7 Kasım 2023

EŞCİNSELLİK ÜZERİNE


Son yıllarda LGBT hareketinin yaygınlaşması, özellikle eşcinsellik konusunu sık sık ülke gündemine taşıyor, malum. O yüzden bu konuya biraz değinmek istedim. Ancak sadece erkek eşcinselliğinden bahsedeceğim. Zira kadınlarda eşcinsellik hem daha nadirdir, hem davranışa etkileri daha az ve perdelidir, hem de (örneğin evlenince) kolayca kaybolabilir. 


Konunun tarihçesiyle başlamak adettir. Bu yönelimin Lut kavminden beri var olduğunu hepimiz biliriz. İlginç olan, çoğumuzun üzerinde konuşmayı ayıp saydığı bu konuda, Kur'an'da birçok yerde açık ifadeler geçmesidir. İsteyenler Hud, Hicr, Şuara, Neml ve Ankebut surelerine bakabilirler. Demek ki neymiş? Lut kavmi kadar eski, yok farz edilmeyecek kadar önemli, herhangi bir insanî yanılgı kadar da konuşulabilirmiş. 


'Yanılgı' deyince, eşcinselliğin 'normal' mi 'anormal' mi olduğunu da baştan konuşmak lazım sanırım. Gerçi günümüz psikolojisinde neyin normal, neyin hastalıklı olduğuna dair net bir tanım yok ama, somut bilimsel verilerden hareketle 'normal'in ne olduğunu araştıran bir bilim var: Sosyobiyoloji. Bu bilim dalı aslında evrimci bir bakıştan köken almıştır ama, vardıkları bazı sonuçlar dindarları bile şaşırtacak noktalara gelmiştir. Örneğin çok çocuk sahibi olmanın mantıklı bir tercih, erkek kıskançlığının doğal, hatta gerekli bir yönelim, erkek çok-eşliliğinin de daha verimli bir tarz olabileceği gibi çıkarımları dahi var. 


Konumuza gelirsek, sosyobiyolojik bakışa göre tüm canlıların ana hedefi, genlerini gelecek nesillere aktarmaktır. İşte bu noktadan eşcinsellik, üremeye katkı vermediği, hatta baltaladığı için normal sayılamaz diyen birçok sosyobiyolog var. Ve bu bilime, Psikiyatri dünyasının en temel kitabı olan Kaplan's Psychiatry'nin 90'lı yıllardaki baskılarında hayli yer verilmişti. Ben de ilk kez orada gördüm zaten. Ama o kitabın günümüzdeki baskılarında bu bölümü bulamazsınız artık. Anlaşılan "hoşgörü istiyoruz" diyen bazı çevrelerin farklı fikirlere hoşgörüsüzce baskı yapmalarına kurban gitmiş. Velhasıl, bu konu daha çok su götürür deyip devam edelim.


Eşcinselliğin yaygınlığı konusunda rivayetler çeşitli. Bu konuda kapsamlı araştırmalar sadece batı ülkelerinde var. Çıkan yüzdeler ise hayli çelişkili. Erkeklerde %1 yaygınlıktadır diyen yayınlar da var, %5 olduğunu söyleyenler de. Anlaşılan, o ülkelerde bile bu yönelim pek rahat ifade edilmiyor. Yani oralarda bile, bu çizgide olanların çoğu, tercihlerini bir nedenle gizliyorlar. 


Sebeplerine ise biyolojik ve genetik faktörlerle başlayalım: Aslında hepimizin vücudunda karşı cinsin hormonlarının az miktarda da olsa bulunduğunu biliyor muydunuz? Zaten öyle olmasaydı, tüm erkekler aşırı sert ve maço, kadınlarsa aşırı kırılgan olurlar ve cinslerin birbirini anlayıp hissetmeleri de mümkün olmazdı. Ancak normalde var olan bu minik yönelimler, genetik veya çevresel bazı faktörlerle ciddi düzeyde artabilir ve eşcinselliğe yatkın bireyleri netice verebilir.


