk tecrübelerimizi kendi ailemizde yaşıyoruz. Diyelim ki bu çocuk kalabalık, gürültülü ve kavgalı bir evde hayata gözlerini açtı. O kalabalıkta herkes bağıra-çağıra ancak meramını anlatabiliyor, her an diğerleri ile sürtüşme ihtimaliyle de diken üstünde duruyor. Bir kenarda kafasını dinleyip rahat rahat çikolatasını yemek mümkün değil. Bu ortamda büyüyen çocuğun zihninde "Bu dünyada normal olanı bu" fikri yerleşir. "Bu hayatta atak olacaksın. İnsanlarla sürtüşme yaşamak doğal. Dikkatli ol, lokmanı kaptırma, kendini ezdirme." İşte böyle bir çocuk büyüdüğünde, hep baskın olmak isteyen, zıtlaşmacı, gergin bir kişiliğe bürünebilir. "Hayat bir mücadele, insanlar acımasız, sürekli gerginim" diye de şikayet eder. Neden böyle düşündüğü, delilinin ne olduğu sorulduğunda ise, "Bilmiyorum" der, "Bana öyle geliyor". O ortamda büyüyünce böyle düşünmesi doğal tabii.


Soru: Ergenlik çağı hangi yönden önemlidir peki?


Cevap: Ergenlikle birlikte kişisel irade devreye girer ve kişilik son şeklini almaya başlar. Özellikle de sosyalleşme sonucunda, var olan kişilik yapısıyla toplumda nasıl bir rolle yer alınacağı belirlenir. Bu dönem, benlik algısının da iyice yerleştiği dönemdir. Yani kişisel özelliklerin farkına varılır ve bunları belli yönlere kanalize etme gayreti başlar. Ancak tekrar hatırlatmak gerekir ki, ham-madde çoktan belirlenmiştir. Bu noktadan sonra yapılabilecek tek şey, eldeki malzemeye olabildiğince şekil vermektir, o kadar. Tabii ki bu da önemlidir ama, kişilik üzerindeki etkisi, çocukluk dönemine kıyasla ikinci derecededir.


Soru: Bu durumda, 'karakter bozuklukları zamanla düzelmez' denilebilir mi?


Cevap: O kadar karamsar olmaya gerek yok. Her doğan çocuk Allah'ın insanlardan ümidini kesmediğinin işareti olduğu gibi, her uyanılan gün de, Allah'ın o insandan ümit kesmediğinin işaretidir. Ancak, insanın genetik materyalini değiştirmek şimdilik mümkün olmadığına göre, mizacımızı, fıtratımızı değiştiremeyiz. Zaten temel özelliklerimizi bile değiştirebilseydik, o zaman artık kendimiz olmazdık. Yapabileceğimiz şey, özelliklerimizi nerede ve nasıl kullanacağımıza karar vermektir. Kendimizle kavga etmek, "Tanrım beni baştan yarat" demek, havanda su dövmek gibidir.


Geçenlerde on yıllarca görüşmediğim birkaç arkadaşımla görüştük. Sohbet sırasında hepimizin dilinden aynı söz çıktı: "Huyun hiç değişmemiş." O an aklıma bir hadis geldi: "Bir dağın yerinden oynadığını duyarsanız inanın da, bir insanın huyunun değiştiğini duyarsanız inanmayın." Zaten "Can çıkar, huy çıkmaz." sözü de boşuna söylenmemiştir.


Soru: Ama bir çok hadis de ahlakımızı güzelleştirmeyi tavsiye ediyor. Huyumuz değişmeyecekse ahlakımızı nasıl güzelleştirebiliriz?


Cevap: Bu konu eskiden beri çok tartışılmış. Bu tartışmanın çözümü kısaca şöyle ifade edilebilir: Huy değişmez ama ahlak güzelleşebilir. Yani var olan huyların, kişilik özelliklerinin kullanma yerlerini, tarzlarını değiştirerek, daha güzel bir ahlak sahibi olunabilir. 


Bunun bir örneği Hz. Ömer'dir. Müslüman olmadan önce de hayli sert ve atak olan Hz Ömer, Müslüman olduktan sonra bu yönünü uygun şekilde, yani zalimlere karşı kullanarak, güzel ahlak sahibi olmuştur. Eğer "Öfkeli olmak iyi değil, Osman gibi yumuşak huylu olmalıyım." diye kendini zorlasa, hatta 'nefsini öldürse' idi, tarihte bu denli iz bırakamaz ve onca fetihleri başaramazdı.


Yani, örneğin zıtlaşmaktan hoşlanan, titiz ve huysuz bir insan,


1- Bu özellikleri dostlarına karşı kullanırsa, ikiliğe, sürtüşmeye sebep olur ve kötü ahlaklı sayılır.


2- Yok eğer, "Bu huyumu değiştireyim, yok edeyim." derse, kendi kendini sıkıntıya sokar ve yıpranır.


3- Ama bu özelliklerini manevi değerlere saldıran medyaya tekzip yollamak, zalimlere karşı mazlumları savunmak gibi faaliyetlere yöneltirse, huyunu değiştirmeden de ahlakını güzelleştirmiş olur.


Tam zıddı bir örnek daha verelim: Mesela yumuşaklık, hayır diyememek ve alttan almak, eğer bizi kötü yollara çeken ahlaksız kişilere karşı sergilenirse, bizi bir batağa sokacak kötü bir huy hükmüne geçer. Böyle bir kişinin yapması gereken, bu özellikleri iyi dostların yanında kullanmak, doğru yolda giden arkadaşlarla beraber olmak ve onların güzel önerilerine uymaktır.


Bir hastam olmuştu. Titizlik ve düzen takıntısı damarlarına işlemiş, "Evde her şey temiz olsun, derli-toplu dursun." diye diye, hem kendisini, hem çocuklarını sıkıntıya sokmuştu. Ona şöyle dedim: "Mükemmelci olmanız bir yönüyle güzel. Ancak bu tarzınızla, 'vazo kırılmasın' derken çevrenizdekilerin kalbini kırıyorsunuz. 'Masa örtüsü beyaz kalsın' derken, kalbinizi karartıyorsunuz. Bu dünya sadece bir karalama defteridir, Cennet değil. Ne kadar gayret ederseniz edin, her şey mükemmel olmaz. Dünyayı düzene sokmaya çalışmak, kaldırması zor, çok ağır bir yüktür. Bu titizliğinizi daha uygun bir yönde, mesela hayatınızı günahlardan temiz tutmak için kullanmaya çalışın. Halıdaki lekelerle değil, kalbinizdeki kirlerle ilgilenin. Bibloları değil, sevdiğiniz kişileri sakının. Hem bu zahmetlerden kurtulursunuz, hem çevreniz rahat eder, hem de sevap kazanmış olursunuz." Daha sonra bu tavsiyemden çok faydalandığını söylemişti.


Kısacası, insanlara "Şu huy kötüdür, bu huy zararlıdır. İnatçı olma, hırs gösterme, zıtlaşma." diye öğüt vermenin faydası pek az ve yüzeyseldir. Hatta yaratılışını değiştirmek gibi, imkansızdır. Bir kaktüse "lale ol" demek gibidir. Oysa denilse ki, "Kabiliyetlerinizi uygun yönlere çevirin. Hırsınızı manevi makamlar için yönlendirin. İnadınızı kötülüklere karşı koymak için kullanın.", hem öğüt fayda eder, hem de uygulanabilecek bir teklif olur.


Soru: 40 yaş civarının özel bir önemi var mıdır? Kırkından sonra insan hiç değişemez mi?


