8 Kasım 2023

MODERN PSİKİYATRİ ÜZERİNE


Soru: Bir arkadaşım, yoğun iç çatışmalar yaşadığı dönemde bir psikiyatriste görünmeyi düşünmüştü. Ben ise ona, bir psikiyatristin derdine derman olamayacağını söyledim. Zira günümüz sağlık algısının ve biyolojiye batmış modern psikiyatrinin, hastaları 'tamir edilecek bir aygıt' gibi gördüğünü, 'hasta'yı aşıp 'insan'a varamadığını, dolayısıyla insana fayda veremeyeceğini düşünüyorum. Sizin modern sağlık algısına ve Freud'cu psikiyatriye dair değerlendirmenizi merak ediyorum.


Cevap: Öncelikle, modern-mekanik psikiyatri ile Freud ekolünü aynı kefede değerlendiriyorsunuz ancak, bunlar birbirine zıt iki ekoldür. Şöyle anlatayım:


Psikiyatri dünyasında çok yapılan bir yorum vardır: "Freud zamanında beyinsiz bir psikiyatri vardı, şimdi ise ruhsuz bir psikiyatri var." Zira Freud'cu yaklaşım, akıl hastalıklarının organik sebepleri hakkında fazla bilginin olmadığı bir dönemde gelişmişti ve soyut teoriler eşliğinde bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordu. Buna karşılık, her hastayı ayrı bir birey olarak özenle ele alma ve uzun analizler yapma lüksüne de sahipti. Ancak psikiyatri bilinir hale gelip hastaları çoğaldıkça, bu bireysel, epey de subjektif tarzın devam etmesi imkansız oldu. Üstelik ortak bir dil ve sınıflama olmayınca, bilginin paylaşılması ve hizmete standart getirilmesi de mümkün olmuyordu.


Zamanla psikiyatri ayrı bir branş olarak gelişip, psikiyatri hastaları da ciddi bir kitle oluşturduğunda, hastalıkları kategorize etmek, tedavileri şematize etmek, pratik ve ekonomik tedavi yöntemleri geliştirmek, bir zorunluluk haline geldi. Bu arada gerek teşhis yöntemlerinde, gerekse de hastalıkların organik sebeplerini bulma ve ilaçla tedavi etme konusunda önemli gelişmeler oldu. Ve sonuçta, sayıları milyonları aşan hastaları belli kalıplardaki ilaçlarla (ve genellikle sadece ilaçlarla) tedavi etme yaklaşımı, iyice ön plana çıktı.


Çoğu psikiyatrist günümüzdeki bu tarzı çok beğenmese de, bunun tarihsel süreç içinde doğal, hatta kaçınılmaz bir değişim olduğunun farkındadır. Zira bilimler, imkan ve ihtiyaçlara göre gelişirler. Modern toplumda psikiyatri hastaları o kadar fazla ki, tüm bu insanların bir avuç psikiyatrist tarafından bireysel analizle ele alınmaları imkansız. Hatta bu sebeple, en bireysel yaklaşım olan terapiler dahi, gurup terapileri biçimine çevriliyor. Amaç, az sayıdaki uzman ile çok sayıda hastaya hizmet verebilmek, yani verimliliği artırmak.


Ayrıca geliştirilen ilaç tedavilerinin şaşırtıcı düzeyde etkin oldukları da bir gerçek. Aylarca süren terapilerle ancak kısmen düzelebilen bir depresyon hastası, on beş günlük bir ilaç tedavisinden sonra size teşekkür edip işine dönebiliyor. Bu da günümüzün yoğun yaşam çarkında ilaç tedavisini daha cazip kılıyor.


Ancak şu da var ki, tıbbın önemli bir kuralı psikiyatride de geçerlidir: "Hastalık yoktur, hasta vardır." Bir kişinin çıkmaza girmesine yol açan temel problemlerini, kişisel açmaz ve saplantılarını çözmeden, yani onu ayrı bir birey olarak ele alıp tedavi etmeden, sırf ilaç kullanımı ile meseleyi kökünden halletmek tabii ki beklenemez. Ama günde otuz-kırk hastayla yüzleşen bir hastane hekimine "Hastaları kategorize etme. İlaca sığınma. Hastayı aşıp insana ulaş." demek de çok ütopik bir beklenti olur.


