9 Nisan 2023

KADIN-ERKEK FARKLILIĞI


Cinsler arasındaki fiziksel farklar, öteden beri tıp bilimi tarafından incelenmiş ve bu konuda sayısız eser yazılmıştır. Hatta bazı tıp dalları doğrudan kadın-erkek farkına dayanır; 'Kadın Hastalıkları ve Doğum' gibi. Ama ilginçtir ki, cinsler arasındaki psikolojik farklara dair, bırakın kitabı, bilimsel bir makale bulmak bile çok zordur. Bunun en önemli sebebi, günümüz Batı medeniyetinin 'kadın-erkek eşitliği'ni tartışılmaz bir doğru olarak kabul etmesidir. Ama herkes de gayet iyi bilir ki, erkekler ve kadınlar arasında ruhsal olarak dağlar kadar farklar vardır. Ama ne hikmetse, bu farkları vurgulamak, stand-up şovlarında makbuldür de, bilimsel araştırmalarda yasak gibidir. İşte bu tabunun zıddına olarak, burada cinsler arasındaki psikolojik farklara dair tespitleri yazacağım.

FARKLILIK SEBEPLERİ

Öncelikle, insanın bünyesini ve duygularını etkileyen en önemli faktörlerden biri, hormonlardır tabii ki. Temel cinsiyet hormonları erkeklerde Testosteron, kadınlarda ise Östrojen ve Progesteron'dur. Ana hatları ile söylersek, Testosteron gerginlik ve mücadele dürtüsü verirken Östrojen huzur ve mutluluk hali verir. Progesteron ise gevşeme yapar. (Azalmaları da tam zıddını yapar tabii. Bu da adet öncesi gerginliğin sebebidir.)

Ve şunu da hatırlamak lazım ki, bu hormonlar bebeklikten itibaren az miktarda da olsa salgılanırlar ve diğer faktörlerin de katkısıyla, daha çocukluk döneminde bile cinsler arasındaki farklar fark edilmeye başlar. Kız çocukları genellikle uslu uslu bebekleriyle oynarlarken, oğlan çocukları, evi savaş meydanına çevirirler, bilirsiniz. Komik bir alıntı yapalım: Bir tanıdığımın iki oğlu vardı. 3'üncü bir çocuk istediler ve bir de kızları oldu. Sonraki yıllarda "Kız babası olmak nasılmış?" diye soranlara şöyle diyordu: "Ben bu yaşa dek hayvan beslemişim."

Konumuza dönersek, cinsiyet hormonlarına dair önemli bir fark şudur ki, baskın erkek cinsiyet hormonu bir tanedir ve epey tekdüze biçimde salgılanır. Bunun sonucu da, çok değişmeyen, sabit bir ruh halidir. Kadın cinsiyet hormonları ise hem iki tanedir, hem de sürekli değişen miktarlarda salgılanırlar. Bazen biri azalırken diğeri artar, bazen ikisi birden artar, bazen de ikisi birden azalır. Sonuç ise, deniz gibi çalkantılı, neredeyse her günü farklı olan bir ruhsal durumdur.

Bu yüzden genel olarak erkekler, belli bir ruh halinde devam eden, kadınlar ise sürekli değişen bir yapıya sahiptirler. Yani kadında değişme ve uyum sağlama yeteneği vardır, erkekte ise değişmeme ve yolunda inat etme özelliği.

NE İSTERLER?

İşte buradan hareketle, iki cinsin temel ihtiyaçlarını anlayabiliriz: Erkekte güven ve sağlamlık vardır, değişkenlik ve incelik eksiktir. Bunları başkasında arar. Kadında ise değişkenlik ve incelik vardır ama, güven ve sağlamlık eksiktir. Bunları başkasında arar.

O yüzden erkekler sürekli yenilik ve macera peşinde koşarlar. Özde tekdüze oldukları için, dış faktörlerle hayatlarını renklendirmek isterler. Kadınlar ise devamlılık ve sağlamlık için güven veren bir figüre bağlanmaya ihtiyaç duyarlar. Dağınıklıktan kurtulmak, çalkantılı ruh halini dengeye oturtmak için, bir erkeğin sabit çizgisi etrafında tutarlı bir yapı oluşturarak rahatlamayı arzu ederler.  

Bir benzetme yapalım: Bilirsiniz, basit bir çadır için iki temel eleman lazımdır: Direk ve örtü. Çadır direği dümdüz bir odundur. Ne şekilde koyarsanız koyun, ister dikin, ister yatırın, dümdüz bir odundur. Çadır bezi ise her şekle girebilir. Bazen dürülmüş bir bohça, bazen geniş bir yaygı, bazen şekilsiz bir kumaş yığınıdır. Ne zaman ki direği yere diker, üstüne de bezi sererseniz, ikisi bir çadır oluşturur ve işe yarar hale gelirler. Direk, sap gibi ortada kalmaz, bez de işlevsel olur ve dağınıklıktan kurtulur.

Bu örnekte direğin (odun da diyebilirsiniz:)) ve örtünün hangi cinsleri temsil ettiği gayet açık. Örneğin ayrıntılarını yorumlamayı ise size havale ediyorum.

SEN-BEN FARKI

Bu noktayı en başta yazabilirdim aslında. Çok temel bir farktır zira. Erkekler 'ben' merkezlidir, kadınlar 'sen' merkezlidir. Cemil Meriç'in dediği gibi, "Kadın, merkezi kendi dışında olan bir dünyadır." Kadınlar kendi fikir ve arzularından çok, karşılarındaki kişinin fikir ve arzularını önemserler. Ona uyum sağlamak ve mutlu bir birliktelik oluşturmak, doğal yönelimleridir. Bunun devamı olan bir farkı da burada analım: Kadın yakınlık ister, erkek ise mesafe, hatta yalnızlık. Dikkat edin, 'ıssız bir adada tek başına yaşamak', çoğu erkek için heyecan verici bir hayal iken, kadın için dayanılmaz bir işkencedir. 

KONUŞMA FARKI

İki cins arasında en bilinen farklardan birisi, konuşma potansiyelidir. Kadınlar günde ortalama 20 bin kelime ile konuşurlarken, erkeklerde bu rakam 7 bin civarındadır. Bunun bir sonucu olarak, bazı ikili ilişkilerde kadının erkeği suskun bulması, erkeğin ise kadının çok konuşmasından şikayet etmesi, yaygın bir durumdur.

Kimileri buna çözüm olarak "Erkekler biraz çok konuşsun, kadınlar da biraz az konuşsun. Dengeyi bulsunlar." derler ama bu, uygulanması imkansız, hatta çocukça bir öneridir. Faraza ortalama bir rakam olarak 13 bin kelimede buluşmayı hedeflediniz diyelim. Bunun olabilmesi için erkeğin konuşmasını iki katına çıkarması, kadının ise üçte ikiye indirmesi gerekir. Böyle bir şeyin mümkün olabileceğini düşünen var mı gerçekten? Hem yaratılıştan gelen farkları, yerinde kullanmak yerine değiştirmeye çalışmak, mantıklı mı?

"Peki bu fark nasıl yerinde kullanılabilir?" derseniz, bu soru pratikte cevabını bulmaktadır zaten. Zira kadınlar konuşma yeteneklerinin önemli bir kısmını arkadaşları ile diyalog (çevreden haberdar olma) ve çocukları ile konuşma (evde iletişimi sağlama) amacıyla kullanırlar. Artan konuşma potansiyelini de eşlerine durum bilgisi aktarmak ve onun arzularını öğrenmek konusunda harcarlar. Böylece gayet güzel bir denge kurulmuş olur.

Zaten dikkat ederseniz, konuşma farkı, çocuksuz veya toplumdan kopuk çiftlerde söz konusu olur genellikle. Bu durumların da pek önerilmeyeceği açık olduğuna göre, 'normal' bir ailede konuşma konusunda ciddi bir sorun çıkmayacağı açıktır.

DÜŞÜNMEK VE KONUŞMAK

Konuşmaya dair önemli bir farkı da burada kaydedelim: 'Erkek düşünerek konuşur, kadın ise konuşarak düşünür.' Yani erkek, okudukları ve tecrübeleri ışığında bir fikre varıp sonra da onu ifade eder. Kadın ise bir fikir oluşturmak, bir karara varmak için konuşur. Hissettiklerini açar, karşıdakinden yorum alır, o yorumu da yorumlar, yine karşıdan değerlendirme alır, böylece bir sonuca varır.

O yüzden kadınlar konuştukça fikirlerini değiştirebilirler. Erkeklerin ise konuşma-tartışma ile fikir değiştirdikleri pek görülmez. Ters tepkiyle zıtlaşabilirler bile. Yani eğer bir kadının fikirlerini değiştirmek istiyorsanız, onunla konuşun. Sözleriniz az-çok etki edecektir mutlaka. Bir erkeğin fikrini değiştirmek istiyorsanız da, ona kitap hediye edin; konuşacaksanız da asla tartışmaya girmeyin.

GÖREV DAĞILIMI

Değineceğim bir konu da "Ailede kimin sözü geçmeli?" sorusudur. Buna hızlı bir cevap için 'perde-gazete' örneği veririm.

Bir çift düşünün. Evlerine yeni yerleşiyorlar. Halledilecek birçok konu var ama, en basit ikisini ele alalım. 1: Evin perdeleri ne renk olacak? 2: Eve hangi gazete alınacak? Hepimiz de biliyoruz ki, erkek eve hangi gazetenin alınacağına karar vermek ister, kadın ise perdelerin rengine. Hatta diğer şıkla pek ilgilenmezler bile. 

Gördüğünüz gibi Allah iki cinsin ilgi alanlarını farklı yarattığı için, her birey kendi ilgi alanında karar verici olmak ister ve diğer sahadaki kararları eşine bırakır. Yani doğal bir iş bölümü vardır zaten. O yüzden, iyi işleyen bir evlilikte, çiftlerin ikisi de 'eşlerini kendilerinin idare ettiğini' söylerler. Zira önemsedikleri ve karar sahibi olmak istedikleri konular tamamen farklıdır ve genellikle de eşleri o konulara hiç karışmaz.

İTAAT Mİ, SEVGİ Mİ?

Az önce "Ailede kimin sözü geçmeli?" konusunu ele aldım ama, bu biraz erkek kafasıyla oldu, sonradan fark ettim. Ne demek istediğimi bir test önerisiyle açayım:

Soru şu: "Hayatınızdaki kişilerin sizi sevmeleri mi daha önemli, sözünüzü dinlemeleri mi?" Bu soruya hemen tüm erkeklerden "Sevmeseler de olur. Sözümü dinleyip itaat etsinler, yeter." cevabını aldım. Hemen tüm kadınlar da "Sevsinler tabii. En önemlisi o." dediler.

Bu durumda erkeklere düşen, eşlerine onları sevdiklerini hissettirmek, kadınlara düşen de eşlerinin arzularını yerine getirmeye çalışmak oluyor.

KOCAM BENİ ANLAMIYOR

Önceki konunun hatırlattığı bir klişeye de değinelim bu arada. Bana danışan kadınların önemli bir kısmı "Kocam beni anlamıyor." diye şikayet ederler. Ben de bir karşı soru sorarım: "Peki siz kendinizi her zaman anlıyor musunuz?" Cevap hemen hep şöyledir: "Hayır. Benim de ne istediğimi bilemediğim zamanlar oluyor." O zaman da sorarım: "Peki siz bile kendinizi tam anlamazken, kocanızın sizi anlamasını nasıl bekleyebilirsiniz?"

Tecrübelerimle vardığım nokta ise şudur ki, kadınların 'anlaşılmak' gibi bir ihtiyaçları yoktur zaten. 'Sevilmek ve desteklenmek' isterler esas olarak. O zaman başta bahsettiğim şikayet cümlesi şu anlama gelir: "Kocam, sevildiğimi hissetme ihtiyacımı anlamıyor." Bu yoruma tüm kadın danışanlarım katıldı bugüne dek. Erkekler de bilsinler diye yazdım.

AYNEN-AMA

Konu konuyu açarken 'onaylama veya itiraz etme' farkına geldik. Hızla özetlersek, kadınlar "evet" demeye programlıdırlar, erkekler ise "hayır" demeye.

İsterseniz gözleyin. Bir sohbette karşısındaki kişinin söylediklerine, kadınların verdikleri cevap çoğu zaman "aynen" kelimesi ile başlar. Erkekler ise genellikle "ama" diye başlayıp tartışmaya kadar gidebilirler. Yani kadınlar başkalarıyla uyumlu olmayı hedeflerken, erkekler çekişmeyi tercih ederler.

Burada bir espriyi hatırladım. Bir söz vardır:

"Erkekler ikiye ayrılır..."

Klasik bir aforizma gibi başlayan bu sözün devamı da şudur:

"Ve maç yaparlar."

Erkeklerin sürekli açık rekabet ve mücadele istemesini bu kadar güzel tarif eden espri azdır.

Yeri gelmişken, geçenlerde başımdan geçen bir olayı da aktarayım:

Annem ve yeğenimle oturuyorduk.

Yeğenim sordu: "Dayı, sen hangi takımı tutuyorsun?"

"Hiçbirini." dedim.

Anneme sordu: "Anneanne, sen hangi takımı tutuyorsun?"

Annemin cevabı: "Hepsini seviyorum."

Bu konuşma, erkeğin dışlayıcı, kadının kabullenici tavrına dair çok sevimli bir örnekti.

SEVME BİÇİMİ

İki cinsin sevme şekilleri de neredeyse taban tabana zıt frekanslardadır. Önce bir özet cümle: 'Erkek elde edene kadar sever, kadın elde edildikten sonra sever.'

Yani erkeklerin sevme biçimi, elinde olmayana heveslenmek, onu elde etmeye çalışmaktır. Tutku da denilebilir buna. Elde etmek istediği kadını "Acaba nasıldır?" merakıyla takıntı haline getirmek, hatta onu hayalinde, olmadığı kadar mükemmel algılamak, erkeklerin klasik aşık olma tarzıdır. O yüzden "Öyle kadınlar sevdim ki aslında yoktular." demiş şair. Ama devamına katılmıyorum. Böyle bir sevmek görülmemiş değildir. Tersine, erkek aşklarının çoğu böyledir. Tabii böyle bir sevginin, evlilik sonrasında heyecanını giderek kaybetmesine de şaşmamak lazım.

Kadın ise bu konuda daha pratik, tedbirli ve gerçekçidir. "Önce sen sev, sonra ben" sloganı kadınlara aittir. Aslında kadınlar 'sevilmeyi severler'. Ve karşılarındakinin sevgisinden emin olunca onu benimsemeye başlar, giderek alışır ve zamanla aşık olurlar. Muhtemelen "Evlenmeden önce kocam bana çok biçimsiz gelirdi. Şimdi gözüme çok yakışıklı görünüyor." sözünü çok duymuşsunuzdur. Kadın sevgisi önemli ölçüde 'alışmak'tan ibarettir. Yine "Hele bir evlen, zamanla seversin." sözü de sadece kadınlar için geçerlidir ve onların alışma, uyum sağlama yeteneklerine işaret eder. İşte bu alışma, bir süre sonra onsuz olamama halini alır. O yüzden kocasını çok seven kadınların standart aşk cümlesi "sensiz yapamam"dır. 

TEK EŞLİLİK-ÇOK EŞLİLİK

Geldik son ve en hassas konuya. Modern yaşam biçiminde tek-eşlilik tartışılmaz bir prensip olsa da, dinimizin çok-eşliliğe izin veriyor olması, din-modernizm tartışmalarına sebep olabiliyor. O yüzden birkaç cümle söylemek şart.

Önce bir araştırmayı paylaşmak isterim. Bir dönem meme kanseri vakalarında erkeklik hormonu kullanımı yaygındı. İngiltere'de bu tarz bir tedavinin yapıldığı bir klinikte ilginç bir durum gözlenmiş. Meme kanseri sebebiyle erkeklik hormonu kullanan kadınlar, doktorlarına sıklıkla şöyle şikayetler aktarmışlar: "Bende garip bir durum gelişti. Bayağı çapkın oldum. Sürekli kocamdan başka erkeklere bakıyorum. Hiç yapmazdım böyle. Ne oldu bana?"

Erkek okurların bunu garip bulmayacaklarını tahmin ediyorum. Zira şurası açık ki, erkeklik hormonu kişiyi, var olanla yetinmek yerine yeni heyecanlara yönelten bir etkiye sahiptir. Kadınlık hormonları ise huzur ve devamlılık arayışı verirler. Dolayısıyla kadınların tek-eşli, erkeklerin ise çok-eşli olmaya yatkın oldukları açıktır.

İsterseniz bir anket yapın. Soru şu: "Her gece başka biriyle beraber olmak ister misiniz?" Siz de tahmin edersiniz ki, erkeklerin çoğu, gözleri parlayarak "Keşke. Nerdeee?" diyecektir. Kadınların ise hemen tamamı "İğrenç!" diye tepki verecektir.

Yine İngiltere'de yapılmış bir anketi de aktarayım. Erişkin erkek ve kadınlara şu soru sorulmuş: "Cinsel yaşantınızla ilgili nasıl bir pişmanlığınız var? Hangi konuda 'keşke' diyorsunuz?" Cevapların %95'i aynı çizgide. Erkekler "keşke daha çok kişiyle beraber olsaydım" derken, kadınlar "keşke sadece bir kişiyle beraber olsaydım" demişler.