Cevap: Evet, yaş kırka ulaştığında, kişilik kalıcı olmaya başlar, hatta alışkanlık haline gelir, değiştirilmesi çok zorlaşır.


Soru: Peki bu biraz karamsar bir bakış açısı değil mi?


Cevap: Gerçekler hayaller kadar tatlı değildir. İmkansızı istemek, kendine kötülük yapmaktır. İsterseniz çevrenizdeki 40 yaşını geçmiş kişilere sorun. Kırkını epey geçmiş biri olarak ben, epeydir aynı huy üzere yaşadığımın farkındayım. Ne yaparsam yapayım, bazı şeyler değişmiyor. Ama yılların tecrübesiyle, hataların farkına varmak, hangi şartlarda nasıl problemler çıktığını görüp tedbir almak mümkün oluyor tabii.


Soru: Peki kişilik problemleri psikoterapi ile dahi değişmez mi?


Cevap: Psikoterapilerin en derin şekli diyebileceğimiz psikoanalizde bile esas amaç, kişilik özelliklerini, iç çelişkileri yok etmek veya değiştirmek değil, sebeplerini anlamak ve içgörü (farkındalık) kazandırmaktır. Bir psikiyatrist arkadaşım vardı. Hocası tarafından psiko-analizden geçirilmişti. Ama hala aşırı dışa-vurumcu ve mükemmelciydi. Buna karşın, örneğin ufak bir ayrıntıya takıldığı zaman kendi kendine "Bak yine replasman yaptım. Anlaşılan dünkü stresin etkisi hala sürüyor. Şu konuyu daha fazla represe etmeden çözeyim artık." derdi.


Yani esas marifet, kendimizle kavga etmek, halimizden şikayet edip başka bir insan olmaya çalışmak değildir; çocukluktan beri gelen yetenek ve zaaflarımızı, zihnimize kazınmış kişilik tarzımızı eğrisiyle-doğrusuyla kabullenip, bu malzemeyle nasıl bir sentez yapabileceğimizi bulmaktır.


ÖLÜMCÜL ESPRİLER


Bir belgeselde izlemiştim. Bir dağcı, Everest tepesine tırmanma hakkında konferans veriyordu. Konu tırmanışın en riskli aşamalarından birine gelmişti. İki yanında dik ve derin uçurumlar bulunan bir sırttan geçişi anlatıyordu.


“Burası geçmesi çok zor bir yerdir. Çok da risklidir. Zira iki taraftan birine yuvarlanabilirsiniz. Eğer sol tarafa düşerseniz 2400 metre, sağ tarafa düşerseniz de 3500 metre aşağıya inersiniz.” Ve bir an durup, “Sağ tarafa düşmek daha iyi.” dedi. “Böylece biraz daha uzun yaşamış olursunuz.”


Seyirciler birkaç saniyelik bir duraklamadan sonra gülmeye başladılar. Espri ilk anda anlaşılmayan bir incelikteydi zira. İki tarafa düşünce de ölüm kesindi ama, sağ tarafa düşünce, dibe varana kadar biraz daha fazla zaman geçeceği için ‘biraz daha uzun’ yaşanmış oluyordu. Trajikomik bir anlatımdı gerçekten de.


Ve bu anekdotu anlattığım hemen herkes, espriyi yine birkaç saniye sonra anlayıp bayağı güldüler. Ama çoğu bunu ömür boyu unutmayacaktır muhtemelen. Zira anlatılan olay, olağan dışı bir koşulla ilgili görünse de, özünde gerçek hayatımızla bire bir örtüşüyor. Günümüzün moda konularından olan “Ne yaparsak daha uzun yaşarız?” sorusunun gerçek cevabı da burada. Ne yaparsak yapalım, ancak ‘biraz daha uzun’ yaşarız. Ama sonuç aynıdır. Her şartta kabre ‘düşeceğiz.’ Düşündürücü gerçekten.


Bu konuda, başımdan geçen bir olayı da aktarmak isterim. Dini yaşantısı pek olmayan bir arkadaşla sohbet ediyorduk.


Sordu: “Ne yapıyorsun?”

“Koşturuyorum.” dedim.

Gülerek “Nereye?” dedi.

“Kabre.” dedim.

“Ne diyorsun ya?” dedi. “Nasıl cevap o?”

“Ne demeliydim sence?” diye sordum. “Kısa vadeli bir hedef belirleyip, örneğin 'çocukların eğitimi için' filan mı demeliydim? Uzun vadede yolun sonu belli.”

“Hık-mık.” deyince de bir örnekle açtım:

“Bu hayat 110 metre engelli koşusu gibi. Arka arkaya engeller var. İlkokul, lise, üniversite, iş, evlilik, emeklilik, çocukları evlendirme vs. Ama bitiş çizgisi mutlaka ölüm. Şu an önümde olan engelden mi bahsetmeliyim sence, varacağım son çizgiden mi?”


Ve hayali bir örnek verdim:

110 metre engelli finali başlamak üzere. Spiker bir atlet ile röportaj yapıyor:

“Hedefiniz nedir?”

“İlk engeli geçmek.”

“??? Peki sonra?”

“İkinci engeli geçmek.”

“Daha?”

“Üçüncü engeli geçmek.”

“???”


Dünyada böyle cevap verecek bir atlet yoktur herhalde. Ama benzer cevaplar veren insanlar hayli çok. Hatta bizim de bazen benzer cevaplar verdiğimizden eminim. Dedim ya, düşünmek lazım.


MODERN PSİKİYATRİ ÜZERİNE


Soru: Bir arkadaşım, yoğun iç çatışmalar yaşadığı dönemde bir psikiyatriste görünmeyi düşünmüştü. Ben ise ona, bir psikiyatristin derdine derman olamayacağını söyledim. Zira günümüz sağlık algısının ve biyolojiye batmış modern psikiyatrinin, hastaları 'tamir edilecek bir aygıt' gibi gördüğünü, 'hasta'yı aşıp 'insan'a varamadığını, dolayısıyla insana fayda veremeyeceğini düşünüyorum. Sizin modern sağlık algısına ve Freud'cu psikiyatriye dair değerlendirmenizi merak ediyorum.


Cevap: Öncelikle, modern-mekanik psikiyatri ile Freud ekolünü aynı kefede değerlendiriyorsunuz ancak, bunlar birbirine zıt iki ekoldür. Şöyle anlatayım:


Psikiyatri dünyasında çok yapılan bir yorum vardır: "Freud zamanında beyinsiz bir psikiyatri vardı, şimdi ise ruhsuz bir psikiyatri var." Zira Freud'cu yaklaşım, akıl hastalıklarının organik sebepleri hakkında fazla bilginin olmadığı bir dönemde gelişmişti ve soyut teoriler eşliğinde bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Buna karşılık, her hastayı ayrı bir birey olarak özenle ele alma ve uzun analizler yapma lüksüne de sahipti. Ancak psikiyatri bilinir hale gelip hastaları çoğaldıkça, bu bireysel, epey de subjektif tarzın devam etmesi imkansız oldu. Üstelik ortak bir dil ve sınıflama olmayınca, bilginin paylaşılması ve hizmete standart getirilmesi de mümkün olmuyordu.