Şu noktada ise haklısınız ki, modern psikiyatri, temelleri itibariyle biraz 'ruhsuz' bir bilimdir ve insanı 'düşünen hayvan' olarak gören materyalist anlayışın etkisinde kaldıkça da böyle olacaktır. Ama bunun değişeceğine dair işaretler de var. Anti-psikiyatri ekolü itekleyerek, varoluşçu psikiyatri de çekiştirerek bu açmazın açılması için çalışıyorlar.


Özetle söylersek, günümüz psikiyatrisi, idealden uzak diye modern psikiyatriye tümden sırt çevirmek, insafsızlık olur.


Soru: Anti-psikiyatri hakkında ne düşünüyorsunuz?


Cevap: 'Anti-psikiyatri' günümüz psikiyatrisinin eksikleri sebebiyle ortaya çıkmış, birçok haklı itirazı olan, ama kendi adına mantıklı çözüm önerileri olmayan bir akım pozisyonunda. Sadece iktidarı tenkit etmekle uğraşan bir muhalefet partisi gibi. Zaten adının ‘anti’ içermesi, onun çözüm üretmek yerine yanlışları göstermekle yetindiğini ima ediyor. Ve bu ekole kalsa, kendine ve yakınlarına zarar verme, hatta cinayet işleme riski olan akıl hastalarının, tedavi edilmeden serbestçe yaşamalarına izin vermeniz gerekir.


Zaten bu ekolün başını çeken kişilerin önemli bir kısmı, delilikle dahilik arasında salınan, psikiyatrik rahatsızlıkları da olan kişilerdir. Toplumun kendilerini anlamadığı, yaftaladığı, zorla tedavi etmeye çalıştığı düşüncesi ile, psikiyatriye karşı düşmanlık besledikleri için bu ekolü desteklerler. Tabii hepsi böyledir demiyorum. En aykırı fikirlerde bile bir hakikat çekirdeği olacağını unutmayalım.


Soru: Varoluşçu psikiyatri hakkında ne dersiniz?


Cevap: Varoluşçu psikiyatri bazı doğru tespitlerden köken alıyor. İnsanın varoluş sorumluluğunu üstlenmesi gerektiği, hayatına anlam kazandırmak zorunda olduğu, ancak ölüm gerçeği ile yüzleşerek hayatın dolu dolu yaşanabileceği gibi. Bununla beraber, bu ekol epey soyut bir yaklaşım olduğu için, uygulayıcıların bakış açısına bağlı olarak çok farklı çizgilere varabiliyor. Ayrıca bireye fazla odaklandığı için toplumsal etkileri yok sayabiliyor. Zaten felsefi altyapısının genellikle dinden soyutlanmış olması da, büyük resmi görmeyi engelliyor. O yüzden bu günkü haliyle varoluşçu yaklaşım, sadece belli durumlarda ve belli hastalarda verimli olabilen bir çeşni hükmünde.


Bence günümüzde inançlı bir psikiyatristin yapması gereken şey, psikiyatri dünyasına Kur'an gözüyle bakıp kendine has bir psikiyatri felsefesi oluşturmak. Bu felsefeyi temele koyduktan sonra, uygulamada her ekolün doğru kısmını bu ana şablona ekleyerek, verimli bir çizgi oluşturabilir.


Soru: Doktorlara karşı insanlar mutlak bir teslimiyet gösteriyorlar. Söyledikleri tartışılmaz birer gerçek, reçeteleri ise mutlak surette uyulması gereken kutsal metin gibi algılanıyor. Oysa doktor da insan olduğuna göre, böyle bir iktidar gücü problemli değil mi?


Cevap: Doktorlar karşısında herkesin benzer bir duygu yaşadığını söyleyemem. Bazı hastalar da tersine, çok şüpheci ve zıtlaşmacı bir yaklaşım gösterebiliyor. Ancak çoğunluğun sergilediği tavır biraz dediğiniz gibi, evet. Ama hastanın içinde bulunduğu durumu düşünürsek, bu tavır şaşırtıcı da değil. Ufak bir kederle veya küçük bir mikropla hayatı alt-üst olan bir insanın, bu acizlik içinde güçlü bir figüre yapışmak istemesi, gayet doğal. Tabii hekim tavsiyesinin ve ilaçların sadece birer sebep olduğunu, gerçek şifa vericinin Allah olduğunu unutmamak lazım.