Bir başka araştırmada da erkek ve kadın dergilerinde yazılan makalelerin konuları listelenip sayılmış. Erkek dergilerindeki yazıların çoğu "Onu nasıl elde edebilirsiniz?" temalı iken, kadın dergilerindeki yazılar genellikle "Onu nasıl elinizde tutabilirsiniz?" üzerine imiş.

Yani erkek için çok-eşlilik, kadın içinse tek-eşlilik temel bir yönelim. Bunu inkar etmenin anlamı yok. Ama modern toplumda erkeğin çok-eşli yöneliminin meşru dairede çözümü, ayrı ve uzun bir konu. Oraya girmiyoruz. Ancak en azından bu doğal yönelimi bilmek, ikili ilişkilerde ortaya çıkan çoğu sorunun altında yatan esas sebebi fark ettirir ve abartılı suçlamaları da, yersiz vicdan azaplarını da önler diye ümit ediyorum.

SONUÇ

Görüldüğü gibi, Allah iki cinsi, çoğu konuda birbirine tamamen zıt, ama o sayede de birbirini tamamlar biçimde yaratmıştır. Üstelik el, kol, göz, kulak, böbrek, yürek gibi temel yapı elemanları aynı olan iki insanı, birkaç hormon aracılığı ile böylesine zıt ama birbirini tamamlar hale getiren zatın, sanatına hayran olmamak mümkün mü?

Ve Allah iki cinsi, birbirini tamamlasınlar diye farklı yarattığına göre, ancak bu farklılığı kabul edip, doğru biçimde kullanmayı bilen kişiler, gerçek huzura ulaşabilirlar. Farklılıkları yok saymak veya eleştirmek, boşuna bir gayrettir. Marifet, bu iki zıt kutbu bir araya getirip, mükemmel bütüne ulaşmaktır. Zaten kadınların güzellik ve şefkat, erkeklerin de güç ve otorite özelliği bir araya gelmezse, insan Allah'ı bile hakkıyla tanıyamaz. O yüzden peygamberlerin hepsi erkektir ama, hemen hepsi evlenmiş ve eşleriyle birlikte mutlak gerçeği bulmuşlardır.

*

Not-1:

Bu yazıyı esas olarak erkekler için yazdığımı belirtmeliyim. Zira:

A-Kadınlar zaten başkalarını anlama konusunda özel bir yeteneğe sahiptirler. Ama görünen o ki, erkekler kadınları hemen hiç tanımıyor, hatta çoğu konuda kendileri gibi zannediyorlar. Bunu biraz düzeltmekte fayda var.

B-Erkekler karmaşık olayları genellemeler yoluyla anlamayı severler. Bu yazıda da çokça genelleme yaptım o yüzden. Oysa kadınlar genellemelerden hiç hoşlanmazlar. "Herkes ayrı ve özeldir. Genellemeler çok anlamsız." derler.

Öncelikle, genellemeler olmasa bilim diye bir şey olmazdı zaten; bunu unutmayalım. Ama doğru bakış açısı, hem genellemeleri, hem de özel durumları hesaba katan bütüncül bir yaklaşımdır tabii ki.

Not-2:

Yazdıklarım için "Cinsiyetçilik yapıyor, kadınları sanki aşağılıyorsunuz." diyenler oldu.

Öncelikle, eğer kadın-erkek farklarını vurgulamak 'cinsiyetçi' bir yaklaşım ise, 'Kadın Hastalıkları-Doğum' ya da 'Üroloji' bilimleri için de 'cinsiyetçi' dememiz gerekir ki, saçma olur, takdir edersiniz.

Ayrıca anlattığım hangi özellik veya verdiğim hangi örnek 'kadınları aşağılama' olarak nitelendirilebilir ki? Benim burada yaptığım, sadece herkesin görüp hissettiği farkları vurgulamaktan ibaret. Ve verdiğim somut örneklere "yok böyle bir şey, hiç rastlamadım" diyenini de bugüne dek görmedim. 

Ve eğer bir kadın, kadınsı özelliklerin vurgulanmasını aşağılama gibi görüyorsa, cinsel kimliğini kabullenme zorluğu olabilir diye düşünmekte fayda var.

Not-3: "Yazdıklarınızın bilimsel temeli zayıf." denilebilir.

Öncelikle, günümüzde bu konularda araştırma yapmanın bile 'cinsiyetçilik' suçlamasını göze almakla eşdeğer olduğunu, bunun da araştırma sayısını çok azalttığını vurgulamak lazım. 

Ayrıca bu yazıda fazla teknik ayrıntıya girmedim. Ancak yazdıklarımı bilimsel olarak destekleyen birçok veri var. Örneğin 'ayna nöron' konusu bunlardan biri. Biraz açarsak:

Ayna nöronlar, beyinde yaygın olarak bulunan ve görevleri ancak son yıllarda anlaşılabilmiş hücrelerdir. Bunlar, çevreden gelen verileri anlamayı, hatta giderek benimseyip içselleştirmeyi sağlarlar. O yolla da ortama uyum ve davranış öğrenme konusunda çok önemli bir rol oynarlar. Kadınların beyinlerinde ayna nöronların erkeklere göre daha fazla sayıda ve daha aktif olduğuna dair birçok tıbbi kanıt var. Bu da kadınlara hem karşıdakini anlayabilme, empati yapabilme yeteneği veriyor, hem de yanındaki kişilerden etkilenme, hatta gördüğü davranışları farkına varmadan taklit etme özelliği. Meraklısı bu konuyu araştırabilir.


HOCALIK MI, DOKTORLUK MU?


Çok sorulan ama az cevaplanan bir soru vardır, tanıdıklarım da bana sık sık sorarlar: "Bazı akıl hastaları gaipten sesler işitiyor, hatta hayaller görüyorlar. Bu hastaları doktora götürdüğümüzde 'psikoz' türü bir hastalığının olduğu ve bunun ilaçla düzelebileceği söyleniyor. Ama biz 'hocalık' bir durumdan şüpheleniyoruz ve hastayı bir de hocaya götürüyoruz. Hoca da 'Buna bir cin musallat olmuş. Ben çıkarırım, doktor gerekmez.' diyor. Hoca doktoru, doktor hocayı kabul etmiyor. Biz de arada kalıyoruz. Bir açıklama lütfen."


Önce hekimliği bir tarafa bırakıp, duruma bir müslüman olarak bakalım: Cinlerin varlığına inanıyoruz. Gerek Kur'an ayetleri, gerek hadisler, 'cin' denilen, farklı yaratılışta, bizim normalde göremediğimiz, ama bazen insanları etkileyebilen varlıklardan bahsediyor. Üstelik hadis kitaplarında cinlerin bazı rahatsızlıklara sebep olabildiği de geçiyor. Mesela bayılmaları olan bir hastanın Peygamberimize (asm) getirildiği, onun dua okuduktan sonra "Çık ey Allah'ın düşmanı!" demesi ile hastanın şifa bulduğu gibi olaylar nakledilmiş. Ayrıca bu güne dek çeşitli psikolojik şikayetleri olan birçok insanın, dua okunmasından az-çok fayda gördüğüne de şahit oldum, hatta hastanın kendisi dua okunduğunu bilmese bile. Tüm bunları yok farz edemeyiz. Üstelik ilginç biçimde Kur'an'da 'delilik'ten bahsedilen ayetlerin hemen tümünde 'cinnet' (cinlenme) ve 'mecnun' (cinlenmiş) kelimelerinin kullanılmış olması da bir işaret sayılabilir.


Ama bir de tıbbi açıdan bakalım: Hocaların "cin musallat olmuş" dediği vakaların hemen tümünün, bir psikiyatriste başvurduğunda 'psikoz' türü bir tanı konulduğu ve o hastalıklarda verilen 'nöroleptik' ilaçlar kullanıldığında bariz düzelme olduğu da bir gerçektir. Kişi "Kulağıma konuşmalar, bana küfreden sesler geliyor." diye gelir. Bazen hocalara da götürülmüş ama düzelmemiştir. İlaç tedavisi başlarız. Bir hafta sonra seslerin kesildiği ve normal hayata dönmeye başladığı görülür. Zaten böyle olduğu için de Psikiyatri uzmanlarının hemen hepsi (cinlere inansa bile) "Ne hocası? Bu bir hastalık. Biz tedavi ederiz." derler.


Peki hem öyle, hem de böyle olabilir mi? Olur. Öncelikle, iki şeyin bir arada olabildiğini bilmek ayrıdır, bunun nasıl olabildiğini bilmek ayrıdır. Mesela kaderin varlığı ile insanın seçme gücünün oluşu da ilk anda birbirine zıt görünür, ama ikisi de haktır. Nasıl olup ta beraber olabildiklerini bilmememiz (ki onun da açıklaması var ama burası yeri değil) ikisini de kabul etmemize engel değildir. Bizim konumuz da bu tarzda kabul edilebilir.


Ama ben bu noktada bırakmayıp, akıl hastalıklarının hem dinî, hem psikiyatrik yönleri oluşunu akla yakınlaştırmak için, 'hırsız-kapı benzetmesi'ni kullanırım: Diyelim ki bir şahsın evine hırsız girmesinden bahsediyoruz. Buna sebep olacak iki faktör vardır: 1- Serseri bir hırsız. 2- Dirençsiz bir kapı. Bu durumda hırsızlığı engellemenin de iki yolu vardır: 1- Hırsızı engellemek ve yakalamak için polisiye müdahaleler. 2- Kapıyı tamir edip sağlam bir kilit takmak gibi tedbirler.


Benzetmeyi konumuza uyarlarsak: Ruhsal yapının dengesiz ve zayıf olması, kapının dayanıksız oluşuna, cinler ise hırsızlara benzetilebilir. Bünyesi zayıf olan kişi, her an olumsuz bir dış faktör tarafından etkilenebilecek durumdadır. Nitekim hadislerde cinlerin etki altına alabileceği kişiler arasında, çocuklar, hastalar ve lohusa hanımlar gibi fiziksel zayıflık içindeki kişiler en başta sayılmıştır. O yüzden yapılacak en önemli iş, var olan zayıflığı, dengesizliği düzeltmektir. Bu da ilaç tedavisi ile mümkündür. Bu arada (eğer varsa) zarar veren cinlerin uzaklaştırılması da ek bir fayda verir tabii, fakat şart değildir.


O yüzden ben hasta yakınlarına hep şunu söylüyorum: Bu olayın dini yönü için, eğer istiyorsanız bir hocaya gidebilirsiniz, o beni ilgilendirmez. Ama doktoru mutlaka birinci planda tutmalı, verdiği tedaviyi harfiyen uygulamalısınız. Zira bu durum tıbbi olarak ismi konulmuş, tedavisi de olan bir hastalıktır.


Konuyla ilgili bir örnek anlatayım: Asistanlığım sırasında servisimize bir hasta yatırılmıştı. Garip davranışları sebebiyle getirilen hasta net biçimde 'psikoz' görüntüsü veriyordu ama, rahatsızlığı ile ilgili yeterli bilgi alınamıyordu.


Uzman arkadaşlar soruyorlardı:

-Kulağına sesler geliyor mu?

-Hayır.

-Gözüne hayaller görünüyor mu?

-Hayır.


Hastaya birkaç soru da ben sormak istedim:

-Sen hiç cin gördün mü?

-Tabii, ben zaten bir cinle evliyim. (Herkes şok!)

-Adı ne onun?

-Yasemin.

-Çocuğunuz var mı?

-Evet. İki tane.

-Kime benziyorlar?

-Annelerine.

-Yasemin'in ailesi ne diyor evliliğinize? 

-Beni istemiyorlar.

-İstemeyip de ne yapıyorlar?

-Bazen beni sıkıştırıp öldürmek istiyorlar.

-Peki onlarla kolayca görüşebiliyor musun?

-Evet, ben çağırınca hemen geliyorlar ama gitmelerini istediğimde pek kolay gitmiyor, beni sıkıyorlar.

-Buraya, hastaneye sık geliyorlar mı peki?

-Hayır, kalabalığı sevmiyorlar.


Hasta dini kaynaklarda cinlerle ilgili anlatılanlara birebir uyan şeyler söylüyordu. Ama yine de biz, tablonun tıbbi adı olan 'psikoz' teşhisini koyduk ve uygun ilaçlara başladık. 10 gün sonra düzeldi. "Artık gelmiyorlar." diyordu.


Buradaki mantığı daha da açabilecek bir diğer vaka: Bir gün muayenehaneme bir hasta getirildi. Daha kapıdan girdiğinde her hali ciddi bir depresyonda olduğunu gösteriyordu. Omuzları çökmüş, saçı-sakalı dağılmış, ağlamaklı, konuşacak hali bile olmayan tipik bir depresyon vakasıydı. Üst düzey bir bürokrat olan bu hastayla görüşmem sonucu, aşırı sorumluluk üstlenme, yoğun ve stresli iş hayatı, titiz bir kişilik yapısı ve duygularını ifade edememe gibi sebeplerle depresyona girdiği kanısına vardım. Ama depresyon atağını başlatan özel bir olay tarif edilmiyordu. İntihar riski de olduğundan hastaneye yatırdım ve ilaç tedavisine başladım. Düzelmeye başladı ama, yakınları hastayı İstanbul'da bir özel hastaneye götürmeye karar verdiler. Tedaviye orada devam etmek istediler.


Sonra bir gün kendisini tamamen düzelmiş olarak karşımda buldum. Ve neler olduğunu anlattı:

"Doktor bey, ben cine, periye, büyüye inanmam. Ama ben hastanede ilaç kullanırken, eşim benden habersiz bir hocaya gitmiş. Hoca bana büyü yapıldığını söylemiş. 'Filan gün şöyle bir kadın evinize misafir gelmiş. Şu yere bir büyü bırakmış.' demiş. Eşim o kadını hatırlamış. Aynen hocanın söylediği yerde, tarif ettiği gibi bir büyü malzemesi bulmuş. Sonra hoca büyüyü çözmüş. O günden sonra rahatladım."


Biraz şaşırmıştım ama çok değil. Ne de olsa büyünün mümkün olduğu ve etki edebileceği, Kur'an'da da geçiyordu. Ama yukarıda anlattığım hırsız-kapı mantığından hareketle kendisini ikaz ettim: "Bakın, size büyü yapılmış olması mümkündür, bilemem. Ama her yapılan büyünün tutmadığı da bir gerçektir. Burada esas önemli nokta, sizin depresyona girmeye yatkın kişilik yapınız ve hayat tarzınızdır bence. Bu denli yoğun ve stresli iş hayatınız, özel hobileri ikinci plana atarak yaşamanız, aşırı sorumluluk almanız, sizi büyü, cin vs. olmadan da depresyona sokabilir. Dikkat edin, büyük ihtimalle tekrar hasta olabilirsiniz." Ama hasta uyarılarımı ciddiye almadı ve tedavi istemeyerek gitti.


2-3 ay sonra, ilk geldiği günkü gibi perişan bir halde odama girdiğinde hiç şaşırmadım. Bu kez önce hocaya gitmişlerdi ama hoca "Ne cin, ne de büyü yok bu sefer. Bir doktora gidin." demişti. Yine hastaneye yatırdım. İlaç tedavisi ve terapi sonrası tamamen düzeldi. Taburcu olurken "Haklıymışsınız doktor bey. Ben bu kafayla yaşadıkça depresyondan kurtulmam mümkün değil. İlaçlara devam edeceğim." diyordu. Ondan sonra da hiç rahatsızlanmadı.


Son olarak bir hasta yakınının hoş bir tespitini aktarmak isterim. Hasta ailesinin doktoru bırakıp hocaları gezdiklerini gören bu şahıs olaya el koymuş ve hastayı bana getirmişti. Şöyle dert yanıyordu: "Doktor bey, bunların gözü bozulsa doktora gider, tansiyonu çıksa yine doktora gider, sinirleri bozulunca ise hocaya gidiyorlar. Halbuki bu hastalıklar elin gavurlarında da oluyor. Ama onlarda hoca yok. Nasıl düzeliyorlar peki? Haksız mıyım?"


Haklıydı bence de.


RÜYALARDAKİ SIRLAR


Hayatımızın neredeyse üçte birini uykuda geçiririz. Uykunun en önemli fonksiyonu, yıpranan bedenin dinlenmesi ve tamiridir. En ilgi çekici kısmı ise, hiç kuşkusuz rüyalardır. Peki biz rüyalarda gerçekte neyi görürüz? 


Kısaca özetlersek: 1: Kendi bakışımızla, 2: Başka alemleri.


Sondan başlayalım. Günümüzün maddeci bakış açısı, rüyaları ‘zihnimizin bir oyunu’ olarak nitelemekle yetinir. ‘Başka’ bir âleme girildiğini kabul etmez. Oysa hepimiz de görüyoruz ki, rüyalarda daha önce hiç görmediğimiz, hayalimizden bile geçmeyen şeyler görüyor ve yaşıyoruz. Eğer olay basit bir kişisel hayalden ibaret olsaydı, bu mümkün olamazdı.