Zamanla psikiyatri ayrı bir branş olarak gelişip, psikiyatri hastaları da ciddi bir kitle oluşturduğunda, hastalıkları kategorize etmek, tedavileri şematize etmek, pratik ve ekonomik tedavi yöntemleri geliştirmek, bir zorunluluk haline geldi. Bu arada gerek teşhis yöntemlerinde, gerekse de hastalıkların organik sebeplerini bulma ve ilaçla tedavi etme konusunda önemli gelişmeler oldu. Ve sonuçta, sayıları milyonları aşan hastaları belli kalıplardaki ilaçlarla (ve genellikle sadece ilaçlarla) tedavi etme yaklaşımı, iyice ön plana çıktı.


Çoğu psikiyatrist günümüzdeki bu tarzı çok beğenmese de, bunun tarihsel süreç içinde doğal, hatta kaçınılmaz bir değişim olduğunun farkındadır. Zira bilimler, imkan ve ihtiyaçlara göre gelişirler. Modern toplumda psikiyatri hastaları o kadar fazla ki, tüm bu insanların bir avuç psikiyatrist tarafından bireysel analizle ele alınmaları imkansız. Hatta bu sebeple, en bireysel yaklaşım olan terapiler dahi, gurup terapileri biçimine çevriliyor. Amaç, az sayıdaki uzman ile çok sayıda hastaya hizmet verebilmek, yani verimliliği artırmak.


Ayrıca geliştirilen ilaç tedavilerinin şaşırtıcı düzeyde etkin oldukları da bir gerçek. Aylarca süren terapilerle ancak kısmen düzelebilen bir depresyon hastası, on beş günlük bir ilaç tedavisinden sonra size teşekkür edip işine dönebiliyor. Bu da günümüzün yoğun yaşam çarkında ilaç tedavisini daha cazip kılıyor.


Ancak şu da var ki, tıbbın önemli bir kuralı psikiyatride de geçerlidir: "Hastalık yoktur, hasta vardır." Bir kişinin çıkmaza girmesine yol açan temel problemlerini, kişisel açmaz ve saplantılarını çözmeden, yani onu ayrı bir birey olarak ele alıp tedavi etmeden, sırf ilaç kullanımı ile meseleyi kökünden halletmek tabii ki beklenemez. Ama günde otuz-kırk hastayla yüzleşen bir hastane hekimine "Hastaları kategorize etme. İlaca sığınma. Hastayı aşıp insana ulaş." demek de çok ütopik bir beklenti olur.


Şu noktada ise haklısınız ki, modern psikiyatri, temelleri itibariyle biraz 'ruhsuz' bir bilimdir ve insanı 'düşünen hayvan' olarak gören materyalist anlayışın etkisinde kaldıkça da böyle olacaktır. Ama bunun değişeceğine dair işaretler de var. Anti-psikiyatri ekolü itekleyerek, varoluşçu psikiyatri de çekiştirerek bu açmazın açılması için çalışıyorlar.


Özetle söylersek, günümüz psikiyatrisi, idealden uzak diye modern psikiyatriye tümden sırt çevirmek, insafsızlık olur.


Soru: Anti-psikiyatri hakkında ne düşünüyorsunuz?


Cevap: 'Anti-psikiyatri' günümüz psikiyatrisinin eksikleri sebebiyle ortaya çıkmış, birçok haklı itirazı olan, ama kendi adına mantıklı çözüm önerileri olmayan bir akım pozisyonunda. Sadece iktidarı tenkit etmekle uğraşan bir muhalefet partisi gibi. Zaten adının ‘anti’ içermesi, onun çözüm üretmek yerine yanlışları göstermekle yetindiğini ima ediyor. Ve bu ekole kalsa, kendine ve yakınlarına zarar verme, hatta cinayet işleme riski olan akıl hastalarının, tedavi edilmeden serbestçe yaşamalarına izin vermeniz gerekir.


Zaten bu ekolün başını çeken kişilerin önemli bir kısmı, delilikle dahilik arasında salınan, psikiyatrik rahatsızlıkları da olan kişilerdir. Toplumun kendilerini anlamadığı, yaftaladığı, zorla tedavi etmeye çalıştığı düşüncesi ile, psikiyatriye karşı düşmanlık besledikleri için bu ekolü desteklerler. Tabii hepsi böyledir demiyorum. En aykırı fikirlerde bile bir hakikat çekirdeği olacağını unutmayalım.


Soru: Varoluşçu psikiyatri hakkında ne dersiniz?


Cevap: Varoluşçu psikiyatri bazı doğru tespitlerden köken alıyor. İnsanın varoluş sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği, hayatına anlam kazandırmak zorunda olduğu, ancak ölüm gerçeği ile yüzleşerek hayatın dolu dolu yaşanabileceği gibi. Bununla beraber, bu ekol epey soyut bir yaklaşım olduğu için, uygulayıcıların bakış açısına bağlı olarak çok farklı çizgilere varabiliyor. Ayrıca bireye fazla odaklandığı için toplumsal etkileri yok sayabiliyor. Zaten felsefi altyapısının genellikle dinden soyutlanmış olması da, büyük resmi görmeyi engelliyor. O yüzden bu günkü haliyle varoluşçu yaklaşım, sadece belli durumlarda ve belli hastalarda verimli olabilen bir çeşni hükmünde.


Bence günümüzde inançlı bir psikiyatristin yapması gereken şey, psikiyatri dünyasına Kur'an gözüyle bakıp kendine has bir psikiyatri felsefesi oluşturmak. Bu felsefeyi temele koyduktan sonra, uygulamada her ekolün doğru kısmını bu ana şablona ekleyerek, verimli bir çizgi oluşturabilir.


Soru: Doktorlara karşı insanlar mutlak bir teslimiyet gösteriyorlar. Söyledikleri tartışılmaz birer gerçek, reçeteleri ise mutlak surette uyulması gereken kutsal metin gibi algılanıyor. Oysa doktor da insan olduğuna göre, böyle bir iktidar gücü problemli değil mi?


Cevap: Doktorlar karşısında herkesin benzer bir duygu yaşadığını söyleyemem. Bazı hastalar da tersine, çok şüpheci ve zıtlaşmacı bir yaklaşım gösterebiliyor. Ancak çoğunluğun sergilediği tavır biraz dediğiniz gibi, evet. Ama hastanın içinde bulunduğu durumu düşünürsek, bu tavır şaşırtıcı da değil. Ufak bir kederle veya küçük bir mikropla hayatı alt-üst olan bir insanın, bu acizlik içinde güçlü bir figüre yapışmak istemesi, gayet doğal. Tabii hekim tavsiyesinin ve ilaçların sadece birer sebep olduğunu, gerçek şifa vericinin Allah olduğunu unutmamak lazım.


Özellikle bizimki gibi bağımlı kişilik özellikleri belirgin toplumlarda, hekimi bir tür büyücü gibi görmek ve bir dokunuşu ile tüm dertlerinin geçmesini beklemek, çok düşülen ciddi bir yanlış. Hatta diyebilirim ki, ülkemizdeki sağlık problemleri içinde en önemli faktörlerden birisi, bu abartılı beklentiler. Zira aşırı ve mucizevi beklentilerle başlayan bir tedavi süreci, o hayaller gerçekleşmediğinde yerini hayal kırıklığına bırakabiliyor. Aldığı ilaçlar iki-üç gün içinde tüm şikayetlerini çözmedi diye, doktor doktor gezen hastalar çok. Hastanın doktoru sadece bir yardımcı, bir yol gösterici olarak görmesi ve mucize beklememesi çok daha sağlıklı olur.


Soru: Size gelen herkes bir hikaye bırakıp gidiyor. Bu kadar çok hikayeye şahit olmuş birisi olarak, hayatı nasıl görüyorsunuz? Hayat, hep acı çekmek mi demek? Allah'ın her şeyde yarattığı güzelliği, bu acıların neresinde bulabiliriz?