Özellikle bizimki gibi bağımlı kişilik özellikleri belirgin toplumlarda, hekimi bir tür büyücü gibi görmek ve bir dokunuşu ile tüm dertlerinin geçmesini beklemek, çok düşülen ciddi bir yanlış. Hatta diyebilirim ki, ülkemizdeki sağlık problemleri içinde en önemli faktörlerden birisi, bu abartılı beklentiler. Zira aşırı ve mucizevi beklentilerle başlayan bir tedavi süreci, o hayaller gerçekleşmediğinde yerini hayal kırıklığına bırakabiliyor. Aldığı ilaçlar iki-üç gün içinde tüm şikayetlerini çözmedi diye, doktor doktor gezen hastalar çok. Hastanın doktoru sadece bir yardımcı, bir yol gösterici olarak görmesi ve mucize beklememesi çok daha sağlıklı olur.


Soru: Size gelen herkes bir hikaye bırakıp gidiyor. Bu kadar çok hikayeye şahit olmuş birisi olarak, hayatı nasıl görüyorsunuz? Hayat, hep acı çekmek mi demek? Allah'ın her şeyde yarattığı güzelliği, bu acıların neresinde bulabiliriz?


Cevap: İnsan, yaradılışı itibarıyla her şeyi ister, ama hiçbir şeye gerçek anlamda sahip olamaz; her şeyden etkilenir, ama hiçbir şeye sözü geçmez; sonsuz bir hayat ister, ama ölümlü olduğunu bile bile yaşar. Bu açıdan, bir insan için acı çekmek, doğal bir duygudur. Ama bu acının çözümünü arayan ve bulan insanlar için de (Kur'an'ın dediği gibi) ne bir korku, ne de bir hüzün kalmaz.


Bugüne dek dinlediğim tüm hikayelerin özü, bu dünyada Cennet hayatı yaşama arzusundan, dünyanın bir sınav meydanı olduğunu, burada rahat peşinde koşulamayacağını unutmaktan ibaret bence.  Bu noktadan bakarsak, bahsettiğiniz güzelliği, zıddından hareketle görebiliriz. Zira yanlışın yanlış olduğunu görmek de bir tür doğru olur. Mutluluğu yanlış yerde ve yanlış bir tarzda arayanların mutsuzluğa düşmeleri, dolaylı da olsa bir hayır ve güzelliktir.


Soru: Geleneksel hayat tarzında merkezde ölüm varken, modern çağda hayat öncelenmiş durumda. Bu durumda modern insanın hayata dair çok şey biliyor olması beklenirken böyle olmamış. Hayatın kendisinden çok, ayrıntılarıyla meşgul olunmuş. Böylece hayat ve dünya, insana bir 'ev' olmaktan çok, sırtında taşıdığı bir 'yük' olmuş görünüyor. Bu ağır yükten yorulan insanların yardım beklediği biri olarak, sizce ıskalanan şey nedir? Hayat ve dünya, bir yük değil de, yaşanılır şeyler olabilir mi?


Cevap: Aslında önceki sorunuza verdiğim cevap bu soruyu da karşılıyor. Ama ölümden bahsettiğiniz için konuyu oradan açayım.


Ölüm bu hayatın en kesin gerçeği. Hatta tek kesin gerçeği. Ve ölümü çözmeden hayatı çözmek mümkün değil. Küçücük çocuklar bile "ben nereden geldim?" sorusunu ve hemen ardından, "ölünce nereye gideriz?" sorusunu cesaretle sorarken, ölümü çözemeyen, çözülmez sanan ya da bulacağı cevap 'işine gelmediği' için çözmeden bırakan insanların, hayatlarına doğru bir anlam katmaları çok zor. Olsa olsa sahte teselliler, geçici oyuncaklar ve yalancı ilahlarla oyalanır ve bir süreliğine kendilerini uyutup kandırabilirler.


Ama ne zaman ki insan zayıflığını, muhtaçlığını, ölüm karşısındaki çaresizliğini itiraf eder ve çözüm için 'yalvarırsa', o zaman 'içine düştüğü o kuyunun duvarı yarılır ve şahane bir bahçeye bir kapı açılır.' Yoksa "Ben kendime sahibim, kendime güveniyorum, kendi adıma yaşıyorum. Ölümü düşünmek de istemiyorum." mantığında inat eden bir insan için, sahte cennetler dahi cehennem olur.