Örneğin hangimiz, bir dağın tepesindeki krater gölünü, ovadan bakınca görebilmeyi hayal edebilir? Ya da Bavyera ormanlarında otobüsle yolculuk yaparken kurt ulumaları dinlemek, kaç sene düşünseniz aklınıza gelir? Veya yüz metre yüksekten baktığınız bir denizin üzerine düşen yağmur damlalarının yaydıkları halkaları tek tek görebilmek, hayal edilebilecek bir şey midir? (Örnekler benden tabii:) Eğer rüyalar sadece zihnimizin bir oyunu olmuş olsaydı, bu örneklerdeki gibi gerçeküstü yaşantılar yerine gündelik sahneler görmemiz gerekmez miydi?


Hele bazı rüyalardaki geleceğe ve gayba dair işaretler, maddeci bakış açısıyla hiç açıklanamaz. Gençliğimde sevdiğim bir müzik grubunun bir şarkısını, daha Türkiye’ye gelmeden bir ay önce rüyada dinlediğimi bilirim. (Günümüz gençlerine not: 70’lerde Avrupa'da çıkan bir müzik parçasının Türkiye radyolarında çalınmaya başlaması, 2-3 ayı bulurdu.) Bir seferinde de rüyamda meşhur bir sanatçının havaalanında öldüğünü görmüştüm. Uyandığımda rüya tabiri kitabına bakıp anlamını bulmaya çalışırken, gerçekten de o sabah ünlü bir sanatçının havaalanında öldüğünü öğrendim. Tıp Fakültesini bitirip zorunlu hizmet kurası çekeceğim gün ise, bir yakınım bana "Rüyada bana söylediler. Bilecik’i çekeceksin sanırım." Ve kurada Bilecik değil Urfa-Birecik’i çektim. Biraz işitme sorunu vardı sanırım :)


Uzatmaya gerek yok, sizin de başınızdan benzer şeyler geçmiştir mutlaka. Tüm bu olaylar da gösteriyor ki, rüyalarda bizim bilmediğimiz başka bir âleme geçiyoruz. Ve o âlemde çok enteresan şeyleri gözlüyor, bazen de geleceğe veya gayba dair işaretler alıyoruz. İşte bu girilen farklı âleme ‘misal âlemi’ deniliyor. (‘Görüntüler âlemi’ yani.) Ve bu âlemin, berzah (kabir) âleminin bir yansıması olduğu, kabrin de ahiretin yansıması olduğu söylenmiştir.


Bu bilgilerden hareketle şöyle ilginç bir ipucu çıkarmak da mümkündür: “Eğer bugün ölsek, öbür tarafta halimiz nasıl olacak?” diyorsanız, rüyalarınıza bakın. Rüyalarınızda Cennet gibi yerlerde geziyor, huzur hissediyorsanız, muhtemelen ölüm sonrası hayatınız da öyle olacak demektir, gözünüz aydın. Ama tersine, sıkıntılı, karanlık rüyalar görüyorsanız, nerede hata yaptığınızı düşünmenizde fayda var. Yoksa 'öbür tarafta' kötü bir sürprizle karşılaşabilirsiniz.


Zaten uyku, ‘ölümün küçük kardeşi’ olarak nitelenmiştir. Yani biz rüyalarda, ölünce gireceğimiz âlemin sığ sularında ufak bir tur atıp dönüyoruz. Buna işaret eden bir ayetin mealine bakalım: “Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerin ruhunu da uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekini belli bir vakte kadar tekrar salar.” (Zümer-42) O yüzden, kabir hayatının, hatta ahiretin püf noktalarını merak edenler, uyku ve rüyalara dikkat ederlerse ilginç ipuçları bulurlar. 


Bir nokta daha: Cennet’teki nimetler için Kur'an'da hem ‘dünyadakilere benzer’ denilir, hem de ‘hiç bir göz görmemiş, hiç kimsenin kalbine doğmamıştır.’ diye tarif edilir. Peki bu ikisi birden nasıl gerçek olabilir? İşte bunun cevabını da rüyalar verir. Yukarıda bahsettiğim deniz rüyasını hatırlayın. O rüyada gördüğüm deniz masmavi idi. Evet, her deniz gibi maviydi ama, ben bugüne dek öyle mavi görmedim. Hiçbir maviden de öyle lezzet almadım. Yani hem benzer, hem de bambaşka. Ya da rüyada Cennet kadınlarını görenler, hep aynı şekilde tarif ederler: “Eli, ayağı, kaşı, gözü ile bildiğimiz gibi bir kadındı. Ama böyle bir güzelliğe ben dünyada rastlamadım.” Yine hem benzer, hem de bambaşka.


Şimdi rüyaların kişiliğe bakan yönüne geçelim. Evet, rüyalarda misal âlemini görürüz ama, kendi gözümüz, kendi ‘gözlüğümüz’ ile görürüz. Beyaz bir objeye kırmızı gözlükle bakınca onu kırmızı görmek, gözlük kirliyse, baktığımız her şeyi kirli görmek gibi, misal âlemindeki gözlemlerimiz de kendi ruh halimize bağlıdır.


Kimimizin kalbi temizdir, rüyaları pırıl pırıl olur; kimimiz gergindir, rüyalarında kavga eder durur. Kimimiz ruhen gelişmiştir, aylarca sonra olacak şeyleri bile görür; kimimizin ruhu hamdır, ancak bir gün sonra olacak olayları görebilir.


Hatta dikkat ederseniz, rüyada görünen obje ve semboller bile, bizim normalde meşgul olduğumuz konularla ilgilidir. İşte bu sebeple, en sıradan rüyaların analizi bile, kişiliğe dair ipuçları taşır. Yani bir rüya hem mana âlemindeki olaylara ve geleceğe dair işaretler içerir, hem de aynı anda kişilik özelliklerini açığa vurur. O yüzden rüyaları kesin hatlarla ayırmak, bir kısmının sadece geleceğe veya gayba işaret ettiğini, bir kısmının ise sadece kişiliği ve iç çatışmaları gösterdiğini düşünmek, çok doğru olmaz. Her rüya, iki işi birden yapabilir. Tabii ki bu ilmi bilenler tarafından yorumlanmak kaydı ile.


Soru: Bazı rüyaları hatırlamıyoruz. Neden?


Cevap: Her insan gece boyunca yaklaşık 1,5-2 saatte bir rüya görür. Ama çoğu zaman sadece son görülen rüya hatırlanır. Hatırlanmayan veya hatırlansa da anlaşılmayan rüyalar ise boşa gitmez, merak etmeyin. Onlar da ruhumuza mesajlarını iletirler, ama bilinçaltı düzeyinde. Yani mesajı alırsınız, ama farkında olmazsınız. Zaten Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmaz. Hatırlamadığımız rüyalar da boşa gitmiş değildir. 


Bir soru daha: Rüya ile amel edilir mi?


Cevap: Rüyaların hayallere açık olması sebebiyle, rüya ile amel edilmesi çok önerilmemiştir. Ancak peygamberimize gelen vahiylerin ilk 6 ay (yani peygamberlik süresinin 1/40'ı) rüya yoluyla geldiği bilinmektedir. Ve yine aktarılır ki, Resulullah’ın (asm) ashabına ilk öğrettiği şeylerden birisi ‘istihare’ imiş. Yani bir konuda kararsız kalan kişinin, belli bir namaz ve dua sonrası rüyaya yatması. Dolaysıyla tabii ki rüya ile amel edilebilir. Peygamber sünnetidir hatta. 


‘Amel edilmez’ denilmesinin sebebi, bu işi abartmaya karşı bir uyarı olsa gerektir. Zira bazıları, Kur’an ve sünnetteki açık hükümlere karşın, illa da rüyalarına göre (tabii kendi yorumları ile) hareket edebiliyorlar. Böyle kişilerin uyarılması tabii ki gereklidir. Ama faraza rüyada Resulullah’ı (asm) gördünüz ve size kitap ve sünnete de aykırı olmayan bir şey tavsiye etti diyelim. Bu tavsiyeyi uygulamayacak kimse var mıdır, söyler misiniz? Ve eğer “Rüyalar yanıltır.” diyorsanız, Resulullah sizin rüyanıza, sizi yanıltmak için mi girdi yani? 


Resulullah’dan bahsetmişken, dikkatimi çeken bir ayrıntıdan da söz etmek isterim. Peygamberimizi rüyada gören insanların anlattıklarına bakarsanız, hepsinin de (temel özellikler aynı olmakla beraber) ayrıntılarda hayli farklı bir portre çizdiğini görürsünüz. Aktif ve konuşkan birisinin rüyada Peygamberimizi canlı, atak bir kişi olarak görmesi, korkuları olan birisinin ise, ‘ürkütücü derecede heybetli’ olarak tarif etmesi, gözlediğim bazı örneklerdir. Zira dediğimiz gibi, herkes o âlemi kendi gözlüğü ile görür.


Son bir not: Tarih boyunca, rüyalarda girilen âlemin görkemini, etkileyiciliğini gören bir çok kişi muhtemelen şu soruyu sormuştur: “Asıl hayat, rüya alemindeki hayat olmasın? Yoksa bu hayatta uykudayım da, rüyada gerçek âleme mi uyanıyorum?” Bence de üstünde düşünülmesi gerek.


BAŞKALARINI ANLAMAK (EMPATİ)


İnsan, kapsamlı yaratılışının sonucu olarak, her şeye muhtaçtır, her şeyi ister. Oysa gerçek anlamda hiçbir şeye sahip değildir. Tüm ihtiyaçlarını kendi başına karşılama becerisinden de yoksundur. O yüzden de topluluk halinde yaşamak zorundadır. Fakat bu kez de başka bir sorun ortaya çıkar. Toplumdaki diğer insanlarla sürtüşme yaşayabilir, kırılıp üzülebilir. Zira insan her şeyden etkilenen, kırılgan bir varlıktır aynı zamanda ve hiç kimseye de hükmedemez. 


Düşünün ki, bu dünyada milyarlarca insan var. Hepsinin huyu-suyu farklı. Konuşması, sevmesi, kızması farklı. Böyle olunca da ister-istemez kiminin huyu kimine batar, kiminin tavrı kimini incitir. Bunca farklılık ve kalabalık içinde, tabii ki birileri bizi (istemeden ve fark etmeden de olsa) kıracak veya üzecek. Bundan kaçınmak imkansız. Sanki kalabalık bir caddede, dört bir yana koşuşturan insanların arasında gibiyiz. Birileri ayağımıza basıyor, omzumuza çarpıyor ya da yolumuzu kesiyor. Sonuçta da sürekli gerilim yaşayabiliyoruz. 


İtiraz: "İnsanlar genellikle bizi istemeden kırarlar" diyorsunuz. Oysa çoğu insan karşısındakini kasıtlı olarak üzüyor.


Cevap: İnsanların zihinlerini okuma yeteneğimiz olmadığına göre, isteyerek kırdıklarını nereden bilebiliriz? "Herkes kötü, sadece ben iyiyim." gibi bir bakış, mantıklı olur mu? 


Bir gemi batarken denize düşen insanların can havliyle neler yaptıklarını, filmlerde görmüş olsanız gerektir. Kimisi kimisinin üstüne abanarak (yani onu batırarak) nefes almaya çalışır, kimisi kurtarma sandalına binmiş olanların bacaklarından tutup, kendisi kurtulmak isterken onları suya çeker. Sandaldakiler ise, fazla yükten dolayı batmamak için, binmeye çalışanları geri iterler. Tam bir can pazarı yani. Ama hiçbiri, bu davranışının diğer kişiye zarar verdiğini düşünmez o an. Zira can havliyle hayata tutunmaya çalışırlar sadece. "Acaba onu mu kırdım, buna mı zarar verdim?" diye düşünecek halleri yoktur. İşte çoğu insan da böyledir. Hayat denizinin dalgaları içinde boğulmaktan kurtulmaya çalışır yalnızca. Ve o esnada kime, nasıl zarar verdiğini fark etmez bile. 


Hatta eğer kasıtlı olarak zarar verse dahi, bu davranış bile kendini kurtarma gayretinin farklı bir şeklidir. Örneğin aşağılık kompleksi olan ve insanlar tarafından hor görülme tedirginliği yaşayan bir kişi, karşısındakinin bir tavrını kendisini aşağılama olarak algılayabilir ve kırılan gururunu onarmak için intikam almaya çalışabilir. Burada bile esas amaç, o kişiye zarar vermek değil, kendi gururunu tamir etmektir. Ve bu durumdaki kişiye bile, kızmaktan çok acımak ve anlamaya çalışmak lazımdır. 


Vaktiyle bir misafirliğe gitmiştim. Ev sahibi dahil birçok kişiyle yeni tanıştık; epey de sohbet ettik. Bir ara topal bir adam ile ilgili bir fıkra anlattım. Sonra garip biçimde, ev sahibi bana kötü kötü bakmaya başladı. Arada iğneledi, laf çarptı filan. Garipsedim. Evden çıkınca kardeşim, "Abi, sen onun sakat olduğunu anlamadın galiba." dedi. Meğer bacağının biri doğuştan kısa imiş ve gizlemek için de elinden geleni yapıyormuş. Bayağı da iyi gizlemiş ki, hiç fark etmemiştim. Ama ben öylesine denk gelip de, o topal fıkrasını anlatınca, fena halde alınmış. Sakatlığını fark ettiğimi, onunla alay ettiğimi düşünmüş muhtemelen ve o yüzden de o tavırları sergilemiş. Şu olayın benzerleri o kadar çok karşımıza çıkar ki. Kimseyi incitmeden ve kimseden incinmeden yaşamak, neredeyse imkansızdır; ne kadar iyi niyetli olursanız olun. 


Bir psikiyatrist olarak en fazla üzerinde konuşmak zorunda kaldığım konu, insan ilişkileri ve sürtüşmelerdir. Çoğu insanın aleminde, hayatın ve ölümün anlamı gibi temel konulardan bile daha fazla yer işgal ederler. Kayınvalidesinden yakınan gelinler, babasıyla sürtüşen gençler, iş arkadaşlarıyla geçinemeyen adamlar, kocasından şikayet eden kadınlar vs. Çoğu insanın, ağzını açtığında ilk yakındığı, bir başka insan olmaktadır. Bir aralar böyle kişilere derdim: "Topu topu bir tek insanın, sizin hayatınızı bu denli alt-üst etmesine izin vermemelisiniz." Ama fark ettim ki, o da 'topu topu bir insan'; etiyle, kemiğiyle, kırılganlığı ile. Ve hayat maalesef çoğu insan için böyle sürekli bir mücadele ve didişme içinde geçiyor. Hele nüfus arttıkça, iletişim yoğunlaştıkça, koşturmaca arttıkça, 'kalabalık caddedeki çarpışmalar' da artıyor. 


"Peki bunun çözümü nedir?" derseniz, 3 tane ihtimal görünüyor: 

1: Ya çevremizdeki tüm insanları despotça 'hizaya getireceğiz' ki bu imkansız. Çünkü aciziz ve dünyanın merkezi değiliz.

2: Veya küsüp bir kenara çekileceğiz ki bu da imkansız. Çünkü başkalarına muhtacız; yalnız yaşayamayız. 

3: Ya da o insanları anlamaya çalışacağız ve onlarla ortak noktalarımızı bularak gerginlik ve sürtüşme yaşamaktan kurtulacağız. 


İtiraz: "Neden ben başkalarını anlamaya çalışayım? Onlar neden beni anlamaya çalışmıyorlar?"


Cevap: Başkalarının bizi anlamaya çalışmadığını nereden bilebiliriz? Zihinlerini mi okuyoruz? Yoksa bunu kendimizden mi biliyoruz? Hani kişi herkesi kendi gibi bilirmiş ya. 


Üstelik başka insanları anlamak, asıl bizim için gereklidir ve bize fayda verir; başkalarına değil. Zira yaşadığımız gerginlikten kurtulmamıza yarar. Siz bir insana kırıldığınız veya kızdığınız zaman hissettiğiniz şeylerden zevk alır mısınız? Hiç de hoş duygular değildir. Yani 'başkalarını anlama'yı kendimiz için yapmalıyız, başkaları için değil. 


Zaten insanları anlamayan, insanlara güvenmez. İnsanlara güvenmeyen, içine kapanıp insanlardan kopar. İnsanlardan kopan, insanları daha da anlamaz. Ve bu bir kısır döngü şeklinde sürüp gider. Oysa insanları anlayan onları sever, insanları seven de onlar tarafından sevilir. 


İnatla itiraz: "Çevremdekiler bana yanlış yapmasınlar yeter. Ötesini istemiyorum." 


Cevap: Sorunlarını başkalarına fatura etmek, mutsuzluğu için çevresindekileri suçlamak, görünürde kolaydır ama, çözüm üretmeyen ve karamsar bir tarzdır. Yani "başkaları değişmezse ben düzelmem" anlamına gelir. Oysa biz bir tek kişiyi değiştirebiliriz; kendimizi. 


Ama isterseniz oturup sizinle saatlerce çevrenizdekilerin dedikodusunu yapabiliriz. Sizin ne kadar iyi bir insan olduğunuzu, başkalarının ise kötü niyetli birer canavar olduklarını söyleyebiliriz. Bu belki hoşunuza gider, ama size ne faydası olur ve hayatınızda neyi değiştirir? 