Cevap: İnsan, yaradılışı itibarıyla her şeyi ister, ama hiçbir şeye gerçek anlamda sahip olamaz; her şeyden etkilenir, ama hiçbir şeye sözü geçmez; sonsuz bir hayat ister, ama ölümlü olduğunu bile bile yaşar. Bu açıdan, bir insan için acı çekmek, doğal bir duygudur. Ama bu acının çözümünü arayan ve bulan insanlar için de (Kur'an'ın dediği gibi) ne bir korku, ne de bir hüzün kalmaz.


Bugüne dek dinlediğim tüm hikayelerin özü, bu dünyada Cennet hayatı yaşama arzusundan, dünyanın bir sınav meydanı olduğunu, burada rahat peşinde koşulamayacağını unutmaktan ibaret bence.  Bu noktadan bakarsak, bahsettiğiniz güzelliği, zıddından hareketle görebiliriz. Zira yanlışın yanlış olduğunu görmek de bir tür doğru olur. Mutluluğu yanlış yerde ve yanlış bir tarzda arayanların mutsuzluğa düşmeleri, dolaylı da olsa bir hayır ve güzelliktir.


Soru: Geleneksel hayat tarzında merkezde ölüm varken, modern çağda hayat öncelenmiş durumda. Bu durumda modern insanın hayata dair çok şey biliyor olması beklenirken böyle olmamış. Hayatın kendisinden çok, ayrıntılarıyla meşgul olunmuş. Böylece hayat ve dünya, insana bir 'ev' olmaktan çok, sırtında taşıdığı bir 'yük' olmuş görünüyor. Bu ağır yükten yorulan insanların yardım beklediği biri olarak, sizce ıskalanan şey nedir? Hayat ve dünya, bir yük değil de, yaşanılır şeyler olabilir mi?


Cevap: Aslında önceki sorunuza verdiğim cevap bu soruyu da karşılıyor. Ama ölümden bahsettiğiniz için konuyu oradan açayım.


Ölüm bu hayatın en kesin gerçeği. Hatta tek kesin gerçeği. Ve ölümü çözmeden hayatı çözmek mümkün değil. Küçücük çocuklar bile "ben nereden geldim?" sorusunu ve hemen ardından, "ölünce nereye gideriz?" sorusunu cesaretle sorarken, ölümü çözemeyen, çözülmez sanan ya da bulacağı cevap 'işine gelmediği' için çözmeden bırakan insanların, hayatlarına doğru bir anlam katmaları çok zor. Olsa olsa sahte teselliler, geçici oyuncaklar ve yalancı ilahlarla oyalanır ve bir süreliğine kendilerini uyutup kandırabilirler.


Ama ne zaman ki insan zayıflığını, muhtaçlığını, ölüm karşısındaki çaresizliğini itiraf eder ve çözüm için 'yalvarırsa', o zaman 'içine düştüğü o kuyunun duvarı yarılır ve şahane bir bahçeye bir kapı açılır.' Yoksa "Ben kendime sahibim, kendime güveniyorum, kendi adıma yaşıyorum. Ölümü düşünmek de istemiyorum." mantığında inat eden bir insan için, sahte cennetler dahi cehennem olur.


Zira bir dünya cenneti kurmak, faraza kurabilse dahi onu bozulmaktan korumak, sürekli elde tutmaya çalışmak ve öleceğini bile bile ama ölüm yokmuş gibi yaşamak, kaldırılacak bir yük değildir. Hayat gemisinin sahibine dayanıp tevekkül etmek ve 'yükünü gemiye bırakıp' zahmet çekmekten kurtulmak lazım.


Soru: Modern tıp bütün mesaisini hayatın kötü yönü olarak gördüğü hastalıkları tedavi etmeye harcıyor. Peki 'kötü'süz bir hayat mümkün mü? "Hayat tedavi edilecek bir şey değil, yaşanılacak bir şeydir." desek nasıl olur?


Cevap: Dediğim gibi, burası Cennet değil, Cennet başka yerde. Burası sınav yeri. Güzellikler de var, çirkinlikler de. Modern tıp ise burayı Cennet yapma hevesinde. Hastalıkların genetik yoldan kökten tedavisi, kusursuz insan yaratma, hatta ölüme çare bulma gibi beklentiler var. Sonuç ise sıfıra yakın. Ölüme çare bulunmuş değil. Yaşam süresi artmakla beraber modern hayatın koşturmacası ile zaman rüzgar gibi geçtiğinden, bunun etkisi çok sınırlı. Üstelik bazı hastalıkların çaresi bulunuyor ancak sürekli yenileri ortaya çıkıyor.


Özetle, asırlar geçti, çok şey değişti ama insanın temel sorunları hala değişmedi. O yüzden eski insanlar neleri hayal etmiş, nelere üzülmüşlerse, şimdiki insanlar da aynı arzular ve aynı dertlerle dolu bir hayat yaşıyorlar. Bu durumda Cennet hayalinden vazgeçmek ve sınav dünyasının gerçeklerini kabullenmek zorundayız bence.


Soru: Modern tıbbın normal gördüğü insanların hayatına bakıldığında, hiçbir orijinalliği olmayan, sıradan hayatlar görüyoruz. Buna karşılık eşsiz eserler bırakmış nice insanın delilikle suçlandığına şahit oluyoruz. Bu da 'normal' kavramını sorgulatıyor doğal olarak. Normal nedir?


Cevap: Önemli bir noktaya değindiniz. 'Normal'in tarifi, modern psikiyatride hala bir sorundur. Bazılarına göre normal olan bazılarına göre anormal olabilir. Burada ciddi bir referans noktası eksikliği var. Toplumun ortalamasını normal olarak kabul ettiğiniz zaman, uç kişilikler dışlanıyor veya zorla 'tedavi' edilebiliyorlar. Sanki tekdüze bir toplum hedeflenmiş gibi oluyor. Burası anti-psikiyatristlerin haklı oldukları nokta.


Ancak inançlı hekimler için böyle bir sorunun olmaması gerekir. Zira bizim 'normal insan' referansımız var. Yani peygamberler. Ve onları incelediğimizde hiç de 'orijinalliği olmayan, sıradan' hayatlar görmüyoruz.


Burada akla gelen bir soru, peygamberlerin dahi bazılarınca anormal (deli) olarak görülmesidir. Öncelikle, dini inançlar, psikiyatri alanına giren 'anormal' kavramında değerlendirilemez. Zira bir kültürel grup tarafından onaylanan düşüncelere 'patolojik' (hastalıklı) damgası vurulmaması gerektiği tüm psikiyatristlerce kabul edilmektedir.


Ayrıca, konuşması mantıklı, davranışları düzgün, özbakımı yerinde, insan ilişkileri iyi olan birisinin, sadece "ben melekleri görüyorum" demesi ile ona akıl hastası denilemez. Zira gerçek hastalık, hayatın neredeyse her sahasında arıza çıkaran bir bozulmadır. O yüzden faraza eski peygamberlerden birisi günümüzde olsaydı ve aynı tebliğ faaliyetlerini yürütseydi, mantıklı hiçbir psikiyatrist ona 'deli' demezdi muhtemelen.