Hormonlardan bahsetmişken, doğrudan eşcinsellikle ilgili olmasa da, bir araştırmayı paylaşmak isterim. 2000'li yıllarda Londra'nın içinden geçen Thames nehrinde balık popülasyonunun çok azaldığı görülmüş. Sebepleri incelenince, erkek balıkların dölleme yeteneklerini kaybettikleri fark edilmiş. Bunun sebebi ise Reading Üniversitesi araştırmacıları tarafından bulunmuş. Londra'da doğum kontrol hapı kullanan kadınların idrarlarının nehre karışması ile, nehir suyunda yüksek seviyede kadınlık hormonu olduğu, bu yüzden nehirde yaşayan erkek balıkların hormonal değişiklik yaşayıp kısırlaştıkları anlaşılmış.


Buradan hareketle, günümüz dünyasında tükettiğimiz hangi ürünlerden ne tür maddeler aldığımızı ve bunlardan nasıl etkilenebileceğimizi tahmin edebilirsiniz. İsterseniz 1900'lerin başlarından kalan fotoğraflara bir bakın. O dönemde erkeklerinin çoğunun, hapishane kaçkını görünümlü, her an kavgaya hazır, çok sert tipler olduğunu görürsünüz. Günümüzde 'aşırı maço' diye nitelenen o profil, eskiden standarttı neredeyse. Nitekim bazı araştırmalar erkeklerde testosteron seviyelerinin ve sperm sayılarının son yıllarda giderek azaldığını göstermiştir. Tüm bu bilgilerin ışığında, eşcinselliğin giderek yaygınlaşmasına çok da şaşmamak lazım sanırım.


Genetik yönüne gelirsek, bu konu üzerinde kesin bir sonuç henüz olmasa da, eş-yumurta ikizleri üzerine yapılan çalışmalar, eşcinselliğin genetik bir temelinin de olduğunu ciddi biçimde düşündürüyor. Bu da etik tartışmaları tetikliyor tabii.


Geçenlerde bir psikiyatrist arkadaşım telefonla aradı. Kısa bir girişten sonra "Baksana" dedi, "Biliyorsun, son araştırmalar eşcinselliğin bazı durumlarda neredeyse önlenemez olduğunu gösteriyor. İşin doğuştan gelen genetik bir boyutunun olduğu ortada. Yani bu kişilerin en azından bir kısmı, yaratılışlarında var olan genetik yönelim dolayısıyla o yola sapıyorlar. Oysa biz dini yönden, bunun kabul edilemez olduğunu, hatta ceza gerektirdiğini okuyoruz. Nasıl çözüyorsun bu ikilemi?" 


Ona, "Belki garip bir örnek olacak ama" dedim, "biliyorsun, mesela çok-eşlilik de erkekler için genetik ve doğal bir yönelimdir." 

"Evet?" dedi. 

"Peki sen çok-eşli misin?" diye sordum. 

"Tabii ki hayır" dedi. 

"Neden?" diye üsteledim, "İçinde böyle bir meyil yok mu? Açık konuş lütfen." 

"Var tabii." dedi, "Ama hem eşim buna izin vermez, onu üzmek istemem. Hem de toplumsal kurallar, kanunlar gibi bir yığın engel var, biliyorsun. O yüzden asla düşünmem." 

"Kendi sorunun cevabını kendin vermiş oldun." dedim. "Eşcinsellik de bazı kişiler için genetik bir temelden kaynaklanan, neredeyse zorunlu bir yönelim olabilir ama, o kişilerin bu yönelimlerini kontrol etmeleri beklenebilir." 


"Ama" dedi, "mesela bilirsin, beyindeki bazı bozukluklar, örneğin temporal epilepsi gibi hastalıklar, kontrolsüz saldırganlıklara yol açabiliyor. Böyle bir hastalığın etkisiyle, bilinçsizce birisini öldüren şahıs ceza görür mü? Görmez. Bünyesel hastalığın etkisiyle bu suçu işlediği tespit edilirse, Ceza Kanununun ilgili maddesine göre cezası ya hafifletilir ya da tamamen affedilir. Buna ne diyeceksin?" 

"Peki" dedim, "o hasta, cezası affedildikten sonra bir cinayet daha işlesin diye serbest mi bırakılır, yoksa hastalığı düzelene kadar tedaviye alınıp sonra da kontrol altında mı tutulur?" 


"İyi de" dedi, "dinen eşcinsellerin öldürülmesine hükmedenler çok. Bu devirde bu hükmü savunabilir miyiz sence?"