Zira bir dünya cenneti kurmak, faraza kurabilse dahi onu bozulmaktan korumak, sürekli elde tutmaya çalışmak ve öleceğini bile bile ama ölüm yokmuş gibi yaşamak, kaldırılacak bir yük değildir. Hayat gemisinin sahibine dayanıp tevekkül etmek ve 'yükünü gemiye bırakıp' zahmet çekmekten kurtulmak lazım.


Soru: Modern tıp bütün mesaisini hayatın kötü yönü olarak gördüğü hastalıkları tedavi etmeye harcıyor. Peki 'kötü'süz bir hayat mümkün mü? "Hayat tedavi edilecek bir şey değil, yaşanılacak bir şeydir." desek nasıl olur?


Cevap: Dediğim gibi, burası Cennet değil, Cennet başka yerde. Burası sınav yeri. Güzellikler de var, çirkinlikler de. Modern tıp ise burayı Cennet yapma hevesinde. Hastalıkların genetik yoldan kökten tedavisi, kusursuz insan yaratma, hatta ölüme çare bulma gibi beklentiler var. Sonuç ise sıfıra yakın. Ölüme çare bulunmuş değil. Yaşam süresi artmakla beraber modern hayatın koşturmacası ile zaman rüzgar gibi geçtiğinden, bunun etkisi çok sınırlı. Üstelik bazı hastalıkların çaresi bulunuyor ancak sürekli yenileri ortaya çıkıyor.


Özetle, asırlar geçti, çok şey değişti ama insanın temel sorunları hala değişmedi. O yüzden eski insanlar neleri hayal etmiş, nelere üzülmüşlerse, şimdiki insanlar da aynı arzular ve aynı dertlerle dolu bir hayat yaşıyorlar. Bu durumda Cennet hayalinden vazgeçmek ve sınav dünyasının gerçeklerini kabullenmek zorundayız bence.


Soru: Modern tıbbın normal gördüğü insanların hayatına bakıldığında, hiçbir orijinalliği olmayan, sıradan hayatlar görüyoruz. Buna karşılık eşsiz eserler bırakmış nice insanın delilikle suçlandığına şahit oluyoruz. Bu da 'normal' kavramını sorgulatıyor doğal olarak. Normal nedir?


Cevap: Önemli bir noktaya değindiniz. 'Normal'in tarifi, modern psikiyatride hala bir sorundur. Bazılarına göre normal olan bazılarına göre anormal olabilir. Burada ciddi bir referans noktası eksikliği var. Toplumun ortalamasını normal olarak kabul ettiğiniz zaman, uç kişilikler dışlanıyor veya zorla 'tedavi' edilebiliyorlar. Sanki tekdüze bir toplum hedeflenmiş gibi oluyor. Burası anti-psikiyatristlerin haklı oldukları nokta.


Ancak inançlı hekimler için böyle bir sorunun olmaması gerekir. Zira bizim 'normal insan' referansımız var. Yani peygamberler. Ve onları incelediğimizde hiç de 'orijinalliği olmayan, sıradan' hayatlar görmüyoruz.


Burada akla gelen bir soru, peygamberlerin dahi bazılarınca anormal (deli) olarak görülmesidir. Öncelikle, dini inançlar, psikiyatri alanına giren 'anormal' kavramında değerlendirilemez. Zira bir kültürel grup tarafından onaylanan düşüncelere 'patolojik' (hastalıklı) damgası vurulmaması gerektiği tüm psikiyatristlerce kabul edilmektedir.


Ayrıca, konuşması mantıklı, davranışları düzgün, özbakımı yerinde, insan ilişkileri iyi olan birisinin, sadece "ben melekleri görüyorum" demesi ile ona akıl hastası denilemez. Zira gerçek hastalık, hayatın neredeyse her sahasında arıza çıkaran bir bozulmadır. O yüzden faraza eski peygamberlerden birisi günümüzde olsaydı ve aynı tebliğ faaliyetlerini yürütseydi, mantıklı hiçbir psikiyatrist ona 'deli' demezdi muhtemelen.