Sıradan hastalara dönersek: Hasta olarak değerlendirdiğimiz ve tedavi ettiğimiz kişilerin hiç birinden, "O halim daha iyiydi. Beni neden tedavi ettiniz?" şeklinde bir yakınma duymadım. Bunun sadece kısmi bir istisnası vardır ki, bazı hastalar kendilerinde bir anormalliğin olduğunu kabul etmekle beraber, dengeli, normal bir hayat yerine, onlara daha kolay ve heyecan verici gelen hayali dünyalarını tercih edebilirler. Ama eğer "Bırakalım kendi kendine hayaller kursun, sesler duysun, onlarla konuşsun, kendini Süpermen zannetsin" derseniz, o çarpılmış gerçekliğin hastaya neler yaptıracağını da bilemezsiniz. Sonuçta da bu gereksiz şefkatten cinnet cinayetleri çıkabilir.


Gerçi bazı meczupların 'doğruları söylemek için Allah tarafından seçilmiş kullar oldukları' üzerine rivayetler de vardır, ama meczupların tedavisine dair hadisler de vardır. Din merkezli görüşün, akıl hastalarını 'gerçeği bulmuş kişiler' diye gördüğünü söylemek, yanlış olur. Olsa olsa hor görmeden şefkatle yaklaşmaktan bahsedebiliriz.


Zaten kadim kültürün sağlık tanımının şimdikinden çok da farklı olmadığını biliyoruz. Ancak onların hastalık haline bakışları, şimdikinden farklıydı. Yani günümüzde yaygın olan "Güzelce yaşamak varken, nereden çıktı bu hastalık?" sızlanışına karşı "Hastalık günahları temizler; ilahi bir ikazdır." yorumu ön plandaydı. Hastalığa şifa aranırdı ama, hastalığın hikmeti de düşünülür ve fazla şikayet edilmezdi.


Soru: Evet, nitekim bir veli şöyle demiş: "Derman arardım derdime; derdim bana derman imiş." Ve çoğu salih zat, hastalığı kurtulmak istenilen bir bela değil, Allah'ın iltifatı olarak görmüşler. Siz ise derdine derman arayanlara yardıma çalışıyorsunuz. Bu bir açmaz değil mi?


Cevap: Hastalıklar insanlara musallat edilmiş, ta ki insan acizliğini anlasın, rabbine yönelsin, ahiretine çalışsın, günahları da temizlensin. Buna katılıyorum tabii ki. Ama bu mantıktan hareketle "Hastalıkları tedavi etmeyelim. Bırakalım acizliklerini anlasınlar." da diyemem. Zaten dinen de 'tedavi için sebeplere baş vurup ilaç kullanmanın meşru olduğu' vurgulamıştır. (Tesiri ve şifayı Allah'tan bilmek kaydı ile tabii ki.)


Ben pratikte hastalarımı onların da istediği bir iyilik durumuna getirmek için çabalıyorum ama, bir yandan da hastalığın açtığı acizlik penceresinden, hayata başka bir gözle bakmayı öğrenmelerine de çalışıyorum. Sanırım dengeli yol ve peygamber sünnetine uygun tarz da bu olsa gerek.


Soru: Tüm insani çabaların ve tedavi girişimlerinin özü, mutluluğu yakalamak olarak görünüyor. Peki sizce mutluluk nedir? İnsan nasıl mutlu olur?


Cevap: Eski metinlerde, mutluluk anlamına gelen 'saadet' kelimesi, genellikle saadet-i ebediye (Cennetteki sonsuz mutluluk) anlamında kullanılırdı. Diğeri, yani dünyadaki saadet, bel bağlanmaması gereken, geçici, aldatıcı, sahte bir mutluluk olarak görülür ve pek de arzu edilmezdi. Ve ilginç olarak, dünyevi mutluluktan fazla bahsetmeyen o insanlar, mutlu olmak için her yolu deneyenlerden çok daha mutluydular. Belki de bunun sırrı kendi içinde. Yani bence, 'mutlu insan, mutlu olup olmadığını düşünmeyen ve mutluluk peşinde koşmayan insandır'. Yani, bu dünyada Cennet saadetini beklemeyen, sadece bu sınavda olabildiğince doğruları yapıp Allah'a dayanarak iç huzurunu yakalayan, Cennet hayalini öteye erteleyen insan. Zira burası bir sınav dünyasıdır, lezzet, ücret ve mükafat yeri değildir.


Bu durumda özet bir mutluluk tarifi de yapabiliriz: Allah'a güvenmek ve Cennet'i umut etmek. 


7 Kasım 2023

EŞCİNSELLİK ÜZERİNE


Son yıllarda LGBT hareketinin yaygınlaşması, özellikle eşcinsellik konusunu sık sık ülke gündemine taşıyor, malum. O yüzden bu konuya biraz değinmek istedim. Ancak sadece erkek eşcinselliğinden bahsedeceğim. Zira kadınlarda eşcinsellik hem daha nadirdir, hem davranışa etkileri daha az ve perdelidir, hem de (örneğin evlenince) kolayca kaybolabilir. 


Konunun tarihçesiyle başlamak adettir. Bu yönelimin Lut kavminden beri var olduğunu hepimiz biliriz. İlginç olan, çoğumuzun üzerinde konuşmayı ayıp saydığı bu konuda, Kur'an'da birçok yerde açık ifadeler geçmesidir. İsteyenler Hud, Hicr, Şuara, Neml ve Ankebut surelerine bakabilirler. Demek ki neymiş? Lut kavmi kadar eski, yok farz edilmeyecek kadar önemli, herhangi bir insanî yanılgı kadar da konuşulabilirmiş. 


'Yanılgı' deyince, eşcinselliğin 'normal' mi 'anormal' mi olduğunu da baştan konuşmak lazım sanırım. Gerçi günümüz psikolojisinde neyin normal, neyin hastalıklı olduğuna dair net bir tanım yok ama, somut bilimsel verilerden hareketle 'normal'in ne olduğunu araştıran bir bilim var: Sosyobiyoloji. Bu bilim dalı aslında evrimci bir bakıştan köken almıştır ama, vardıkları bazı sonuçlar dindarları bile şaşırtacak noktalara gelmiştir. Örneğin çok çocuk sahibi olmanın mantıklı bir tercih, erkek kıskançlığının doğal, hatta gerekli bir yönelim, erkek çok-eşliliğinin de daha verimli bir tarz olabileceği gibi çıkarımları dahi var. 


Konumuza gelirsek, sosyobiyolojik bakışa göre tüm canlıların ana hedefi, genlerini gelecek nesillere aktarmaktır. İşte bu noktadan eşcinsellik, üremeye katkı vermediği, hatta baltaladığı için normal sayılamaz diyen birçok sosyobiyolog var. Ve bu bilime, Psikiyatri dünyasının en temel kitabı olan Kaplan's Psychiatry'nin 90'lı yıllardaki baskılarında hayli yer verilmişti. Ben de ilk kez orada gördüm zaten. Ama o kitabın günümüzdeki baskılarında bu bölümü bulamazsınız artık. Anlaşılan "hoşgörü istiyoruz" diyen bazı çevrelerin farklı fikirlere hoşgörüsüzce baskı yapmalarına kurban gitmiş. Velhasıl, bu konu daha çok su götürür deyip devam edelim.


Eşcinselliğin yaygınlığı konusunda rivayetler çeşitli. Bu konuda kapsamlı araştırmalar sadece batı ülkelerinde var. Çıkan yüzdeler ise hayli çelişkili. Erkeklerde %1 yaygınlıktadır diyen yayınlar da var, %5 olduğunu söyleyenler de. Anlaşılan, o ülkelerde bile bu yönelim pek rahat ifade edilmiyor. Yani oralarda bile, bu çizgide olanların çoğu, tercihlerini bir nedenle gizliyorlar. 