"O hesapla" dedim, "Kur'an'da hırsızlık yapanın elinin kesileceği de yazıyor. Ama tüm alimler bunun şartlara bağlı olduğunu söylüyor ve örneğin aç bir çocuğun bir ekmek çalmasına el kesme uygulanmayacağı üzerine hemfikirler. Bu konuda da tüm faktörleri değerlendirerek bir hüküm verilir herhalde." 


Geçelim olayın psiko-sosyal yönlerine. Önce aile ve yetiştirme ile ilgili faktörlere kısaca göz atalım: Bu konuda en çok üzerinde durulan etkenler, annenin kocasına baskın, oğluna da fazla yakın olması ve babanın (hiç yok veya uzakta ya da sorunlu olması yüzünden) oğluna iyi bir örnek oluşturmamasıdır. Tipik bir örnek olarak, örneğin kocasından yana hayal kırıklığı yaşayan ve kopuk evliliğinin tesellisini, oğluyla paylaşım yapmakta bulan bir anne, hele üstüne bir de babayı oğluna kötülüyor ve dışlıyorsa, tehlike çanları çalıyor demektir. 


Ergenliğe geçiş döneminde, sırf meraktan dolayı bu tür bir ilişkiyi denemiş gençlerin de hayli fazla olduğu söylenir. Neredeyse ne yaptığını bilmeden, doktorculuk oynar gibi. Bu tür tecrübeler %10 gibi yüksek oranlarda bulunmuş hatta. Çocukça bir yaramazlık olarak görülebilir tabii. Ancak esas önemli olan, bundan sonrasıdır. Bu tür bir olayın ardından (bazen de yıllar sonra) "Eyvah, ben ne yapmışım?" sorgulaması yaşanabilir. Bu bunalımını paylaşmayıp kendi kendini yiyip bitirmek, kendini aşırı derecede suçlayıp "Yoksa ben kaydım mı?" sorgulamasına dalmak, bazen tam zıt bir sonuca götürebilir: "Battı balık yan gider." 


Çarpıcı bir örnek: Eşcinsel bir hastam vardı. Özgeçmişini anlatırken, ilkokul yıllarında bağırsak paraziti problemi olduğunu söyledi. Bilirsiniz parazitler makat kaşıntısı yapar. Garip ama, bu kaşıntı giderek delikanlıyı "Yoksa ben 'şey' miyim?" kuşkusuna götürmüş. Sonuç malum. Şaşırmayın, sadece bağırsak paraziti yüzünden cinsel tercihini değiştiren birçok vaka var literatürde; anlattığım olay tek değil. Yani utanıp paylaşmamak, yardım istemeyip kendi kendini yiyip bitirmek, o kadar çok yerde ayaklara dolanıyor ki. Bunun önemli bir sebebi de, aile ve arkadaşların farklı yönelimlere karşı sert ve yaftalayıcı tutumları tabii. Keşke hemen yargılamak yerine anlamaya çalışsak. Ama anlamak zor, yargılamak kolay tabii.


Cinsel özgürlüğün etkilerine gelince: Bu konu çok tartışmalı. Kimileri batıdaki aşırı serbestliğin dejenerasyona sebep olduğunu vurgular, kimileri de doğudaki kapalılığın perde arkasında sapkınlıkları teşvik ettiğini. Aslında iki taraf da haklıdır. Bilirsiniz, bir bitki fazla sulanınca da kurur, susuz kalınca da. Zıt dengesizlikler aynı sonucu verir yani. Eşcinsellik gibi sıra dışı durumlar da aşırı serbestlikle de gelişebilir, aşırı baskı ve kısıtlamayla da. 


Hollanda, Danimarka gibi özgürlükçü ülkelerde (veya onları taklit eden toplum kesimlerinde) cinsel serbestliğin ileri boyutlarda olması, normal cinsellikten alınan zevki giderek sıradanlaştırıp, heyecan arayışı ve değişiklik arzusuyla farklı tarzlar denemeye sevk edebilir. Tersine, cinselliğin bir tabu, mutlak ayıp olarak görülüp perde arkasına itildiği yörelerde de, bu doğal ama bastırılmış heyecanın hangi yönlere kanalize olacağı kestirilemez muhakkak ki. 