Ve olaya dini yönden bakarsak, bizim görevimiz, her durumda kendimize bakmak, kendi hatalarımızı bulmaktır; nefsimizi temize çıkarıp avukat gibi savunmak değil. Dikkat edin, Kur'an'da kendisini savunup başkalarını suçlayanlar, sadece cehennemliklerdir. Üstelik bu suçlamaların onlara hiçbir fayda vermeyeceği de yazar. 


Kabullenme ve soru: "Haklısınız. Peki ne yapmalı?" 


Cevap: Başkalarını anlamayı öğrenmeliyiz. Ve bu aslında çok da zor değildir. Kendi gözlüğümüze takılmaktan kurtulsak yeter. Cadde örneğine geri dönelim. Kalabalık bir caddede yürürken, biraz da sıkıntılı veya yorgunsanız, sanki herkes sizin üzerinize geliyormuş gibi hissedebilirsiniz. Ama unutmayın ki, o insanların da hepsi, sizin hissettiğiniz gibi hissediyor. Onlara da sorsanız aynı şeyi söylerler: "Sanki herkes üzerime geliyor." 


Bakın, ilginç bir durum çıktı ortaya. Olaylara sadece kendi gözlüğümüzden bakmaktan sıyrılınca, böyle farklı algılar oluşabiliyor işte. Daha önce 'üstünüze gelen düşmanlar' gibi görünen kişilerin, aslında sizin gibi 'ezilmemeye çalışan kişiler' olduğunu anlayabiliyorsunuz. İşte buna 'empati' diyoruz. Yani, kendisini başkalarının yerine koyabilmek. Zaten bir insanı anlamak, ancak kendini onun yerine koymakla mümkündür. 


Ama lütfen dikkat edin, empati demek, "Ben onun yerinde olsam şöyle yapardım, böyle yapmazdım." demek değildir. "Acaba nasıl düşünüp hissediyor ki böyle davranıyor?" demektir. O davranışın altındaki sebepleri bulmaya çalışmaktır. O kişinin ne hissederek öyle davrandığını anlamaktır. 


İtiraz: "Ama milyarlarca farklı insan var. Bunca insanı nasıl anlayabiliriz ki?" 


Cevap: Gelin bu farklılıklar üzerinde biraz düşünelim. Gerçekten aramızda birbirimizi anlamamızı engelleyecek uçurumlar var mı acaba? 


İnsanın yapısını ve davranışlarını belirleyen en temel faktör, genlerdir. Peki sizce insanların genetik yapılarının ne kadarı ortaktır? Bir tahmin yapın lütfen. Tecrübelerimden biliyorum ki, bu tahminler genellikle %70 civarında oluyor. Oysa tüm insanların genetik yapılarının %99,5 kadarı ortaktır. Şaşırdınız, değil mi? Farklı yönler sadece ve sadece binde 5'dir, o kadar. Diğer insanlarla aramızda sandığımızdan çok daha fazla ortak yönümüz var yani. O zaman onları anlamak, o kadar da zor olmasa gerek, değil mi? 


Mesela bana her gün çeşit çeşit insanlar gelir. Hepsinin sorunları değişiktir. Ve duygularını anlatırlar: "Doktor bey ben çok alınganım." veya "kıskançlık problemim var" ya da "çok çabuk sinirleniyorum." Ama ben hiçbirine "Kıskançlık mı? O da nedir? Nasıl bir duygu bu, tarif eder misiniz? Hiç yaşamadım da." demem tabii ki. Çünkü bende de vardır o his; kendimden bilirim yani. Ama farklı konudadır belki. O kişi diyelim ki başkasının malını kıskanır, ben ise sırma saçını. (Tarama özürlüyüm de.) Ama özde bilir ve hissederim, kıskanmanın ne demek olduğunu. 


Şimdi tüm duyguları zihninizden geçirin. Adını duyduğunuz ama hiç hissetmediğiniz bir duygu var mı? Yok tabii ki. Yani diğer insanları anlamak için gerekli altyapı hepimizde var. Azıcık gayret etsek, empati yapmak çok da zor değil. 


(Not: Yani nasıl ki insan Allah'ı, onun isim ve sıfatlarının kendisinde yansımış küçük örnekleri yardımı ile tanıyabilir, başka insanları da yine kendisindeki özelliklerden faydalanarak tanıyabilir.) 


Yöntem:


Empati yapmanın kolay bir yolu, o kişideki rahatsız edici davranışın benzerini kendimizde aramak, sonra o davranışımızın sebebini bulmak, en sonunda da bulduğumuz açıklamayı o kızdığımız kişiye uyarlamaktır. Üstelik bu sayede sadece o insanı anlamış olmayız, kendimizi de daha iyi tanırız.


Yönteme geçmeden önce bir toparlama yapalım: Maalesef çoğumuz, başkalarının bizce hatalı olan yönlerini, yanlış görünen davranışlarını acımasızca suçlarız ama, o huyların benzerleri bizde varsa, o tavrımızı avukat gibi savunuruz. Çoğunlukla amacımız, başkalarını anlamak değil yargılamaktır; kendimizi ise geliştirmek değil savunmaktır. İyi mi yapıyoruz dersiniz? Sizce bize düşen, kendimizi avukat gibi savunup, başkalarını savcı gibi suçlayıp, bir de hakimliği de üstlenerek, herkes hakkında ahkam kesmek, hatta infaz memurluğuna da kalkışıp ceza vermek midir? Yoksa insan kardeşlerimizi biraz olsun anlamaya ve bu arada kendi yanlışlarımızı da görmeye çalışmak mıdır? 


İkna olduysanız yöntemi açalım. Babasıyla sorunları olan bir gençle yaptığım bir görüşmeyi örnek vereceğim. 


-Bana babanı anlatsana. 

-Babamla çok mesafeli ve gerginiz. Çoğu huylarına sinir oluyorum. 

-Onun en sevmediğin özelliklerini söyler misin? 

-Azıcık eleştirilince hemen sinirlenir. Çok kendini beğenmiştir. Hiçbir ideali yoktur, öylesine yaşar. Beni de hiç anlamaz. 

-Peki bunlar neden oluyor sence? Neden böyle davranıyor baban acaba? Onu anlayabiliyor musun? 

-Nedenini bilmiyorum, hiç anlamıyorum onu. 

-Babanın seni anlamadığından yakındın ama, sen de onu anlamadığını söyledin. Bu ilginçti. 

-Hı?

-Neyse. Sana dönelim. Sen de eleştirilince sinirlenir misin? 

-Bazen oluyor tabi. 

-Neden oluyor, açıklasana. 

-Sanırım karşımdaki beni eleştirince beni sevmiyor, beğenmiyor gibi hissediyorum. Kendimi değersiz gibi görüyorum. Bu da beni üzüp sinirlendiriyor. Sonuçta da aşırı tepki gösteriyorum.

-Peki baban da eleştirilince benzer şeyler hissedip sinirleniyor olamaz mı? 

-Bilmem... Olabilir. 

-Baban için bir de "kendini beğenmiştir" dedin. İç alemini bilemeyeceğimize göre buna "kendini beğenmiş görünüyor" desek daha doğru olur. Peki seni de bazı insanlar 'kendini beğenmiş' biri olarak görüyor olabilirler mi? 

-Mümkün. Özellikle okulda pek kimseyle samimi olmak istemem. O yüzden bazıları beni kendini beğenmiş gibi görebilir. Aslında öyle değilim ama sanırım kendimi koruyorum. İnsanlar benimle fazla yüz-göz olmasınlar ve aşağılayıp kırmasınlar diye bir tür savunma yapıyorum galiba.

-Çok güzel açıkladın, tebrik ederim. Peki baban da benzer bir sebeple kendini beğenmiş gibi görünüyor olamaz mı? 

-Olabilir tabii. 

-Bir de "babamın hiçbir ideali yok" demiştin. Senin ideallerin var mı peki? 

-Çok. 

-Peki başkaları seni idealsiz biri gibi görüyor olabilir mi? Mesela baban senin ideallerini biliyor mu? 

-Hayır. Ona anlatmadım. Zaten pek kimseye anlatmam ideallerimi. 

-O zaman sen de babanın gözünde idealsiz birisin.

-Hımm...

-Ya aslında babanın da idealleri varsa, ama o da sana anlatmıyorsa? 

-...

Bundan sonrası kişinin vicdanına bırakılır. 


Özetle, ben bu yöntemi uygularken 

1-"En çok sinir olduğun kişinin, en rahatsız olduğun tavrı nedir?" diye sorarım. 

2-Cevaptan sonra "Neden böyle davranıyor sence?" derim. Genellikle "bilmiyorum" ya da "huyu bu, kötü niyetli de ondan." denilir.

3-O zaman da "Peki, bu davranışı sen de bazen gösteriyor olabilir misin?" diye sorarım. Başlangıçta nadiren "evet" denir ama, biraz sorgulama sonrasında gelen "belki, bazen" gibi cevaplar da yeterlidir. 

4-Sonra da "Peki sen hangi durumlarda böyle davranıyorsun? Nasıl hissediyorsun ki böyle oluyor?" derim. En kolay cevaplanan soru budur. Uzun açıklamalar gelir. 

5-En sonunda da "Peki bu yaptığın açıklama, o kızdığın kişi için de geçerli olabilir mi?" derim. Cevap genellikle "olabilir" şeklindedir ve yeterlidir. 


İşte bu basit yöntemi, canınızı sıkan herkes için kendi kendinize uygulayabilirsiniz. Ama sizin için önemli kişilere, örneğin anne-babanıza, eşinize ve en fazla ters düştüğünüz kişilere mutlaka uygulayın. Ve unutmayın ki insan en çok, kendine benzeyen kişilerle zıtlaşır. Kendisinde var olan, ama kabul etmek istemediği özellikleri, üzerinde gördüğü kişilerden rahatsız olur en fazla. Buna tıp dilinde 'yansıtma' (projeksiyon) diyoruz. 


Buna dair bir örnek: Bir seferinde Manyas'taki Kuş Cenneti'ne yapılan bir geziye katılmıştım. Kamp yerinde yemek kuyruğuna girdik. Kuyruğun ilerisinde bir adam dikkatimizi çekti. Yüksek sesle konuşuyor, abartılı el-kol hareketleri yapıyordu ve bayağı renkli, iddialı bir giyimi vardı. Arkadaşlarla o adamı izlerken ve "bayağı dışa vurumcu birisi" yorumları yaparken, arkadan bir ses yükseldi: "Şuna bak! Amma da hava atıyor ha!" Dönüp baktığımda, o adamdan daha da havalı bir tiple karşılaştım. Rengarenk bir tişört, göğüste koca bir madalyon ve siyah gözlükler. Şaşırtıcı olmadı tabii. 'Hava atan' kişiye en fazla sinir olan, yine 'hava atan' bir kişi olmuştu. 


İşte bu yansıtma mekanizması yüzünden, insanlar en çok, kendilerine benzeyenlerle sürtüşürler. Bir deneyin isterseniz. En rahatsız edici bulduğunuz insanlara, anlattığım yöntemi uygulayın; aslında o kişiyle ne kadar çok ortak noktanız olduğunu hayretle göreceksiniz. 


Ve bu yazının erken bir faydası:


Bu yazıyı hazırladığım sıralarda, birisiyle aramda ciddi bir sorun oldu. Ve o kişiye epey öfkelendim. Bu öfke beni yakarken, içimden bir ses "Şu sıkıntıdan da belli ki, yanlış düşünüyorsun. Ona da empati yapsana." dedi. Dedi ama, uzun süre inat edip yapmadım. Sonra yazının baskıya verilme zamanı yaklaştı ve kendi yapmadığı şeyi başkalarına tavsiye edenleri ikaz eden ayetler hatırıma geldi. İstemeye istemeye soruları kendi kendime sormaya başladım. (Kabul ediyorum ki, yöntem basit, ama uygulaması biraz acıtıcı.) 


"Onun beni en çok kızdıran özelliği ne?" 

"Şu..." (Bende saklı kalsın.) 

"Peki ben hiç böyle yapmıyor muyum?" 


Ve dehşetle gördüm ki, ne yapmaması, belki de en çok yaptığım hatalardan biriydi o davranış. Böyle çıkacağını biliyordum zaten için için. Muhtemelen o yüzden direnmiştim onca zaman. Öylesine kala kaldım. Kalan soruları cevaplamam gerekmedi bile. 


O yüzden, kimse okuyup faydalanmasa bile, bu yazı bence görevini yaptı. 


*


Ek-1: Konuyla ilgili olarak bir tefsirden alıntı: 


"Mümin kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip onu mahkum edemezsin. 

Çünkü ilk olarak, kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile karşılamak gerektir. 

İkinci olarak, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama düşmanlık beslemek değil, belki nefsine mağlup olduğu için acımak ve pişman olmasını beklemek lazımdır.

Üçüncü olarak, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kendi kusurunu gör, bir hisse de ona ver." 


Ek-2: İmam-ı Gazali'nin "İnsan, kendi hatalarını fark etmek için ne yapmalı?" sorusuna verdiği cevap: 


Bunun en kolay yolu, kişinin başkalarında gördüğü hatalara dikkat etmesidir. Zira hadiste vardır ki "Mümin müminin aynasıdır." Yani onda kendisini görür. Başkalarında hangi kusurları görüyorsak, o kusurlar asıl bizde var demektir. 


EVLENMEYİ DÜŞÜNENLERE ÖNERİLER


"İçinizden bekar olanları evlendirin" mealindeki ayeti "evlenmeyi düşünenlere, bildiklerinizi paylaşıp yol gösterin" diye de yorumlayabiliriz diye düşünüp, evlilik çağındaki gençlerin çeyizinde bulunması için bazı tavsiyelerimi kaleme aldım. Yazdıklarım kişisel fikirlerim sayılmaz, hemen her uzmanın katılacağı önerilerdir. Bir kişiye bile faydalı olursa ne güzel. 


EVLENMEK ŞART MI? 


Kimse Robinson Cruzoe değildir. O bile bir dost bulduğunda sevinçten zıplamıştı. Kendi başına da dünyanın en huzurlu insanı olan ve hatta doğrudan rabbine muhatap olabilen peygamberimiz bile, bazen bunaltı hissedip eşine dokunur ve "Benimle konuş Ayşe" dermiş, nakledilir. Bu zorlu sınav dünyasına tek başına gelen insanın en büyük ihtiyacıdır belki de konuşmak, paylaşmak ve yardımlaşmak. İnsanın en fazla ihtiyacını tatmin eden, kalbine karşılık bir kalbin olmasıdır ki, her iki taraf fikirlerini, sevgilerini, coşkularını paylaşsınlar ve güzel şeylerde birbirine ortak, gam ve kederli şeylerde de yardımcı olsunlar. Evet, bir işte hayret içinde kalan veya bir şeyi derinlemesine düşünen kişi, hayalen bile olsa ister ki, birisi gelsin, kendisiyle o hayreti, o fikri paylaşsın. İşte bu paylaşımı yapabilecek en hassas, en şefkatli kalp ise, kadın kalbidir. 


Zaten evlilik, değil bu insanî ihtiyaçları, en temel hayat şartlarını bile (bakınız: barınma, beslenme ve üreme) karşılayan bir kurum olduğu için, her asırda, her kültürde el üstünde tutulmuş, şart görülmüş, hatta kutsanmıştır. 


Gelin görün ki, evlilik en fazla şikayet edilen kurumdur da aynı zamanda. Bir problemi olan, işleri yolunda gitmeyen, ideallerini yakalayamamış kişiler, ilk önce evliliklerinden şikayet ederler. Sanki bekarlıklarında çok mutlularmış gibi, tüm sorunları eşlerine yıkarlar. Hem evlenir hem şikayet ederler; hem şikayet eder hem de evlilikten vaz geçmezler. Olan da gençlere olur. Kafalar karışır: "Evlenmesem mi?" 


Siz bakmayın onlara. Hatta bana da bakmayın, ben de bir aralar "Bekar kadın yarımdır, evlenince tam olur. Bekar erkek yarımdır, evlenince tamamen biter." gibi espriler yapardım ama, şimdi açıkça görüyorum ki, bekarlık yıllarımda sonuçsuz bir koşturmaca halinde geçen hayatım, evlenince bir tezgahın başına oturup üretime başlamak gibi bir değişim geçirdi ve maddi-manevi ne üretti isem, hep evlendikten sonra oldu. 


Ulusal Psikiyatri Kongresi'ne son katıldığımda, eski arkadaşlarla görüşme imkanım oldu doğal olarak. Dikkat ettim ki konuşmalar daha çok evlilik, çoluk-çocuk gibi konular üzerine oluyor. Ve kim ki evlenip yuva kurmuş; daha huzurlu ve hedeflerini gerçekleştirmiş. "Nasılsın?" diye sorunca gevrek gevrek gülerek "İyii." diyor. Ama kim ki düzenli bir aile hayatı kuramamış, huzursuz, şaşkın, mesleki yönden de verimsiz, başıboş dolanıyor. "Yaa, bildiğin gibi işte, bir şey yok, ne olsun?" O yüzden "bekarlık, bikârların kârıdır" özdeyişine katılıyorum. Bekarlık, bu hayatta kazancı olmayanların işidir yani. Üstelik "Bekar erkek üçte iki erkek, üçte bir çocuktur. Bekar kadın üçte iki kadın, üçte bir erkektir." de denilmiştir. Yani, erkeklerin haylazlıktan kurtulup olgunlaşmaları, kadınların ise kişiliklerini oturtmaları için evlenmeleri lazımdır. 