Sebeplerine ise biyolojik ve genetik faktörlerle başlayalım: Aslında hepimizin vücudunda karşı cinsin hormonlarının az miktarda da olsa bulunduğunu biliyor muydunuz? Zaten öyle olmasaydı, tüm erkekler aşırı sert ve maço, kadınlarsa aşırı kırılgan olurlar ve cinslerin birbirini anlayıp hissetmeleri de mümkün olmazdı. Ancak normalde var olan bu minik yönelimler, genetik veya çevresel bazı faktörlerle ciddi düzeyde artabilir ve eşcinselliğe yatkın bireyleri netice verebilir.


Hormonlardan bahsetmişken, doğrudan eşcinsellikle ilgili olmasa da, bir araştırmayı paylaşmak isterim. 2000'li yıllarda Londra'nın içinden geçen Thames nehrinde balık popülasyonunun çok azaldığı görülmüş. Sebepleri incelenince, erkek balıkların dölleme yeteneklerini kaybettikleri fark edilmiş. Bunun sebebi ise Reading Üniversitesi araştırmacıları tarafından bulunmuş. Londra'da doğum kontrol hapı kullanan kadınların idrarlarının nehre karışması ile, nehir suyunda yüksek seviyede kadınlık hormonu olduğu, bu yüzden nehirde yaşayan erkek balıkların hormonal değişiklik yaşayıp kısırlaştıkları anlaşılmış.


Buradan hareketle, günümüz dünyasında tükettiğimiz hangi ürünlerden ne tür maddeler aldığımızı ve bunlardan nasıl etkilenebileceğimizi tahmin edebilirsiniz. İsterseniz 1900'lerin başlarından kalan fotoğraflara bir bakın. O dönemde erkeklerinin çoğunun, hapishane kaçkını görünümlü, her an kavgaya hazır, çok sert tipler olduğunu görürsünüz. Günümüzde 'aşırı maço' diye nitelenen o profil, eskiden standarttı neredeyse. Nitekim bazı araştırmalar erkeklerde testosteron seviyelerinin ve sperm sayılarının son yıllarda giderek azaldığını göstermiştir. Tüm bu bilgilerin ışığında, eşcinselliğin giderek yaygınlaşmasına çok da şaşmamak lazım sanırım.


Genetik yönüne gelirsek, bu konu üzerinde kesin bir sonuç henüz olmasa da, eş-yumurta ikizleri üzerine yapılan çalışmalar, eşcinselliğin genetik bir temelinin de olduğunu ciddi biçimde düşündürüyor. Bu da etik tartışmaları tetikliyor tabii.


Geçenlerde bir psikiyatrist arkadaşım telefonla aradı. Kısa bir girişten sonra "Baksana" dedi, "Biliyorsun, son araştırmalar eşcinselliğin bazı durumlarda neredeyse önlenemez olduğunu gösteriyor. İşin doğuştan gelen genetik bir boyutunun olduğu ortada. Yani bu kişilerin en azından bir kısmı, yaratılışlarında var olan genetik yönelim dolayısıyla o yola sapıyorlar. Oysa biz dini yönden, bunun kabul edilemez olduğunu, hatta ceza gerektirdiğini okuyoruz. Nasıl çözüyorsun bu ikilemi?" 


Ona, "Belki garip bir örnek olacak ama" dedim, "biliyorsun, mesela çok-eşlilik de erkekler için genetik ve doğal bir yönelimdir." 

"Evet?" dedi. 

"Peki sen çok-eşli misin?" diye sordum. 

"Tabii ki hayır" dedi. 

"Neden?" diye üsteledim, "İçinde böyle bir meyil yok mu? Açık konuş lütfen." 

"Var tabii." dedi, "Ama hem eşim buna izin vermez, onu üzmek istemem. Hem de toplumsal kurallar, kanunlar gibi bir yığın engel var, biliyorsun. O yüzden asla düşünmem." 

"Kendi sorunun cevabını kendin vermiş oldun." dedim. "Eşcinsellik de bazı kişiler için genetik bir temelden kaynaklanan, neredeyse zorunlu bir yönelim olabilir ama, o kişilerin bu yönelimlerini kontrol etmeleri beklenebilir." 


"Ama" dedi, "mesela bilirsin, beyindeki bazı bozukluklar, örneğin temporal epilepsi gibi hastalıklar, kontrolsüz saldırganlıklara yol açabiliyor. Böyle bir hastalığın etkisiyle, bilinçsizce birisini öldüren şahıs ceza görür mü? Görmez. Bünyesel hastalığın etkisiyle bu suçu işlediği tespit edilirse, Ceza Kanununun ilgili maddesine göre cezası ya hafifletilir ya da tamamen affedilir. Buna ne diyeceksin?" 

"Peki" dedim, "o hasta, cezası affedildikten sonra bir cinayet daha işlesin diye serbest mi bırakılır, yoksa hastalığı düzelene kadar tedaviye alınıp sonra da kontrol altında mı tutulur?" 


"İyi de" dedi, "dinen eşcinsellerin öldürülmesine hükmedenler çok. Bu devirde bu hükmü savunabilir miyiz sence?"

"O hesapla" dedim, "Kur'an'da hırsızlık yapanın elinin kesileceği de yazıyor. Ama tüm alimler bunun şartlara bağlı olduğunu söylüyor ve örneğin aç bir çocuğun bir ekmek çalmasına el kesme uygulanmayacağı üzerine hemfikirler. Bu konuda da tüm faktörleri değerlendirerek bir hüküm verilir herhalde." 


Geçelim olayın psiko-sosyal yönlerine. Önce aile ve yetiştirme ile ilgili faktörlere kısaca göz atalım: Bu konuda en çok üzerinde durulan etkenler, annenin kocasına baskın, oğluna da fazla yakın olması ve babanın (hiç yok veya uzakta ya da sorunlu olması yüzünden) oğluna iyi bir örnek oluşturmamasıdır. Tipik bir örnek olarak, örneğin kocasından yana hayal kırıklığı yaşayan ve kopuk evliliğinin tesellisini, oğluyla paylaşım yapmakta bulan bir anne, hele üstüne bir de babayı oğluna kötülüyor ve dışlıyorsa, tehlike çanları çalıyor demektir. 


Ergenliğe geçiş döneminde, sırf meraktan dolayı bu tür bir ilişkiyi denemiş gençlerin de hayli fazla olduğu söylenir. Neredeyse ne yaptığını bilmeden, doktorculuk oynar gibi. Bu tür tecrübeler %10 gibi yüksek oranlarda bulunmuş hatta. Çocukça bir yaramazlık olarak görülebilir tabii. Ancak esas önemli olan, bundan sonrasıdır. Bu tür bir olayın ardından (bazen de yıllar sonra) "Eyvah, ben ne yapmışım?" sorgulaması yaşanabilir. Bu bunalımını paylaşmayıp kendi kendini yiyip bitirmek, kendini aşırı derecede suçlayıp "Yoksa ben kaydım mı?" sorgulamasına dalmak, bazen tam zıt bir sonuca götürebilir: "Battı balık yan gider." 