Sosyal faktörler konusunda, aktardığım sohbetteki bastırılmış çok-eşliliği hatırlayalım. Kimi doğal yönelimler bile toplum baskısı ile kontrol edilebildiğine göre, kamuoyu baskısının ve genel toplumsal yönelimlerin, sosyal bir varlık olan insanın tercihlerini ve bunları ifade etme şeklini etkileyeceği açık. 


Kamuoyu derken de ilk akla gelen, medya oluyor tabii. Sokaktaki insana, neye kızıp neyi seveceğini kim telkin ediyor ki? O zaman TV programlarına bir göz atarsak, şarkı söyleyip göbek atan bazı 'marjinal' tiplerin nasıl sevimli bir imaj ile sunulduğunu fark ederiz. Veya medyanın bazen (güya ibret olsun diye kötüyü teşhir ederken) aslında bilinç altımıza "Bakın, o da 'öyle.' Zaten bu normal bir şey." mesajını verdiği hissedilir. Medyaya savaş açın demiyorum. Ama kendi çocuğunu o tercihle düşünmek bile istemeyenlerin, konu mankeni bir şarkıcı olunca alkış tutması ciddi bir çelişkidir. "Bu adam çok şeker. Ama sen ona benzeme oğlum." demek, neye yarar ki? En azından kendi çevremizde doğruya doğru, yanlışa yanlış dememiz gerekir. 


Ama tam bu noktada, klasikleşmiş bir itiraz gelir: 

-Bu onların özel hayatı, kimse karışamaz. 

-Özel hayat dört duvar arasında olur. Bazılarının yaptıkları düpedüz genel hayat. Sıra dışı yönelimlerini toplumda sergilemesinler. 

-Nedenmiş? Başkasına zarar vermemek kaydıyla herkes her yaptığında hürdür. Size ne? 

-Peki neden çöp evlerde oturan şizofreni hastalarını zorla tedavi ediyorlar? 

-Ama onlar komşularını tedirgin ediyorlar. 

-İnsanlar da sıra dışı cinsel yönelimlerin sergilenmesinden, çocuklarına kötü örnek olacağı için rahatsız oluyorlar. 

-Öyleyse çocuklarını buna göre eğitsinler.


Burada tartışma biter. Zira son cümle çok da haksız değildir ve asıl üzerimize düşen de odur, hele günümüzde. O zaman çocuklarımız için neler yapabileceğimize bakalım. Zira çoğu problemde olduğu gibi bu konuda da son ana kadar, "bize bir şey olmaz" deyip başımızı kuma sokma alışkanlığımız var. Ama eşcinsellik uzaylılarda değil, sizin-bizim çocuklarımızda oluyor. Yumurta kapıya gelmeden tedbir almak zorundayız. O yüzden tavsiye ediyorum ki: 


1- Bu tür hassas konuları yok farz etmeyin ama, kaşınmayan yeri de kaşımayın. Uyanık bir sessizlik ve dengeli müdahaleler gerek. 


2- Küçük yaşlardan itibaren giyim, oyuncak gibi konularda cinsel kimliğin oturmasına yardım edecek yönlendirmeler yapın; cinsiyete göre giydirmek, uygun oyuncaklar almak gibi. 


3- Normal gelişim seyrinde çocuk belli dönemlerde cinselliği çok merak eder. Merak ettiği konularda onu doğru bilgilendirmek gerekir. Bu konularda çekinip utanmayın. Ve asla unutmayın: Çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları konuları zaten sormazlar. Bir şeyi soruyorlarsa, mutlaka usulünce cevap vermeniz gerekir. 


4- Özellikle ergenlik çağında gençlerin kendi cinsinden olan ebeveynle daha fazla vakit geçirip paylaşım içinde olmaları şarttır. "Hanım sen ilgilen, ben çok yorgunum" hastalığına yakalanmış babaların kulakları çınlasın. 


5- Aşırı tepkiler ve açıklamasız yasaklar, merakı artırır sadece. Konuşmasanız ve konuşturmasanız bile, gencin aklındaki soru işaretleri artarak devam eder. Konuşturun ve sadece anlamaya çalışın, yargılamaya değil.


6- Aile içinde erkeğin hakim ve saygın konumunun korunması gerek. Aksine, evde kadın bariz biçimde baskın, erkek de pasif ise (ki neredeyse ahir-zaman alametidir), erkek çocuk için kadın figürü imrenilecek bir konuma gelebilir.