Şimdi evleneceğiniz kişiyi nasıl seçeceğiniz konusuna geçelim.


ÖNCE NE İSTEDİĞİNİZİ BELİRLEYİN 


"Ne iş olsa yaparım abi" diyen birisinin, iyi ve uygun bir iş bulması çok zordur. Hatta iş bulması bile zordur. Oysa kişi ne istediğini belirlese, aradığını bilmenin rahatlığı ile çok daha kolayca hedefine ulaşabilir. Evlilik için de böyledir bu. Nasıl biriyle evleneceğine karar vermek, işin yarısını halletmek demektir. Ama bunun için de elbette önce kendinizi tanımanız, ihtiyaçlarınızı belirlemeniz gerekir. İkili ilişkilerde, aile hayatında sizin için önemli olan nedir? Huzur mu, paylaşım mı, güven mi, heyecan mı? Eşinizde vazgeçemeyeceğiniz veya kabul etmeyeceğiniz özellikler nelerdir? Bunların adını doğru koymanız gerekir. En az on cümleyle ihtiyaçlarınızı, beklentilerinizi, şartlarınızı sıralayın; elinizde ve aklınızda bulunsun. Tabii bu istekleri sıralarken abartmayın da lütfen. 


Adam arkadaşına sormuş: 

-Evlenmiyor musun? 

-Beklentilerime uyarsa olur.

-Ne istiyorsun ki? 

-Güzel, zeki, dindar, şefkatli ve itaatli.

-Ama abi, birden fazla evlilik yasak.


Fıkra, önerimi unutturmasın ama. Ne istediğinizi belirlemelisiniz mutlaka. On cümle yazın mesela. Doğru insanı aramaya çıkmadan önce lambayı hazırlamalısınız.  


İDEAL BİRLİĞİ ŞART AMA YETMEZ 


Dikkat edilecek noktaların başında ideal birliği gelir. Beraber yaşayacağınız kişinin hayatı ne gözle gördüğü, hedefinin ne olduğu ve değer yargıları, üzerinde en çok durulması gereken konudur. Hayat, keyif peşinde, rahat içinde mi yaşanacak, yoksa idealler peşinde, gereğinde fedakarlıkla mı? Çocuklar hangi prensiplere göre büyütülecek, nasıl bir eğitim verilecek? Bu gibi temel konularda uyumlu olmak, iyi bir evlilik için olmazsa olmaz şarttır. Düşünün ki, sizin hayatınızı uğruna feda edebileceğiniz ideallerinize, eşiniz ilgi duymuyorsa, her kelimesini dikkatle okuyup yaşamaya çalıştığınız kitaplarınızı, eşiniz eline bile almıyorsa, bırakın sevgiyi, saygı bile kalmayabilir. 


Bir araştırma okumuştum. "Evlilikte mutluluğun şartları nelerdir?" sorusuna insanların en çok verdiği cevap, 'inanç ve ideal birliği' imiş. (Ardından sevgi ve cinsel uyum geliyor.) O yüzden evlenmeyi düşündüğünüz kişide ilk bakacağınız nokta, aynı idealleri paylaşmanızdır. Yani eşiniz, yolunuzda yoldaş da olabilmelidir. 


Tabii "fikir uyumu önemlidir" derken de ölçüyü kaçırmayalım. En önemli noktadır bu, ama tek önemli nokta değildir. Özellikle bir fikir gurubu içinde olan ve idealleri yolunda yaşayan kişilerin çokça düştüğü bir hata vardır: İyisine-kötüsüne, kişilik uyumuna bakmadan, sırf aynı fikirleri paylaşan biriyle evlenmek. "Zaten benim fikrimde olanlar hayli az. İdeallerimi paylaşan birisini bulursam, huyuna-suyuna bakmaz, evlenirim." diyenler de hayli çoktur. 


Ama dikkat edin ki, aynı ideali bile farklı insanlar farklı biçimlerde yaşayabilirler. En basit bir örnekle, evde oturup kitap okumak, yazı yazmak da bir ideale hizmet biçimdir, sürekli gezip, toplantılara, faaliyetlere katılmak da. Ama aralarında dağlar kadar fark vardır. Sadece fikir birliğini önemseyip kişilik uyumunu yok saymak gibi bir hataya düşmeyin. Fikirleri size uyanlar içinde, huyu da size uyan birini bulma ihtimaliniz her zaman vardır.


SEVGİ GEREKLİ, AŞK İSE RİSKLİDİR 


Klasik bir tartışma konusudur: Evlilikte aşk şart mı, değil mi? Çoğu kişi "tabii ki şart" der. Oysa sevgi şarttır, ama aşk şart değil, hatta risklidir. Hemen itiraz etmeyin, önce isimlendirmeyi doğru yapalım. 


Kullandığım anlamda sevgi, karşısındakine ihtiyacını hissetmek, onunla beraber olmaktan mutluluk duymak, eksiklerini de hoş görmektir. Aşk ise onu gözünde büyütmek, takıntı haline getirmek, eksiklerini fark etmemektir. Böyle bir aşk, aslında sağlıksız bir ruh halidir. Peki sağlıksız bir duyguyla sağlıklı bir beraberlik nasıl kurulabilir? Depresyon tedavisinde kullanılan bazı ilaçların abartılı aşk duygularını azalttığını biliyor muydunuz? Saplantı düzeyindeki aşk, bir hastalık sayılabilir. 


Ama bazı klişelerle, çoğu gençler aşk evliliğini en büyük hayal olarak görürler. Bu gençlerin çoğu, aşık oldukları zaman, karşılarındaki kişinin eksilerini, uyumsuz yönlerini görmez, o coşkulu duygunun esiri olup mantığı bir kenara atar, yanlış evlilikler yaparlar. Aşık olmuş kişi için karşısındaki, dünyanın en mükemmel insanıdır, kusursuzdur, onun için yaratılmıştır, o olmazsa hayat boyu mutsuz olacaktır. Oysa aşk bir duygu olduğu ve duygular da geçici olduğu için, aşk bir süre sonra küllenmeye başladığında, önceden görülmeyen yanlışlar göze batmaya başlar. Coşkuyla başlayan ilişki, hüsranla bitebilir. 


Aslına bakarsanız, aşık olan için bu denli riskler taşıyan bu duygu, aşık olunan kişi için bile rahatsız edicidir. Düşünün, siz öylesine "İnecek var şoför bey!" diyorsunuz, aşığınız "Ne akıcı bir cümle kurdun" diyor; siz gündelik bir davranışınızı yapıyorsunuz, o "Ne kadar etkileyici içiyorsun çorbayı" diyor. Böyle olduğundan büyük görülmek, insanı rahatsız etmez mi? İlişkinin doğallığını, davranışların içtenliğini öldürmez mi? 


Zaten bu yüzdendir ki, çılgınca aşık olan kişiler, genellikle aşklarına karşılık bulamaz, acı çekerler. "Delice sevdim, ömrümü verdim" diye başlayan şarkılar, "O beni sevmedi, kıymetimi bilmedi" diye devam eder. Tesadüf değildir bu. Aklı başında hiç kimse, olduğundan büyük görülmekten, hak ettiğinden fazla ilgi görmekten mutlu olmaz (kısa süreli bir zevk dışında). 


Üstelik bu tip gerçekçi olmayan sevgiler, abartılı hayranlıklar, yöneldiği kişiye "Ben onun zannettiği gibi mükemmel değilim. Öyle olmadığımı fark ettiğinde ne olacak?" tedirginliği verir. Böyle seven, sevdiğini zorlu bir cendereye sıkıştırır yani. Ve göğe çıkaranlar, hayallerinin gerçek olmadığını görünce, ortada bir yerde kalamaz, bu kez de yerin dibine batırırlar sevdikleri kişiyi. Büyük beklentiler büyük hayal kırıklıklarına yol açar. 


O yüzden, siz siz olun, eğer karşınızdaki kişi size olduğunuzdan fazla kıymet veriyorsa, sizi kusursuz görüyorsa, sırılsıklam aşık olmuşsa, ondan uzaklaşın. Dozunda seven, hatalarınızı da gören, ama iyi yönlerinizin hatırına onları affeden, sizden abartılı şeyler beklemeyen bir sevgi, çok daha güzeldir.


TEK BAŞINA DA MUTLU MUSUNUZ? 


Meşhur atasözüdür: "İki çıplak bir hamama yaraşır." Yani iki mutsuz, birleşince mutlu olmazlar. Eğer siz tek başına mutluluğu bulamamışsanız, bir başkasına dayanarak mutlu olacaksanız, işiniz zordur. Bu 'diğerine dayanma', o hapşırınca sizin 'nezle olmanıza' yol açar, fazla dayandığınızda da 'omuzu ağrır'. O yüzden, eğer bekarken de mutlu bir insansanız, evlenince daha da mutlu olursunuz muhtemelen. Ama eğer bekarken hayatınız sıkıntılı geçiyorsa, evlenince mutlu olma hülyası kurmanız gerçekçi olmaz. Evliliği düşünmeden önce, kendi içinizde bir toparlanma yaşamalısınız. İyi bir evlilik, kötü bir hayatı düzeltmez, düzelmiş bir hayatta iyi bir evlilik yapılır. 


Bu sözlerimle bazılarının hayallerini kırıyor olabilirim ama, tüm sıkıntıların evlenince mucizevi biçimde geçeceğini zannetmek, çok görülen bir yanılgıdır. Evliliğe bu kadar fazla anlam yüklemek hem mantıksız, hem de risklidir. Karşınızdaki de sizin gibi bir insandır, beyaz atlı prens veya peri kızı değil. 


Bu abartılı beklentinin uzun vadede en çok görülen sonucu ise (dediğimiz gibi) evlilik mutluluk getirmezse, bu kez de eşini suçlamaktır. Şu diyaloğu o kadar çok yaşadım ki: 


-Çok sıkıntılı ve mutsuzum doktor bey. 

-Sebep nedir sizce? 

-Eşim. Hep onun yüzünden bu sıkıntılarım. 

-Peki bekarken çok mu mutluydunuz? 

-Eeee, sorunlarım vardı tabii. Gençliğimde de depresyon tedavisi görmüştüm. 


Bu gibi kişiler (hayal ve masalların da etkisiyle) evlenince tüm sorunlarının aniden bitmesini bekledikleri için, sıkıntıların evlenince de devam etmesi, ciddi bir hayal kırıklığına, hatta öfkeye yol açar. Oysa, eğer biz değişmezsek, yarın bugünden farklı olmayacaktır. Nikahta sadece keramet vardır, mucize değil. O yüzden, önce siz tek başına da mutlu olmayı becerin, ondan sonra evlenin derim. Zira başkasıyla gelen mutluluk, yine başkasıyla gider.

 

KONUŞABİLMEK LAZIM 


Evlilik anlaşmaktır. İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar. Beğendiğiniz kişi, tipiyle, huyuyla, yaşam biçimiyle size çok uyuyor, ama konuşmaya başladığınızda kopukluk oluyorsa, dikkat edin. Dozunda olunca tartışmak bile güzeldir ama, konuşamamak bir felakettir. Onunla konuştuğunuzda zihniniz açılıyor, 1 artı 1, 3 ediyorsa, çok güzel. Eğer ekstra bir karşılık almıyor ama meramınızı anlatıp onu da anlayabiliyorsanız, 1 artı 1, 2 ediyor demektir ki, idare eder. Ama onunla konuşurken kendinizi anlatamıyor, onun ne demek istediğini kavramakta da zorlanıyorsanız, yani 1 artı 1, 2 bile etmiyorsa, işiniz zor demektir. Hayat boyu mimiklerle anlaşamazsınız ki. Onunla konuşamazsanız, ya kendi kendinize konuşmaya başlarsınız, ya da başkalarıyla. İkisi de risklidir. 


Burada çok beğendiğim bir sözü alıntılamak isterim: "Evlenirken kendinize şu soruyu sorun: 'Bu insanla yaşlandığımda güzel güzel sohbet edebilecek miyim?' Çünkü evlilikteki diğer her şey geçicidir."


Yani "Mutlaka evlenin. Anlaşırsanız mutlu olursunuz, anlaşamazsanız filozof." diyenlere katılmıyorum. Size muhatap olabilen, zihninizi açan, ruhunuzu zenginleştiren biriyle evlenirseniz, değil filozof, evliya bile olabilirsiniz. 


FLÖRT NE İŞE YARAR? 


Konuşma deyince, akla beraber çıkma ve flört de geliyor. İnsanların birbirlerini tanımak istemeleri normal tabii. Ama flört dönemi, gerçek beraberlik hakkında ipucu vermez çoğunlukla. Eğer flört, gerçek hayatın aynısı olarak yaşanabilse, belki evliliğin nasıl gideceğine dair ipuçları verebilir ama, bunun da başka bedelleri vardır, malum. Arada sırada görüşüp gezmek ise, gerçek hayattakinden farklı bir kişiliğin sergilendiği bir dönem olabilir. 


Örneğin kişi günün yirmi üç saati tek başına, sessiz-sakin bir hayat sürüyor, biriken sohbet ve gezme ihtiyacını günde bir saatlik buluşmalara saklıyorsa, o bir saatte çok konuşkan, canlı, eğlendirici biri gibi davranabilir. Ve çıktığı kişi de canlı, sosyal insanlardan hoşlanıyorsa, onun gözüne hoş görünebilir. Ama iş evliliğe gelince, o hareketli görünen kişinin günde ancak bir saat gezmeye ve sohbete tahammül edebildiği, aslında çok durgun ve sakin bir hayatı sevdiği açığa çıkınca sürtüşmeler başlar. Ben üç-dört yıl flört edip birbiriyle çok iyi anlaşan, ama evlenince birkaç ayda hayal kırıklığı yaşayıp ayrılan nice insanlar tanıdım. Evlilik hayatı başlayınca "Reklamları izlediniz, şimdi haberler." anonsu yapılmış gibi olur. 


"Peki flört bile olmadan evlenilecek kişi nasıl seçilebilir?" diyebilirsiniz. Aslına bakarsanız, bir insanın karşısındaki kişiyi tanıması o kadar da uzun bir zaman gerektirmez. Yapılan araştırmalar, özellikle kadınların, yeni karşılaştıkları bir kişiyi ilk 3 dakika içinde doğru biçimde değerlendirebildiğini göstermiştir. Zaten dikkatli bir insan için, yüz hatları, mimikler, ses tonu, konuşma biçimi, hatta kullanılan kelimeler bile kişiliğe dair işaretler taşır. Ve özellikle kadınlar bu tip işaretleri çok iyi değerlendirirler. 


Mesela karşınızdaki kişiye "hava bu gün ne güzel, değil mi?" diye sordunuz diyelim. Hepsi de ayrı bir kişilik yapısına işaret eden çeşit çeşit cevaplar alabilirsiniz. 


-Gerçekten de harika bir hava var. İnsanın içi coşkuyla doluyor. (Canlı, iyimser.) 

-Böyle havalarda çok mu mutlu olursun? (Karşısındakiyle ilgilenen.) 

-Hı hı. (Kontrollü ve ketum.) 

-Haklısın, çok güzel, değil mi? (Uyumlu, paylaşımcı.) 

-Esas üç gün önce daha da güzeldi. (Geçmişte yaşayan.) 

-Yaa, bu güzel havada eve tıkıldık işte. (Şikayetçi, karamsar.) 


Bakın, bir tek cevaptan ne kadar çok ipucu çıkabiliyor. Yeter ki ona iyi bakın, dikkatli dinleyin ve ipuçlarını değerlendirin. Böylece 'yakışıklı prensi bulmak için yüzlerce kurbağayı öpmek' zorunda kalmazsınız. 


ONU İYİ TANIYIN 


Yukarıdaki konunun devamı olmakla beraber, bu bahsin, ayrı bir başlık olmayı hak eden bir önemi vardır. Şimdi onu bir düşünün. Nasıl bir insan olduğunu tarif edebilir misiniz? Eğer onun kişiliğini en az on cümle ile tarif edemiyorsanız, onu tanımıyorsunuz demektir. Ayrıca bu on cümleyi başta bahsettiğim tercih listenizle karşılaştırmanızda fayda olduğunu da hatırlatalım. Ve onu tam olarak tanımadığınız halde çok hoşlanıyorsanız, bu sizin fark etmediğiniz bir saplantınız ile ilgili olabilir, dikkat edin. Zira bir insanın karşısındakini iyi tanıyabilmesi için, önce kendi problemlerinden arınması gerekir. 


Bir örnekle açayım: Diyelim ki siz maddi sıkıntı yaşıyorsunuz. Acilen borç para bulmanız lazım. Bu sırada bir yazarla tanıştınız. Çok ilginç fikirleri var. Son çıkan kitabını anlatıyor. Ama siz onun fikirlerini dinlemiyorsunuz. Çünkü aklınız para probleminize takılmış. Bu haldeyken onu ancak şöyle dinlersiniz: "Acaba kitabı iyi sattı mı? Çok parası var mı? Bana borç verir mi?" Anlattığı fikirleri duymazsınız bile. Yani sizin sıkıntınız, onun söylediklerini algılamanızı engeller. 