Çarpıcı bir örnek: Eşcinsel bir hastam vardı. Özgeçmişini anlatırken, ilkokul yıllarında bağırsak paraziti problemi olduğunu söyledi. Bilirsiniz parazitler makat kaşıntısı yapar. Garip ama, bu kaşıntı giderek delikanlıyı "Yoksa ben 'şey' miyim?" kuşkusuna götürmüş. Sonuç malum. Şaşırmayın, sadece bağırsak paraziti yüzünden cinsel tercihini değiştiren birçok vaka var literatürde; anlattığım olay tek değil. Yani utanıp paylaşmamak, yardım istemeyip kendi kendini yiyip bitirmek, o kadar çok yerde ayaklara dolanıyor ki. Bunun önemli bir sebebi de, aile ve arkadaşların farklı yönelimlere karşı sert ve yaftalayıcı tutumları tabii. Keşke hemen yargılamak yerine anlamaya çalışsak. Ama anlamak zor, yargılamak kolay tabii.


Cinsel özgürlüğün etkilerine gelince: Bu konu çok tartışmalı. Kimileri batıdaki aşırı serbestliğin dejenerasyona sebep olduğunu vurgular, kimileri de doğudaki kapalılığın perde arkasında sapkınlıkları teşvik ettiğini. Aslında iki taraf da haklıdır. Bilirsiniz, bir bitki fazla sulanınca da kurur, susuz kalınca da. Zıt dengesizlikler aynı sonucu verir yani. Eşcinsellik gibi sıra dışı durumlar da aşırı serbestlikle de gelişebilir, aşırı baskı ve kısıtlamayla da. 


Hollanda, Danimarka gibi özgürlükçü ülkelerde (veya onları taklit eden toplum kesimlerinde) cinsel serbestliğin ileri boyutlarda olması, normal cinsellikten alınan zevki giderek sıradanlaştırıp, heyecan arayışı ve değişiklik arzusuyla farklı tarzlar denemeye sevk edebilir. Tersine, cinselliğin bir tabu, mutlak ayıp olarak görülüp perde arkasına itildiği yörelerde de, bu doğal ama bastırılmış heyecanın hangi yönlere kanalize olacağı kestirilemez muhakkak ki. 


Sosyal faktörler konusunda, aktardığım sohbetteki bastırılmış çok-eşliliği hatırlayalım. Kimi doğal yönelimler bile toplum baskısı ile kontrol edilebildiğine göre, kamuoyu baskısının ve genel toplumsal yönelimlerin, sosyal bir varlık olan insanın tercihlerini ve bunları ifade etme şeklini etkileyeceği açık. 


Kamuoyu derken de ilk akla gelen, medya oluyor tabii. Sokaktaki insana, neye kızıp neyi seveceğini kim telkin ediyor ki? O zaman TV programlarına bir göz atarsak, şarkı söyleyip göbek atan bazı 'marjinal' tiplerin nasıl sevimli bir imaj ile sunulduğunu fark ederiz. Veya medyanın bazen (güya ibret olsun diye kötüyü teşhir ederken) aslında bilinç altımıza "Bakın, o da 'öyle.' Zaten bu normal bir şey." mesajını verdiği hissedilir. Medyaya savaş açın demiyorum. Ama kendi çocuğunu o tercihle düşünmek bile istemeyenlerin, konu mankeni bir şarkıcı olunca alkış tutması ciddi bir çelişkidir. "Bu adam çok şeker. Ama sen ona benzeme oğlum." demek, neye yarar ki? En azından kendi çevremizde doğruya doğru, yanlışa yanlış dememiz gerekir. 


Ama tam bu noktada, klasikleşmiş bir itiraz gelir: 

-Bu onların özel hayatı, kimse karışamaz. 

-Özel hayat dört duvar arasında olur. Bazılarının yaptıkları düpedüz genel hayat. Sıra dışı yönelimlerini toplumda sergilemesinler. 

-Nedenmiş? Başkasına zarar vermemek kaydıyla herkes her yaptığında hürdür. Size ne? 

-Peki neden çöp evlerde oturan şizofreni hastalarını zorla tedavi ediyorlar? 

-Ama onlar komşularını tedirgin ediyorlar. 

-İnsanlar da sıra dışı cinsel yönelimlerin sergilenmesinden, çocuklarına kötü örnek olacağı için rahatsız oluyorlar. 

-Öyleyse çocuklarını buna göre eğitsinler.


Burada tartışma biter. Zira son cümle çok da haksız değildir ve asıl üzerimize düşen de odur, hele günümüzde. O zaman çocuklarımız için neler yapabileceğimize bakalım. Zira çoğu problemde olduğu gibi bu konuda da son ana kadar, "bize bir şey olmaz" deyip başımızı kuma sokma alışkanlığımız var. Ama eşcinsellik uzaylılarda değil, sizin-bizim çocuklarımızda oluyor. Yumurta kapıya gelmeden tedbir almak zorundayız. O yüzden tavsiye ediyorum ki: 


1- Bu tür hassas konuları yok farz etmeyin ama, kaşınmayan yeri de kaşımayın. Uyanık bir sessizlik ve dengeli müdahaleler gerek. 


2- Küçük yaşlardan itibaren giyim, oyuncak gibi konularda cinsel kimliğin oturmasına yardım edecek yönlendirmeler yapın; cinsiyete göre giydirmek, uygun oyuncaklar almak gibi. 


3- Normal gelişim seyrinde çocuk belli dönemlerde cinselliği çok merak eder. Merak ettiği konularda onu doğru bilgilendirmek gerekir. Bu konularda çekinip utanmayın. Ve asla unutmayın: Çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları konuları zaten sormazlar. Bir şeyi soruyorlarsa, mutlaka usulünce cevap vermeniz gerekir. 


4- Özellikle ergenlik çağında gençlerin kendi cinsinden olan ebeveynle daha fazla vakit geçirip paylaşım içinde olmaları şarttır. "Hanım sen ilgilen, ben çok yorgunum" hastalığına yakalanmış babaların kulakları çınlasın. 


5- Aşırı tepkiler ve açıklamasız yasaklar, merakı artırır sadece. Konuşmasanız ve konuşturmasanız bile, gencin aklındaki soru işaretleri artarak devam eder. Konuşturun ve sadece anlamaya çalışın, yargılamaya değil.


6- Aile içinde erkeğin hakim ve saygın konumunun korunması gerek. Aksine, evde kadın bariz biçimde baskın, erkek de pasif ise (ki neredeyse ahir-zaman alametidir), erkek çocuk için kadın figürü imrenilecek bir konuma gelebilir. 


VESVESE HASTALIĞI


-Hoş geldiniz Murat bey. Neydi şikayetiniz?


-Sormayın doktor bey, bende vesvese var. Tuvaletten sonra elimi yıkıyorum. "Acaba mikrop kalmış mıdır?" diye bir daha, bir daha yıkıyorum. Abdestten sonra "Acaba eksik mi oldu?" diye kuşkuya düşüyorum. Yeniden abdest alıyorum. Banyodan çıkamaz oldum.


-Başka?


-Evden çıkarken "Acaba pencereleri kapattım mı? Ocak açık kaldı mı?" diye dönüp yine kontrol ediyorum. Çok zorlanıyorum bu yüzden ama, elimde değil.


-Ne zamandır var bu şikayetler?


-Aslında beş-altı yıldır vardı ama son zamanlarda iyice arttı, dayanılmaz hale geldi. Hatta son zamanlarda namaz kılarken, Kur'an okurken, aklıma Allah'a küfür gibi düşünceler geliyor. Kesinlikle istemiyorum böyle düşünmeyi, çok üzülüyorum bu yüzden, ama engel olamıyorum, aklıma giriyor. O yüzden namazı bile aksatıyorum bazen.


-Yazık. Peki hiç tedavi görmediniz mi?


-Hayır. Zaten kimseye anlatamıyorum bile. Saçma bulacaklar, beni ayıplayacaklar diye çekiniyorum. Nedir bunlar doktor bey? Ne biçim bir hastalık bu?