Sıradan hastalara dönersek: Hasta olarak değerlendirdiğimiz ve tedavi ettiğimiz kişilerin hiç birinden, "O halim daha iyiydi. Beni neden tedavi ettiniz?" şeklinde bir yakınma duymadım. Bunun sadece kısmi bir istisnası vardır ki, bazı hastalar kendilerinde bir anormalliğin olduğunu kabul etmekle beraber, dengeli, normal bir hayat yerine, onlara daha kolay ve heyecan verici gelen hayali dünyalarını tercih edebilirler. Ama eğer "Bırakalım kendi kendine hayaller kursun, sesler duysun, onlarla konuşsun, kendini Süpermen zannetsin" derseniz, o çarpılmış gerçekliğin hastaya neler yaptıracağını da bilemezsiniz. Sonuçta da bu gereksiz şefkatten cinnet cinayetleri çıkabilir.


Gerçi bazı meczupların 'doğruları söylemek için Allah tarafından seçilmiş kullar oldukları' üzerine rivayetler de vardır, ama meczupların tedavisine dair hadisler de vardır. Din merkezli görüşün, akıl hastalarını 'gerçeği bulmuş kişiler' diye gördüğünü söylemek, yanlış olur. Olsa olsa hor görmeden şefkatle yaklaşmaktan bahsedebiliriz.


Zaten kadim kültürün sağlık tanımının şimdikinden çok da farklı olmadığını biliyoruz. Ancak onların hastalık haline bakışları, şimdikinden farklıydı. Yani günümüzde yaygın olan "Güzelce yaşamak varken, nereden çıktı bu hastalık?" sızlanışına karşı "Hastalık günahları temizler; ilahi bir ikazdır." yorumu ön plandaydı. Hastalığa şifa aranırdı ama, hastalığın hikmeti de düşünülür ve fazla şikayet edilmezdi.


Soru: Evet, nitekim bir veli şöyle demiş: "Derman arardım derdime; derdim bana derman imiş." Ve çoğu salih zat, hastalığı kurtulmak istenilen bir bela değil, Allah'ın iltifatı olarak görmüşler. Siz ise derdine derman arayanlara yardıma çalışıyorsunuz. Bu bir açmaz değil mi?


Cevap: Hastalıklar insanlara musallat edilmiş, ta ki insan acizliğini anlasın, rabbine yönelsin, ahiretine çalışsın, günahları da temizlensin. Buna katılıyorum tabii ki. Ama bu mantıktan hareketle "Hastalıkları tedavi etmeyelim. Bırakalım acizliklerini anlasınlar." da diyemem. Zaten dinen de 'tedavi için sebeplere baş vurup ilaç kullanmanın meşru olduğu' vurgulamıştır. (Tesiri ve şifayı Allah'tan bilmek kaydı ile tabii ki.)


Ben pratikte hastalarımı onların da istediği bir iyilik durumuna getirmek için çabalıyorum ama, bir yandan da hastalığın açtığı acizlik penceresinden, hayata başka bir gözle bakmayı öğrenmelerine de çalışıyorum. Sanırım dengeli yol ve peygamber sünnetine uygun tarz da bu olsa gerek.


Soru: Tüm insani çabaların ve tedavi girişimlerinin özü, mutluluğu yakalamak olarak görünüyor. Peki sizce mutluluk nedir? İnsan nasıl mutlu olur?


Cevap: Eski metinlerde, mutluluk anlamına gelen 'saadet' kelimesi, genellikle saadet-i ebediye (Cennetteki sonsuz mutluluk) anlamında kullanılırdı. Diğeri, yani dünyadaki saadet, bel bağlanmaması gereken, geçici, aldatıcı, sahte bir mutluluk olarak görülür ve pek de arzu edilmezdi. Ve ilginç olarak, dünyevi mutluluktan fazla bahsetmeyen o insanlar, mutlu olmak için her yolu deneyenlerden çok daha mutluydular. Belki de bunun sırrı kendi içinde. Yani bence, 'mutlu insan, mutlu olup olmadığını düşünmeyen ve mutluluk peşinde koşmayan insandır'. Yani, bu dünyada Cennet saadetini beklemeyen, sadece bu sınavda olabildiğince doğruları yapıp Allah'a dayanarak iç huzurunu yakalayan, Cennet hayalini öteye erteleyen insan. Zira burası bir sınav dünyasıdır, lezzet, ücret ve mükafat yeri değildir.


Bu durumda özet bir mutluluk tarifi de yapabiliriz: Allah'a güvenmek ve Cennet'i umut etmek.