Aynen bunun gibi, diyelim ki sizin beğenilme, önemsenme konusunda saplantınız var. İnsanların size değer vermediğini düşünüyorsunuz. Bu halinizle, yalancı ve ahlaksız birisi bile, size aşırı ilgi gösterse, peşinizden koşsa, sürekli övse, sizi kolayca elde edebilir. Saplandığınız konuda derdinize deva olacağını düşündüğünüz bu kişinin, aslında apaçık olan yanlışlarını fark etmezsiniz. Sonra da "Onun böyle biri olduğunu evlenmeden önce anlayamamıştım." diye şikayet edersiniz. "Küçücük çocuklar bile karşılarındaki insanın huyunu-suyunu hissedebilirken, nasıl oldu da onun bu bariz sorunlarını görmediniz?" diye sorulduğunda da "Bilmiyorum, fark etmemişim." dersiniz. Aslında cevap açıktır: O yönlerine hiç bakmadınız ki. Sizin ilgilendiğiniz tek bir konu vardı: Saplantınız. 


O yüzden, doğru bir seçim yapabilmeniz için, önce kendi sorunlarınızı bulup çözmelisiniz. Sonra da duru bir gözle karşınızdakine bakıp onu anlamaya çalışmalısınız. Eğer karşınızdakinin huyunu-suyunu yeterince tarif edemiyor, "şu şu yönleri nasıl?" sorularına cevap veremiyorsanız, tekrar bir değerlendirme yapmanız gerekiyor demektir. Bu değerlendirmeyi güvendiğiniz kişilerle birlikte yapmanızda da fayda olabilir. 


BİLENLERE DANIŞIN 


Evleneceğiniz kişiyi tabii ki kendiniz seçeceksiniz ama, fikrine güvendiğiniz kişilere danışmanızın da çok faydasını görürsünüz. Hele aşık iseniz mantıklı değerlendirme yapamayacağınız için, olaya üçüncü bir gözle bakan tecrübeli kişilerin yorumlarını da alın mutlaka. Sizi denk ve uyumlu bir çift olarak görüyorlar mı acaba? Tecrübe, sandığınızdan çok daha önemlidir. 


Ancak burada da abartıya kaçmamalı, mutlaka son kararı siz vermelisiniz. Hata yapma korkusu veya kararsızlık sebebiyle, evleneceği kişiyi anne-babasına veya büyüklerine seçtirenlerin, ileride şikayet etmeye hakları olmaz. Çünkü sizin yerinize seçim yapanların da saplantıları olabilir.


Hep söylerim, hayli bağımlı bir toplum olduğumuz ve ilişkilerimizde özerkliğe pek yer vermediğimiz için, genellikle iki uç arasında gidip geliyoruz. Bir yanda çoğunlukla, gençlerin kararlarını onların yerine almak, hayatlarını yönetmeye çalışmak yanlışına düşen aileler var, diğer yanda da ya boyun eğmiş, sorumluluk üstlenmekten korkan ve her işini başkasının aklıyla yapan gençler, ya da bu baskıyı reddedip ipleri tümden koparan, kendi başına davranıp kimseye danışmayan isyankarlar. Orta noktayı bulmamız gerekiyor.


Burada özellikle, sevdiği kişiyle evlenmesine ailesi izin vermeyen (ya da sevmediği biriyle evlenmeye zorlanan) gençlere seslenmek isterim. Aileniz eğer bu dayatmayı bazı saplantıları doğrultusunda yapıyorsa, onları bununla yüzleştirmeyi deneyin. "Anne, sen mutsuzluğunu maddi sıkıntına bağladığın için, benim illa ki o zengin çocukla evlenmemi istiyorsun. Ama senin asıl problemin para değil ki. Sen babamın seni sevmediğini düşünüyorsun. Zaten bak, filanca da zengin ama hiç de mutlu değil." gibi. Eğer siz kendi tercihinizin sizi mutlu edeceğini mantıklı biçimde açıklarsanız, neden kabul etmesinler ki? Kimse çocuğunun mutsuz olmasını istemez.


Ha, eğer "düşünce biçimleri yanlış, kuşak farkı var, anlamıyorlar" diyorsanız, yeterince konuşmuyorsunuz demektir. Onlar da sizin gibi genç oldular vaktiyle. Meramınızı doğru anlatırsanız, sizi anlayacaklardır. 


Bu konu üzerinde çok duruyorum, çünkü mutlu bir yuva kuracağım diye arkanızda harabeler bırakmanızı istemem. O harabelerin görüntüleri sizin hayalinizde hep yaşar ve ne kadar iyi bir evlilik yaparsanız yapın, içinizi hep sızlatır. Sizin iyiliğiniz için söylüyorum yani, ailenizin iyiliği için değil.


ONUN AİLESİ NASIL PEKİ? 


"Anasına bak, kızını al." sözü boşuna söylenmemiştir. Hele hele yapı olarak ailesine daha düşkün ve bağlı olan kızlar, ailelerinin çizgisinden pek sapamazlar. O yüzden özellikle bir erkeğin, evleneceği kızın ailesini iyi tanıması gerekir.   


Aileyi incelerken, kişinin anne-babasıyla olan ilişkilerine de çok dikkat etmek gerekir. Zira psikolojik bir gerçektir ki, kız çocuğunun babasıyla, erkeğin de annesiyle ilişkisi, evlendiğinde de sürdüreceği iletişimin temelini oluşturur. Babasıyla mesafeli bir ilişki sürdürerek büyümüş bir kız, eşiyle de mesafeli olacaktır muhtemelen. Annesinin şefkatli ev kadını kimliğini benimsemiş bir erkek, çalışan ya da sosyal yönü kuvvetli bir kadınla mutlu olamaz. Babası kendisine aşırı düşkün bir kızın, eşinden de aşırı ilgi beklemesi veya annesi baskın karakterli olan bir erkeğin pasif bir kadınla mutlu olamaması gibi örnekler de verebiliriz. 


DOĞRU ZAMANLAMA 


Sıkıntılı zamanlarda yanlış kararlar verilir. Eğer bir bunalım dönemi yaşıyorsanız, hayatınızda bağlayıcı olacak önemli bir karar vermeyin. Zira 'denize düşen yılana sarılır'. Biz, depresyondaki hastalarımızı mutlaka uyarırız: "Şu an sağlıklı değerlendirme yapamayabilirsiniz. Kendinizi toparlayana kadar önemli bir karar almayın." Bunalım dönemlerinde öncelikler değişir çünkü. Kapsamlı ve berrak düşünmek pek mümkün olmaz. Depresyonda iken yaşadığı keyifsizliğin etkisiyle, çok hareketli, neşeli birisine aşık olup evlenen bir hastam, hastalığı düzeldiğinde "Ben bu havai, boşboğaz tiple nasıl yaşayacağım?" demeye başlamıştı. 


Burada insan ilişkilerine dair çok ilginç bir saptamadan da bahsetmek isterim. Ünlü Psikiyatrist Jung tarafından dile getirilen ve 'senkronisite' (eş-zamanlılık) olarak bilinen kavrama göre, 'bir insanla ilişkinizin frekansı, onunla ilk tanıştığınız gündeki ruh halinizle örtüşür.' Yani örneğin birisiyle ilk tanıştığınızda mutlu bir gününüzde iseniz, onunla ilişkiniz de mutlu olacaktır muhtemelen. İlk tanışma gününüzde sıkıntılı olduğunuz kişi ise, hayatınıza sıkıntı getirecektir büyük ihtimalle. Evet, çok iddialı ve sıra-dışı bir değerlendirme gerçekten. Ama, 1: Dayanak noktası "hayatta tesadüf yoktur, her şey birbiriyle ilişkilidir" mantığına dayanır 2: Denemesi de kolaydır. Ben denedim, şaşırtıcı düzeyde bir uyum gördüm.


KAÇ YAŞINDA EVLENMELİ? 


‘Doğru zamanlama’ gibi ‘evlenme yaşı’ da önemli bir konudur. Cinslere göre konuşursak: Erkekler, yapı olarak daha geç olgunlaşırlar. Kızların 12 yaş civarında ergenliğe girmelerine karşın, erkeklerde bu yaşın 15 civarında olması, bunun en açık göstergesidir. İşte bu olgunluk farkı, yirmili yaşlara da yansır ve yaşıt olan erkeklerle kadınlar arasında, evliliğe hazır olma noktasında belirgin bir fark ortaya çıkar. 20 yaşlarındaki bir erkeğin genellikle aklı hala bir karış havadadır, bilirsiniz. 25 yaşından küçük bir erkeğin evlilik sorumluluğunu üstlenecek kıvama gelmiş olması, biraz zordur.


Kadınlar ise çok daha erken dönemlerde evliliğe ve anneliğe hazır olurlar. Dolayısıyla günümüzde genel kabul gören 20 yaş civarında evlenmeleri, mantıklı sayılabilir. Tabii bu yaşı eğitim gibi sebeplerle biraz ileriye atmak da mümkündür ama, kişilik fazla kemikleşmeden evlenmekte de fayda vardır kadınlar için. Zira evlilik esnek olmayı, uzlaşabilmeyi, gereğinde taviz verebilmeyi gerektirir. Yaş ilerlemiş, yaşam tarzı oturmuş ise, karşısındakine uyum sağlaması giderek güçleşecektir. 


Özetle, ideal olanı, erkeğin sorumluluk üstlenecek, gereğinde eşine güç verebilecek bir olgunluğa eriştiği 25-30 yaşlarında, kadının da kendini ve hayatı tanıyıp, çok da kişiliği kemikleşmeden 20 yaşlarında evlenmesidir. Arada biraz yaş fark olması, ilerideki yıllar açısından da avantajlı olabilir. 


DÖRT DÖRTLÜK OLMALI MI? 


Yukarıda anlattıklarımız, iyi bir evlilik yapabilmek için dikkate alınması gereken bazı faktörlerdir. Bunların hepsinden tam not almak zorunda değilsiniz tabii, ama hepsini dikkate almanız sizin yararınıza olur. Bu dünya Cennet olmadığına ve birçok peygamber bile evliliğinde sorunlar yaşadığına göre, mükemmel bir uyum beklemek gerçekçi olmaz. Evlenmek için illa da dört dörtlük birisini beklemeyin. "Onun bu yönü eksik, bunun şu yönü fazla" derken, sonunda eli böğründe kalıp, hiç olmayacak biriyle evlenenlerden olmayın. 


'Dört dörtlük uyum' deyince şu soruyu da sormak isterim: "Dünyanın bir köşesinde, aynı sizin gibi yaratılmış, fiziğiyle, huyuyla, tıpatıp size benzeyen birisi var" desem inanır mısınız? Tabii ki inanmazsınız. Çünkü insanlar, hiçbiri diğerinin aynı olmayacak bir çeşitlilikle yaratılmışlardır. En benzer dediğimiz kişilerin bile, biraz dikkat ettiğimizde pek çok farklılıklarının olduğunu görürüz. Peki o zaman şu soruyu sorayım: "Dünyanın bir yerinde tıpatıp sizin hayallerinize uyan birisi var" desem, inanacak mısınız? Buna da inanmayın. Hayaller, idealler, yıldızlar gibidir. Onlarla yolumuzu buluruz ama onlara ulaşamayız. Onların gerçekleşme yeri öteki dünyadır. Bu hayatta bulabildiğiyle yetinmek, bir fazilettir. Konuyu kısa bir formülle özetleyelim: Dört dörtlük beklemeyin, dörtte ikiye de razı olmayın; dörtte üçü hedefleyin. 


SÖZLEŞME YAPIN 


Eğer tüm bu değerlendirmeler sonunda evlenme kararı aldıysanız, evlilikle ilgili şartları kağıda dökmenizi tavsiye ederim. Çoğu evlilik terapistleri önerirler bunu. Evlilikte uyulacak kurallar, kimin nelerden sorumlu olacağı, hatta hangi şehirde yaşanacağı gibi konuların yazılı anlaşma haline getirilmesinde fayda vardır. Böylece evlilik sırasında olabilecek sürtüşmelerde "benim dediğim mi olacak, senin dediğin mi?" tartışmaları yaşamazsınız. "Burada yazdıklarımız olacak. Ne söz vermiştik? Bak, altında imzamız bile var." 


Ve bunun faydası sadece evlilikte çıkan problemlerin çözümüne yardım etmesi de değildir. Esas, çıkabilecek problemleri önceden görmeye ve yanlış bir evliliği baştan engellemeye yarar. O heyecanlı dönemin coşkusu içinde size önemsiz gibi gelen ve "anlaşarak hallederiz, bir yolunu buluruz." diye gözardı edilen nice gizli uyumsuzluk, bu sözleşme esnasında açığa çıkabilir. Mesela ailelerle ilişkinin düzeyi, edinilecek malların nasıl kullanılacağı, çocuk bakım ve eğitiminde eşlerin payları, özel ilgilere ne kadar zaman ayrılacağı, hatta medyada ne izleneceğine kadar yazın bakalım. Hiç tahmin etmediğiniz tavırlar ve itirazlarla karşılaşabilirsiniz. 


Karşılaşmadınız mı? Hemen evlenin o zaman. Allah bir yastıkta kocatsın. 


İSLAM VE PSİKİYATRİ


SORU: İlk olarak Psikiyatri dünyasının önemli isimlerinden Freud üzerine bir soru sormak istiyorum. Freud'un görüşleri ile İslamî kavramları bir arada değerlendirdiniz mi? Aralarında bir uyum yok mu sizce? Mesela Freud'un 'id-ego-süperego' üçlemesi, bizim 'nefis-benlik-vicdan' tariflerimize benzemiyor mu? Freud'un tespitlerini İslami kavramlarla bağdaştırabilir miyiz?


CEVAP: Freud'un bazı tespitleri, İslami kavramlara uyabilir tabii. Mesela bahsettiğiniz 'id-ego-süperego' üçlemesinin 'nefis-benlik-vicdan' üçlemesine epey benzediği açıktır. O da kendince gerçeği bulmaya çalışan, çok da zeki bir insandı ve bazı doğruları da görmüştü muhakkak. Örneğin 'bilinçaltı'nın varlığı, bastırılmış duyguların başka şekillerde açığa çıkması, çocukluk yaşantılarının kişilik problemlerinin çekirdeğini oluşturması gibi fikirlerini reddeden yok zaten. Ve hayli kabul görmüş bir fikrin tamamen yanlış olması zordur. İçinde bir gerçeklik payı vardır daima.


Ancak Freud birçok yerde büyük hatalar da yapmıştır. Bugün bu takipçilerince bile kabul edilmektedir. Mesela o, süperego'nun (vicdan) tamamen bilinç düzeyinde olduğunu, bilinçaltının ise tümüyle id denilen dürtülerden oluştuğunu iddia eder. Oysa suçluluk duygusu hem süperego'ya aittir, hem de bilinçaltı bir süreçtir. 


Veya onun neredeyse yok saydığı, görmezden geldiği ölüm gerçeğini, yok olmaktan korkmayı, günümüzde bir çok psikiyatrist, en temel bir problem olarak görür. 'İnsan, öleceğini bile bile yaşayan tek canlıdır ve bu durum insan için en önemli stres kaynağıdır' denir. Oysa Freud'un aleminde ölüm yok gibidir. Bin dereden su getirir de ölüm vadisine uğramaz. 


Freud'un, annesinin ölümünden sonra depresyona giren bir çocukla ilgili meşhur bir analizi vardır: "Anne objesini, ölümünden sonra içselleştirmiş. Ama ona karşı olan ambivalan (zıt) duygularından dolayı, süperego angsiyetesi (vicdan azabı) yaşayıp depresyona girmiş." Bu yorum, günümüz psikiyatri camiasında neredeyse gülerek karşılanmakta ve "Onca ince mekanizmayı görüp de, annesini kaybetmek gibi bir acının ve apaçık ölüm gerçeğinin bu depresyondaki rolünü görmemek, nasıl bir analizdir?" denilmektedir. 


Freud'un bunlar gibi daha birçok yanlışı, konuyla az-çok ilgilenenlerin malumudur. O yüzden, onun fikirlerini tartışılmaz esaslar gibi kabul edip, İslami terimleri onlarla açıklamaya çalışmak, hatalı olur. Her popüler teoriyi Kuran'a uydurmaya çalışmak, sürekli 'minder dışına çıkmaya' yol açar. Böyle yapan ve orta bir yol bulmaya çalışanların, sonunda çizgiden çıktıkları çok görülmüştür. Zaten bugünkü psikiyatri dünyasında Freud'un görüşleri büyük ölçüde terk edilmiştir. Onu izleyenler bile ancak fikirlerini epey değiştirerek kabul etmektedirler.


SORU: Peki Freud'un temel hatası nedir sizce?


CEVAP: Bu soruya 'şudur' diye cevap verecek kişi ben değilim. Ama "Birşey tamamıyla elde edilmedi diye, tamamıyla terk de edilmez" kuralınca, kendimce bir yorum yapabilirim. 