-Bu anlattıklarınız 'obsesif kompulsif bozukluk' dediğimiz bir ruhsal hastalık. Halk diliyle vesvese hastalığı olarak bilinir. Bu hastalıkta kişinin aklına istemediği halde rahatsız edici, garip düşünceler gelir ve kişi de bu düşüncelerden kurtulmak için bazı garip davranışlar yapar. Kimi hastalarda mikrop kapma korkusu ve buna bağlı sürekli temizlenme vardır, kimisinde "kapı açık mı kaldı?" tedirginliği ile defalarca kilit kontrolü. Bazen de özellikle dini veya cinsel konularda rahatsız edici düşünceler gelir ve kişiyi ümitsizliğe, hatta depresyona bile götürebilir. Aynen sizdeki gibi yani.


-Başkalarında da var mı yani böyle bir hastalık? Ben hiç duymadım.


-Aslında epey sık rastlanan bir rahatsızlıktır bu. Ortalama otuz kişiden birinde görülür. Mesela bindiğiniz bir otobüste ortalama otuz kişi olduğunu farz edersek, içlerinde muhtemelen bir kişi bu hastalığı yaşamaktadır. Sizin durumunuzda pek çok kişi var yani. Ama onların da çoğu, sizin gibi utandıkları için hastalıklarını saklarlar. Bazıları da "biraz titizim sadece, huyum bu" deyip idare etmeye çalışır, doktora başvurmaz. Kimileri de 'hoca'lara giderler epey bir süre. Bu hastaların psikiyatriste baş vurmak için ortalama beş yıl bekledikleri tespit edilmiştir; sizde de olduğu gibi.


-Peki çaresi var mı? Benim hiç umudum kalmadı. Bazen intiharı bile düşünüyorum.


-Tabii ki çaresi var. Allah, verdiği her hastalığın şifasını da yaratmıştır zaten. Bu rahatsızlığa da iyi gelen ilaçlar bulundu. Kullandığınızda belirgin bir düzelme görürüz. Ama ilaç kullanma dışında sizin de yapmanız gereken şeyler var.


-Nedir onlar?


-Öncelikle hastalığın özelliklerini bilmeniz lazım. Şunu hiç unutmayın: Siz vesveselere önem verdikçe artar, önemsemediğiniz zaman azalırlar. Boş durup sadece bu düşüncelerle meşgul olursanız içinden çıkamazsınız. Bir işle meşgul olduğunuzda ise vesveseler hafifler.


-Gerçekten de öyle oluyor.


-Boş kaldığınız zaman bir işe sarılmanız lazım yani. Bu gibi hastalıklarda genellikle dinlenmeyi değil çalışmayı tavsiye ederiz. Zaten 'boş bırakılan tarlada yaban otu biter'. Siz zihninizi olumlu fikirlerle meşgul etmezseniz, boş boş oturursanız, garip fikirler kendiliğinden yeşerirler. O yüzden zihninizi meşgul edecek uğraşlar bulmanız lazım.


-Ama bana öyle geliyor ki, mesela o küfürler, kötü sözler kalbimden çıkıyor. Ben mahvoldum doktor bey.


-Eğer o vesveseler gerçekten sizin kalbinizin ürünü olsaydı, böyle rahatsız olmazdınız. "Bunlar sadece vesvese, ben bunlardan razı değilim. Bunları onaylamıyorum. Öyleyse benim fikirlerim değil." diye düşünün ve kendinizi suçlamayın. Eğer böyle sürekli kendinizi suçlarsanız, manevi kuvvetinizi iyice azaltır, teslim bayrağını çekersiniz.


-Bazen de mesela bir dini sohbette, çok güzel şeyler düşünürken, aklıma tam tersi biçimde pis şeyler geliyor. Bu neden peki?


-Bakın, 'çağrışım' denilen bir olay vardır. Her şey zıddını hatırlatır. Siyah beyazı, gece gündüzü, temiz kirliyi hatıra getirir. Onun gibi, kutsal şeyler de bazen tam tersi olan çirkin şeyleri çağrıştırabilir. Bu, insan zihninin çalışma şeklinin doğal bir sonucudur. Zaten pek çok insanın aklına böyle çağrışımlar gelir ama onlar üzerinde durmazlar, o vesvese de sönüp biter. Ama evham yapıp üstünde durdukça ve panik yaptıkça, o çağrışımın daha da kökleşmesine yol açarsınız. Zira düşünceleri zihinde en sağlam yerleştiren şey, o düşüncenin beraberindeki yoğun duygulardır.


-Peki bu düşünceler geldiğinde nasıl uzaklaştırabilirim onları?


-Bu tip vesveseler kovmayla gitmez, tersine artarlar. Mesela arılara "kışt, pışt" etseniz, daha fena üstünüze gelirler. İlgilenmezseniz dağılır giderler. Kendi halinde gezen köpeğe "hoşt" deseniz havlar, belki saldırır. Bakmazsanız yoluna gider. Vesveseler de böyledir. Sizin yapacağınız, vesvese geldiğinde onunla ilgilenmemek, dikkatinizi başka şeylere yöneltmektir.


Yalnız dikkat edin, 'düşünmemeye çalışmak' değil, 'başka şeyleri düşünmeye çalışmak' lazım. Aradaki fark çok önemli. Biz bu durumlarda şu basit yöntemi öneriyoruz: Aklınıza bir vesvese geldiğinde, diyelim ki yanınızda bir kalem olsun, onu elinize alın ve onunla ilgili fikirler üretmeye, hatta konuşmaya başlayın. "Bu lacivert bir tükenmez kalem. Boyu 15-20 santim kadar. Üzerinde Faber yazıyor. Yaklaşık üçte biri bitmiş." Saçma bile olsa, başka bir objeye dikkatinizi yöneltmeniz, zihninizi rahatlatır.


-Tamam, denerim. Peki neden oldu sizce bu hastalık?


-Bunun iki yönü var. Biri organik, biri psikolojik. Organik yönü beyindeki bazı maddelerle ilgili. Mesela nasıl ki midede asit fazla, koruyucu madde az olursa ülser olur, onun gibi, beyinde de bazı maddeler arasındaki dengesizlik bu hastalığa sebep olabilir. Bu tıbben ispatlanmıştır. Zaten onun için bu tür hastalara ilaç veriyoruz ve sadece ilaç kullanmak bile %70-80 düzelme sağlıyor.


-Ama ilaçlar aklı uyuşturmuyor mu? Pek kullanmak istemiyorum.


-Bakın, psikiyatrik ilaçların bir kısmı tedavi edicidir, bir kısmı da sakinleştirici. Bu hastalık için tedavi edici ilaçlar var. Ben de onları yazacağım zaten. Ama bazı ilaçlar da vardır ki, zaten özel bir reçete ile satılırlar, onlar sadece sakinleştirir, sizin tabirinizle uyuşturur. Ben bu tür ilaçları pek tavsiye etmiyorum. Fazla kullanınca alışkanlık yapabiliyor.


-Anladım.


-İlaçlarınızı yazdım. Umarım şifa bulursunuz. Ha, bu rahatsızlığın bir de kişilikle ilgili psikolojik yönü var demiştik. Ona yönelik terapi de yapılması gerekir. Ama terapiler için hastanın biraz rahatlamasını bekleriz genellikle. Bu sıkıntılı dönemde zihni toparlamak zordur zira.


-Tamam doktor bey. Sağ olun.


-Geçmiş olsun.