Freud, bazı gerçekleri görmüş ve vurgulamıştır dedik. Ne var ki o, gördüğü bazı doğruları sıklıkla yanlı veya yanlış yorumlamıştır. Psikolojik süreçlerin işleyişine getirdiği sebep-sonuç bağlantıları, kişisel bakış açısı yüzünden şekil değiştirmiştir. Bu da konunun tümüyle başka şekle girmesine ve ciddi yanılgılara yol açmıştır. Zira bakış açısına göre, imkansız şeyler mümkün görünebilir. Ay'a bakan bir kişinin gözündeki bir kıl Ay'ı örtse, "Gözümün kılı Ay'dan büyüktür." diyebilir.


Bir benzetmeyle konuyu açalım: Bir tabiat köşesi düşünün. Dağ, vadi, ırmak, şelale ve ağaçlar var. Burada gezip etrafı seyreden herkesin, kişisel zevkine göre çevreyi algılaması ve yorumu değişecektir. Kimisi şelalelere meraklıdır, tüm diğer objeleri şelaleye göre ikinci derecede görür. Hatta "şelale olabilmesi için dağdan vadiye akan bir nehir lazımdır. Dolaysıyla dağ, vadi ve nehir şelale içindir" der. Kimisi ise ağaçları merkeze koyar. "Ağaçlara toprak lazım. O da dağlardan gelir. Su da lazım. O da nehirlerden gelir." diyerek her şeyi ağaçlarla ilişkili olarak açıklar. Yani aslında kainatta her şey karşılıklı bir alışveriş içinde, dengeli bir bütün oluşturduğu halde, bakan kişinin kişisel tercihleri ile kimi objeler ön plana çıkarken diğer objeler tamamlayıcı fon konumuna düşerler.


İşte aynı durum insanın ruhsal yapısını incelerken de geçerlidir. Akıl, şehvet, öfke, hayal, benlik gibi parçaların hepsi, bir bütünü oluşturan, farklı görevleri olan ve birbirini tamamlayan unsurlardır. Ama ilgilenen kişinin tercihleri, bunlardan birini ön plana çıkarıp, diğerlerini ayrıntı olarak görmesine yol açabilir. Üstelik herkes başkalarını kendisi gibi zanneder. Kendisinde hissettiklerini umuma geneller. "Ben böyleysem tüm insanlar da böyledir herhalde" diye düşünür. O yüzden, örneğin cinselliğe dair takıntıları olanlar, insanın ruhsal yapısında merkeze cinsel enerjiyi koyar, diğer her şeyi ona göre ve ikinci derecede değerlendirirler. Üstelik bunun herkeste böyle olduğunu iddia ederler.


Bir kadın psikolog tanımıştım. Erkek gibi giyinir ve davranırdı. Ve ilginç biçimde, hangi hastaya psikolojik test yapsa, raporunda mutlaka "cinsel kimliğini kabullenmekte güçlük çekiyor" yazardı. Oysa aynı hastalara başka psikologlar test yaptıklarında böyle bir tespit nadiren gözlenirdi. Yani o arkadaş, kendisinde yaşadığı problemi başkalarında da görmekteydi. Benzer biçimde, Psikiyatri çevrelerinde yapılan bir espri vardır: "Ödipus kompleksi (Freud'un teorilerinden biri) tarihte sadece bir kişiyi, Freud'un kendisini etkilemiştir." denir.


Özetlersek, Freud'un asıl hatası, bütünün tek bir parçasını merkeze koymak ve her şeyi ona göre yorumlamak olmuştur. Neyse ki zamanla insanın ruhsal yapısına farklı açılardan yaklaşan yeni ekoller çıktı. Ve bu akımlar, örneğin bilişsel ve varoluşçu yaklaşımlar, bütünün diğer kısımlarına da hak ettiği önemi vermeye başladılar.


SORU: Bilim aleminde Freud artık terk ediliyor ve doğruya yaklaşma var yani?


CEVAP: 'Doğruya yaklaşma' tabirini ihtiyatlı kullanmak lazım. Resim giderek netleşiyor, evet. Ama insanı yaratıcısından kopuk biçimde yorumlama hatası, henüz aşılamadı. Psikiyatride hala hakim olan yönelim, dine soğuk bakan bir anlayıştır. Hatta ölüm konusunda Freud'u eleştiren, varoluşçu ekolün ağır topu Yalom da ateisttir. Ölümün önemini kabul eder ama, çözümü yine dinin dışında arar. 


Zaten esas önemli nokta şudur ki, Kur'an ile materyalist bilim arasındaki asıl fark, tespit ve isimlendirmeden önce, bakış açısıdır. Kur'an her şeye Allah hesabına bakar, inançsız bilim ise bizzat kendileri hesabına. Mesela bir yazıya, harflerin şekilleri, büyüklükleri, renkleri gibi özellikleri için, yani bizzat o yazının kendisi için bakmak başkadır, yazının ifade ettiği anlam için bakmak bambaşkadır. İşte bu bakış açısı noktasından, dini dışlayan bilim ile, Kuran'ın tarzı arasında dağlar kadar farklar vardır. Materyalist bilim her şeyi ve insanı, kendisi için var olan, bizzat kendisini gösteren ve kendisine hizmet eden varlıklar olarak görür. Kur'an ise her şeyi yaratıcısına nispetle ve yaratılış hikmetine göre ele alır. 


O yüzden modern psikiyatristler, ego'yu yani benliği, bizzat kendisi için var olan ve kendi çıkarlarını korumaya çalışan bir kişilik elemanı olarak tarif ederken, İslami açıdan benlik, elindeki kabiliyetleri Allah'ı tanıyabilmek için kullanan, kendisi adına var olmayı değil, yaratıcısını bulmayı hedeflemiş bir araçtır. 


Yine materyalist psikiyatri, malum üçlemede önceliği hala 'id' yani 'nefis'e verir, 'Esas amaç, id dürtülerinin tatmin edilmesi, deşarj olmasıdır. Ana hedef zevktir.' düşüncesi hala ön plandadır. Oysa Kur'an esas olarak vicdanın hakim olması, nefsin ise terbiye edilmesi gerektiğini ifade eder ve esas amacı, Allah'ın rızası olarak gösterir. Burada nefis sadece bir itici güç, bir binektir. Dizginlenmesi ve yönlendirilmesi gereken bir binek.


Zaten yaratıcı unutulsa ya da düşünülmezse, ona yönelik manevi yönler de görülmez veya anlaşılmaz. Oysa insan, Kur'an'ın ifadesiyle, Allah'ı tanımak ve ona kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsana verilen tüm yetenekler (akıl, vicdan, benlik, hayal vs.) Allah'ı tanımayı, ona yönelmeyi sağlasınlar diye verilmiştir. Bu ilişkiyi yok farz edince, o yetenekleri hakkıyla anlamak (ve tabii tatmin etmek) mümkün değildir. 


Mesela bir otomobil düşünün. O otomobili, yapımcı firmayı, üretim amacını, kullanım kılavuzunu bilerek incelemek ve kullanmak başkadır, ne işe yaradığını (hatta taşıt olduğunu bile) bilmeden değerlendirmek bambaşkadır. Medeniyetten uzak bir adam düşünün ki, o otomobilin bir ulaştırma aracı olduğunu dahi bilmiyor. Bu adam bir araba görse, onu küçük bir kulübe gibi düşünecektir muhtemelen. 'İçine oturması rahat, ama uyumak için çok uygun değil. Bu yuvarlak şeyi neden koymuşlar ki? Sökeyim de kalabalık etmesin. Aslında bu kulübe, kalmak için çok uygun sayılmaz ama, belki işe yarar.'


Aynen onun gibi, insanı da 'bu dünyaya sınav için gönderilmiş, yaratıcısını tanıyıp ona kulluk edecek yeteneklerle donatılmış, sonsuz cenneti kazanmaya aday bir kul' olarak değil de, 'tesadüfen dünyaya gelmiş, çok yetenekli ama kısacık ömürlü, konuşan bir hayvan' olarak görenler, insandaki muazzam duygu ve yetenekleri, böyle basit bir nazarla değerlendirip, büyük hatalara düşerler.


SORU: Peki sizce insanın en önemli meselesi nedir?


CEVAP: Öncelikle, insan gibi kapsamlı, neredeyse küçük bir evren hükmündeki bir varlığın en büyük sorununun, hayvanlara benzer biçimde 'haz almak'tan ibaret olmayacağı, açıktır. Ve insan düşünen bir canlı olduğuna göre, en temel meselesi 'hayatın anlamını bulmak' olsa gerektir. 'Büyük resmi görmek' de diyebiliriz, evvelki resim benzetmesine atıfla. Yani her insan, 'İnsan nedir, hayat nedir, ölüm nedir?' gibi temel sorulara cevap bulmak ister. Yine bu yüzden, insanın en büyük korkuları da 'anlamsızlık ve ölümlülük'tür. Hayatın sonuçsuz ve anlamsız bir koşturmaca olması, sonunun da hiçlik olması, en acıtıcı şeylerdir insan için. Hele, (varoluşçu ekolün de vurguladığı gibi) ölüm gerçeği, yani 'öleceğini bile bile yaşamak', çözülmesi gereken en önemli meseledir. 


Bazılarının ilk sıraya oturttuğu şehvet, hayvanlarda da vardır. Oysa sadece insan, öleceğini bile bile yaşayan bir canlıdır. Örneğin size sorsam ki, "Cinsellik mi önemlidir, yoksa ölüm mü?" Tabii ki saçma bir soru olur. Ölü (veya her an ölümünü bekleyen) bir insan için, cinsellik ne ifade edebilir ki? Oysa yaşayan bir insan için, cinsellik hiç olmasa da, hayatın bir çok güzellikleri olabilir. İşte Freud ve takipçileri, insanın en önemli korkusu olan ölüm gerçeğini ve sonsuza dek yaşama arzusunu görmezden gelmiş ve ona kıyasla ikinci bile değil, üçüncü derecede olan cinselliği en büyük mesele olarak vurgulayıp ciddi bir hata yapmışlardır.


Bir de şöyle soralım: Eğer bazı cinsel problemler çözülmediğinde, ileride bazı ruhsal rahatsızlıklara sebep oluyorsa (ki mümkündür) en önemli problem olan ölüme karşı bir çare bulamamak, ölümü hiçlik olarak görmek, her an yok olma korkusu ile yaşamak, çok daha ciddi rahatsızlıklara yol açmaz mı?


SORU: Peki sizin modern psikolojide en çok benimsediğiniz ekol hangisi?


CEVAP: Meşhur bir benzetme vardır, körlerin fili tarifi üzerine: 'Fil bir hortumdur', 'Hayır, kepçedir.' vs. denildiği rivayet edilir. Aslında hiçbiri fili doğru tarif edememiş, sadece bir yönünü fark edebilmişlerdir. İşte insanın ruhsal yapısını anlamaya yönelik psikoloji ekollerinin durumu da böyledir. Hepsi bir hakikat çekirdeğine dayanıyor, ama hiçbiri tam anlamıyla büyük resmi görebilmiş değil. Zaten bunun böyle olduğunu, bu ekolleri az-çok inceleyen herkes fark eder. Bugün yüzlercesini sayabileceğiniz psikoloji ekollerinin hemen hepsi, kurucusu olan şahsın kişisel bakış açısına dayanır ve ancak belli bir gurup hastaya fayda verir. O yüzden 'hepsinde gerçeğin bir parçası var, ama hepsi eksik' diye düşünüyorum.


Örneğin 'analitik psikoloji' bir gerçeğe dayanır ki, insanın görünürdeki davranışlarının altında, çocukluğa kadar uzanan karmaşık bilinçaltı mekanizmalar yatar. O temel çatışmaların savunma mekanizmaları ile çözülmeye çalışılması sonucunda da görünürdeki belirtiler ortaya çıkar. Bunu kimse inkar edemez zaten. 


Buna karşın, temel problemler değişmese bile, sadece görünürdeki davranışların değiştirilmesi de mümkündür, bunu da davranışçı ekol savunur. Benim en az beğendiğim akım olsa bile, onda da bir hakikat çekirdeği vardır. En azından pratikteki faydaları ortadadır. 


Sosyal psikolojiyi de yabana atamayız; insanın sosyal bir varlık olduğunu, davranışlarını belirleyen etkenlerden birinin toplumsal faktörler olduğunu görmezden gelemeyiz; genelde psikoloji toplumdan bireye değil, bireyden topluma doğru düşünse bile. 


Bir de varoluşçu yaklaşım var, 'insanın en büyük meselesi, öleceğini bile bile yaşamaktır' diyen. Buna karşılık o ekolü bile inançsız bir zeminde ele alıp, 'Evet, ölüm bir son. Ama insanın ölümü hatırlayıp kendi hayatını yaratma sorumluluğunu üstlenmesi gerekir.' şeklinde uygulayanlar da çoktur. 


Bilişsel (kognitif) ekol ise, "asıl olan, yaşanan olaylar değil, o olayları yorumlama şeklidir" der. Çok doğru bir noktaya parmak basar yani. Ama bahsettiğimiz temel sorunlara, hayatın anlamına, ölüm gerçeğine dair pek bir diyeceği de yoktur. Buna karşın, gerek davranışın altında yatan düşünceyi önemsemesi, gerekse herhangi bir felsefi ön kabul gerektirmemesi yüzünden, en rahat kullanılabilen, bence en etkili ekoldür şu an için. 


Ama tabii en doğrusu, geniş bir bakış açısıyla hepsinin sentezini yapmak ve uygun yerlerde hepsini kullanabilmektir.


SORU: Peki, elimizde Kur'an gibi bir hazine varken, İslam alemi olarak neden dünya çapında bir psikoloji uzmanı yetiştiremedik, ses getiren bir ekol ortaya koyamadık? Nerede yanlış yapıyoruz?


CEVAP: Son dönemlerde Müslümanlar olarak özgün fikirler üretemeyişimiz ve İslam aleminin bilimsel olarak geri kalmışlığı, üzücü bir gerçektir. Bir dönem ilimden ziyade cihat yönüne kaymış olmamız, bunun ana sebebidir bence. Ancak, çamura bulanmış bir altın, parlak bir tenekeden daha değerlidir. Birkaç asırlık bir durgunluk dönemi yaşadı diye, asırları aydınlatmış olan İslam dininde bir hakikatsizlik mi var diye şüphe etmek, anlamsız olur. 


Kaldı ki, bizim geri kalmışlığımız, Kuran'a bağlı olmamız sebebiyle değil, tersine Kuran'dan kopmamız sebebiyledir. Buradan çıkış yolu da, Batı felsefesinin prensiplerini İslam'a yamamak değil, doğrudan doğruya Kuran'dan ilham alıp, iman gözlüğü ile insana, kainata, ilimlere bakmak ve taze bir sentez yapmaktır. Ancak o zaman orijinal çalışmalar üretip bilimsel yönden de ileri gidebiliriz.


ÖLÜM TERAPİSİ


Çocuk büyütmüş olanlar bilirler, çocuklar 3-4 yaşlarından itibaren iki konuyu ısrarla sormaya başlar: Biri doğum, diğeri de ölüm. Zira zaman kavramı o yaşlarda oluşmaya başlar. Yani çocuk bir zamanlar bu dünyada olmadığını, sonradan geldiğini fark eder. Bir yandan da burada kalıcı olmadığını, bir gün herkes gibi öleceğini anlar. O yüzden "ben nasıl doğdum, nereden geldim?" ve "ölünce ne olur, ölenler nereye giderler?" soruları bu dönemde başlar. Ama bu sorulara erişkinlerden bazen saçma, bazen de kaçamak cevaplar gelir. "Seni leylek getirdi yavrum" sözü, bu anlamsız cevapların en meşhurudur. 


Oysa (hep söylüyoruz) çocuklar cevabına hazır olmadıkları soruyu sormazlar zaten. Dünyayı ve hayatı tanımaya, anlamaya çalışan o meraklı zihinlerin, bu temel bilgilere ihtiyacı vardır tabii ki. İşte bu dönemlerde aile özellikle ölümle ilgili sorulara yetersiz ve yanlış cevaplar verirse, çocuğun kafası karışır. "Yavrum, merak etme, sen ölmezsin", "sadece yaşlılar ölür evladım" gibi cevapların, çocuğunuzu kandırabileceğini mi sanıyorsunuz? Çocuğunuz aptal mı? Medyadan, çevreden, her gün gençlerin, hatta çocukların da ölebildiğini görmüyor mu? Herkesin ölebileceğini, daha doğrusu herkesin mutlaka öleceğini anlamıyor mu? 


İşte erişkinler ölüm konusu açıldığında böyle garip cevaplarla 'kıvırır', eveleyip gevelemeye başlarlarsa, çocuk şöyle düşünür: "Anlaşılan ölüm, korkunç ve çözümsüz bir gerçek. Bu konuyu kapatmak lazım." Ve soruları kesilir. Cevabı alınmayacaksa neden soru sorulsun ki? Aile de bu fırtınayı atlattıklarını düşünüp rahatlar. 


Ama asıl fırtına, şimdi çocuğun iç aleminde kopmaya başlamıştır. O nazik ve kırılgan ruhu, kaçınılmaz ve (görünürde) acımasız olan ölüm gerçeğine, ölüm korkusuna dayanamaz. Ve bu düşünceden kaçmak ister. Oyuncaklarına kaçar, haylazca eğlencelere kaçar, kendini avutmaya çalışır. Ölümü görmemeye, düşünmemeye gayret eder. 


Ve ilginç bir zamanlama ile, tam da bu yaşlarda, bir takım sebepsiz (!) korkular gelişir çocukta. O güne dek mesela köpeklerden, karanlıktan vs. hiç korkmayan çocuk, artık karanlıkta yatamaz, köpek gördü mü panikle kaçar, öcülerden bahseder. Neden olur bu sizce? Sebep açıktır. Ölüm korkusu ruhuna sinmiştir. Ama ölüm her an, her yerden gelebileceği için, bu sürekli tedirginlikten kaçınabilmek için, bu korkunun yerine, yine ölüme yol açabilecek, ama aynı zamanda kaçınabileceği bir 'sembolik korku' geçer. Bu, bilinç dışı gerçekleşen bir ruhsal savunma mekanizmasıdır. Tıbbi dilde 'replasman' denir, 'yerine geçirme' yani. Kaçılamayan bir korkunun yerine, kaçılabilecek bir korku objesi geçer. Böylece ölüm korkusu, yerini mesela köpek korkusuna bırakır. Bu sayede çocuk, etrafta köpek olmadığı sürece rahattır. 


Tabii derinde ölüm korkusu olduğu yerde durmaktadır. O yüzden çocuğun köpek korkusu bir şekilde çözülse bile, bir süre sonra yerine başka ve yine sembolik bir korkunun geçmesi kaçınılmazdır. Yaş ilerleyip erişkin çağa gelindiğinde ve köpekten korkmak artık komik kaçtığında ise, onun yerini hastalık kapma veya asansör gibi korkular alır. Ve bu durum yıllar içinde özü aynı kalmakla beraber görünüşte biraz değişir ve sonunda kişi bize gelir. "Doktor bey, ben uçaktan korkuyorum." 


Bu durumda bizim yapabileceğimiz iki şey vardır. 1: Doğrudan ve sadece o anki korkusunu yenmesi için yardım etmek, 2: Alttaki esas kaynak olan ölüm korkusuyla yüzleştirip onu çözmesini sağlamak. 


Birinci şık için hasta bize bayağı yardımcı olur. Ama sıra temeldeki korkuyla, yani ölümle yüzleşmeye gelince, işimiz biraz zorlaşır. Zira böyle kişilerin zihninde ölüm, bir tabudur. Problemin ölüm korkusuyla olan ilişkisi ise yıllar önce kesildiği için, bazı hastalar aradaki bağı anlayamaz. Ölüm konusuna girmemek için direnirler. Biz de bazı soru ve örneklerle konuyu açarız. 


Örneğin size psikiyatride en çok rastlanan fobi (korku) objelerini sayayım: Yükseklik, asansör, kapalı yerde kalmak, yılan, köpek, mikrop kapmak, hasta olmak, deprem, yangın, sel, fırtına vs. Listeyi uzatabiliriz. Peki tüm bunların ortak noktası nedir? Tabii ki ölüm. Tüm bunlar ölüme yol açma ihtimali olan şeylerdir. Asansörden neden korkar ki insan? 'Asansör arada kalırsa' vakit kaybedeceği için mi? Tabii ki değil. "Ya asansör düşerse veya bozulur da havasızlıktan ölürsem?" diye korkar. Veya yükseklikten niye korkar bir insan? "Rüzgarda üşütürüm" diye değil tabii. "Ya düşer de ölürsem" diye korkar. Peki ölüm korkusunu yenmeden bu tip korkulardan kurtulabilir mi kişi? Kesinlikle hayır. 


Aslında ölüm, insanın en büyük meselesi, hayatın da tek kesin gerçeğidir. Mesela bir insan için "mutlaka ünlü olur" diyebilir misiniz? Hayır. "Mutlaka evlenir?" Hayır. "Mutlaka zengin olur?" Hayır. Peki "Mutlaka ölür" diyebilir misiniz? Evet. Başka her şey mümkündür, ama ölüm kesindir. Üstelik öleceğini bilerek yaşamak, sadece insana mahsustur. İnsan dışında hiçbir canlı bu bilince sahip değildir. 


Kurban bayramlarında görürüz: Hayvanlar sırayla kesilirler ama, sırası gelene dek diğerleri afiyetle otlamaya devam ederler. Zira o bilinç, hayvanda yoktur. Ama insan, öleceğini bile bile yaşayan tek canlıdır. Peki bu açmazı çözmeden, bu korkuyu, üstüne gidip halletmeden, insan huzurlu olabilir mi? Mümkün değil. 


Bakın, bunu sadece ben söylemiyorum. Dünyanın en ünlü psikiyatristlerinden Irwin Yalom da söylüyor. Yalom'un "Varoluşçu psikoterapi" isimli meşhur kitabının yüzlerce sayfa tutan ilk iki bölümü sadece ölüm üzerinedir. Üstelik Yalom (anlaşıldığı kadarıyla) inançsızdır da. Ama bu, onun apaçık ölüm gerçeği ile yüzleşmesini önlememiştir. 


Hastalarıma da bunu söylüyorum zaten: "İlla ki inançlı olmanız gerekmez benim için (bir psikiyatrist olarak). Ama madem ki insansınız ve ölümlüsünüz, ölümle yüzleşmek ve onu çözmek zorundasınız. Bunu nasıl yapacağınız ise benim saham değildir. İster inancınızı güçlendirirsiniz, ister felsefe ile çözersiniz, o size kalmıştır. Eğer inançlıysanız (ki ben de inanç dışı yollarla bu konunun tam olarak halledileceğini düşünmüyorum) o yönde tavsiyelerim de olabilir. Ama siz "ben ölünce kurbağa olacağım, zürafa olacağım" da diyebilirsiniz, "yokluk güzel şey aslında" diye bir teselli de geliştirebilirsiniz, orasını bilemem. Burada esas önemli olan, sizin bu konuya öyle veya böyle, kendinizce mantıklı bir çözüm bulmuş olmanızdır. O zaman psikolojik açıdan mesele kalmaz. 


Bir hastamdan ilginç bir örnekle konuyu açayım: Bilgisayar konusunda uzman, aşırı derecede de zeki bir gençti. Kafası tıkır tıkır işliyordu. Ne sorsam dakikalarca ve zekice cümlelerle cevap veriyordu. Zihnim zihnine yetişemiyordu bazen. Dakikada 120-130 kelime üretebiliyordu sanırım. Ama açıkça görünen tedirginliğini açıklayacak hiçbir ipucu da vermiyordu. Bir an sustuğunda, "ölüm konusunda ne düşünüyorsun?" diye sordum. Sonraki bir dakika boyunca "hık-mık" türü 3-5 kelime çıktı ağzından. Afallamıştı. Ardından yavaş yavaş açıldı. Ve öylesi ilginç şeyler anlattı ki... 


Aslında ölümden fena halde korkuyordu. Hiç yaşlanmamak, hiç ölmemek istiyordu. Hatta o yüzden içki-sigara içmiyor, bir sürü sağlıklı yaşam prensibi uyguluyordu. Ama maalesef ölecekti sonunda, biliyordu. Henüz ölüme çare bulunamamıştı. Fakat 60-70 sene sonra tıp bunun da çaresini bulacaktı, bundan emindi. Ama faraza o zamana kadar kalabilse bile, yaşlı insanların bedeninde, hayal edilen bu 'ölümsüzleştirme' işlemi yapılamayacağı için, kendisine yaramayacaktı bu gelişme. Bu durumda tek yol kalıyordu geriye: Bir şekilde kendisini 'dondurmak', o zaman geldiğinde çözdürerek ölümsüzleşmek. Bu dondurma işlemi yurt dışında yapılıyordu, duymuştu. Ama bunun için de çok para lazımdı. O yüzden 5-10 yıl içinde iddialı bir proje yapıp, ciddi para kazanması gerekiyordu. O zaman ölümden kurtulabilecekti. Birçok yeni proje üretip bütün gün çalışmasının altındaki esas sebep de buydu. 


Ama aslında bu da tam bir çözüm değildi. Zira bunu başarsa ve ölümsüz olsa dahi, fiziksel hesaplara göre, entropi kanunu gereğince, milyonlarca yıl sonra bile olsa, bir şekilde kainat yok olacaktı ve sonunda öyle veya böyle mutlaka ölecekti. "Ha on yıl yaşayıp ölmüşüm, ha on milyon yıl yaşayıp ölmüşüm, ne farkı var ki?" dedi. Zekası muazzamdı ama, temel meselesi beş yaşındaki çocuklar dahil, hepimizin ortak meselesiydi. Ve ölüm konusuna girince fazlasıyla korkuyordu. O yüzden konuyu değiştirdi ve içindeki 'sebepsiz' gerginliği ve fiziksel şikayetlerini anlatmaya başladı yine. 


Ve bir yaşlı hastam: Depresyona girmiş bir teyzeydi. Yaşıtı olan bir dostunun ölümcül bir hastalığa yakalanması sonrasında sıkıntı, moral bozukluğu ve uykusuzluk başlamıştı. Konu ister istemez ölüme geldi tabii. O kadar açıktı ki sebep-sonuç ilişkisi. Konuyu açınca önce biraz direndi. Ama sonunda üzerinde düşünmeye ve önerdiğim kitabı okumaya söz verdi. Birkaç gün sonra kızı aradı telefonla. "Doktor bey, siz o kitabı okumasını tavsiye ettiniz ama, annem okudukça 'ben de öleceğim' diye daha da korkuyor. Bence yanlış yaptık." "Bugüne dek üstü örtülmüş bir yarayı açığa çıkardık" dedim. "Başlangıçta bir tedirginlik yaşaması doğaldır. Bir sorunu çözmek için yüzleşmek lazım. İlk yüzleşmede de bazı sıkıntılar olabilir. Bence dozunu düşürmekle beraber devam edin." Pek aklına yatmadı kızının. "Biz şimdilik sadece ilaçları kullanalım. Kitap sonraya kalsın" dedi. "Siz bilirsiniz" dedim. 


Bir hafta sonra epey rahatlamış olduğu haberi geldi. Kitap konusunda yine uyardım, yine dinlemediler. Ondan da bir hafta sonra, teyze bir daha geldi. Bitkin ve çok moralsizdi. Kitabı okuduğundan değil, okumadığından. Zira önceki gün o arkadaşı ölmüştü. Görüşme sonunda kızına şöyle dedim: "Eğer çevrenizde, mesela bir yıl boyunca, kimsenin ölmeyeceğini, annenizin de hiçbir ölüm haberi almayacağını garanti edebiliyorsanız, bu konuyu kapatabilirsiniz. Yok bunu yapamayacaksanız (ki yapamazsınız), o zaman lütfen şu ölüm korkusunun üstüne gidin." "Haklısınız" dedi. 


Ve çocuklardan bir örnek: Bir akrabamın altı yaşında bir oğlu var. Kızlarımla oynarken hep "seni bir bıçaklarım, kafanı uçururum, ölürsün" gibi sözler söylüyordu ve çok da hırçındı. Bu hali dikkatimi çekti. Bilinç altında ölümle ilgili korkuları olduğu belliydi. Bir kenara çekip sordum: "Ölenlere ne olur?" Birden ciddileşti ve "Hastaneye götürürler" dedi. "Sonra?" dedim. "Orada kalırlar." dedi, yüzüme bakmadan. "O kadar mı?" "Evet." Suskunlaşmıştı. Annesine döndüm. Güya annesine hitaben, "Siz ölümün bir son olmadığını, ölenlerin buradan daha güzel bir dünyaya gittiklerini, hele çocuklar ölürse doğrudan Cennet'e gideceklerini anlatmadınız mı?" diye sordum. Çaktırmadan beni dinleyen afacan, birden gülümsemeye başladı ve "biliyorum, duymuştum" deyip keyifle, atlaya-zıplaya oynamaya başladı. Sonra annesini uyardım. Yaptıkları hata, çocuğa bu bilgileri bir zamanlar sadece birkaç kez anlatıp, sonra bunu yeterli görmeleri olmuştu. Oysa bu telkinlerin sürekli tazelenmesi gerekirdi. Ve çocuklarıyla konuda birkaç sohbetten sonra, ilerleyen günlerde hırçınlığında belirgin bir azalma gördüler. 


Aslında çocuklar ölüm konusunda en rahat konuştuğumuz kişilerdir. Erişkinlerin yandan cevapları, kaytarmaları, uzun uzun yaptıkları (güya mantıklı) savunmaları çocuklarda henüz yerleşmemiştir. 5-10 yaş arası bir çocuğa "ölüm hakkında ne düşünüyorsun?" diye sorduğunuzda, o denli ilginç ve ayrıntılı cevaplar verir ki, şaşarsınız. Bazı erişkinlerden gelen "Doktor bey, ben ölümden korkmuyorum, sadece prostat kanserinden korkuyorum." türünden komik savunmalar yapmazlar. Ve çocuklar sandığınızdan çok daha fazla düşünürler ölümü. Ama siz konuşmaz veya konuyu başka yerlere çevirirseniz, neden kurcalasınlar ki bu tabuyu? Siz açmalısınız konuyu. Bir zamanlar geçiştirdiğiniz soruları telafi etmelisiniz. 


Denilebilir ki: "Herkes ölümden korkar. Bunda bir gariplik yok." Hayır, herkes korkmaz. Birçok insan, hayat felsefeleri veya inançları sayesinde ölüm korkusunu yenmeyi başarabiliyor. "Azrail bugün gelse, 'baş-göz üstüne geldin' derim" diyenler çoktur. Geçenlerde bir belgesel izliyordum. Anlatıcı "Meksikalılar ilginç insanlar" dedi, "Ölümden hiç korkmuyorlar." Meğer oralarda 'reenkarnasyon' fikri ulusal bir din gibiymiş ve "ölünce leylek olurum, kurbağa olurum, yine yaşarım" diye teselli buluyorlarmış. Anlatıcı bu durumu çok ilginç, hatta inanılmaz bir şey gibi aktarıyordu. Oysa bunun örneğini kendi tarihimizde de görebiliriz. Atalarımızın "ölürsem şehidim, kalırsam gazi" mantığı ile, hem ölüme hem cihana meydan okuduğu asırlar çok uzakta değil. Ve o dönemden bir not: Bir Avrupa ülkesi Osmanlı ülkesine durum tespiti için casus gönderir. Casus döndüğünde "Biz onları yenemeyiz" der, "Onlar değil ölümden korkmak, mezarlık yanından geçerken ölülerine selam bile veriyorlar." 


Zaten inancı sağlam olan birisinin, ölümden korkması anlamsızdır. Ama o inancı tam sindirmek ve gereğini de yapmak lazımdır tabii. İnançlı olduğu konuşmalarından anlaşılan, hatta tesettürlü bir kadın hastam, aynen şöyle demişti bana: "Doktor bey, ben ölümü ve sonrasını kitaplardan öğrendim zaten. Ölüm aslında güzeldir, bunu biliyorum. Ama böyle sıkıntılı mevzuları konuşmamız şart mı?" Elimde olmadan gülümsedim bu çelişkiye. Hem "ölüm güzel" diyordu hem de "sıkıntılı mevzu". Zira ölüm konusunda bildikleri 'rafta duran ilmihal kitabı' gibiydi. Çok gerekmedikçe devreye girmeyen, hakkıyla sindirilmemiş bir bilgiydi yani. 


Böyle kişiler genellikle 'devekuşu mantığı' kullanırlar. Hani devekuşuna demişler: "Madem devesin, yük taşı." O demiş: "Ben kuşum." "Öyleyse uç." demişler. Demiş "Ben deveyim." Bu mantığı kullanan insanlar, konu açılmadıkça, ölüm yokmuş gibi yaşarlar. Ölümden sadece başkaları için bahsederler. Ama bıçak kemiğe dayanınca, bir hastalıkla, bir kayıpla karşılaşıp, ölümün kendileri için de kaçınılmaz ve yakın olduğunu hissedince, o zaman 'rafta duran' kitabı açar ve "Ha, ölüm son değilmiş." diye teselli bulurlar. Fakat biraz rahatladıktan sonra yine ölümü unuturlar. O yüzden de korkuları tam olarak çözülemez. 


Çok verdiğim bir örnek vardır: Diyelim ki, gece vakti evde yalnızsınız. İçeriden bir tıkırtı geldi. "Acaba hırsız mı?" dediniz. Yapacağınız iki şey vardır. Ya gider bakarsınız, ya da bakmaya korkar ve kendinizi avutursunuz. Eğer gidip bakarsanız, hırsız yoksa ne ala. Eğer gerçekten hırsız varsa da, gerekeni yapar, bağırır, kaçar veya kovalarsınız, mesele çözülür. Ama eğer gidip bakmazsanız, asıl o zaman işiniz zordur. Kendinizi TV seyrederek vs. avutmaya çalışsanız bile, aklınızın bir köşesinde o tedirginlik sürer. "Nedense" dersiniz, "içimde bir sıkıntı var". Neden acaba? Çünkü aklınıza girmiş olan bir korkuyu çözmenin tek yolu, üstüne gidip çözmektir. Oysa siz kaçtınız. Ama biz tavuk değiliz ki düşünmeyelim. Düşünmemeye çalışsanız da o tedirginlik içinizde kalır. İşte ölüm korkusu da ancak üstüne giderek çözülebilir; düşünmemekle, kaçmakla değil. 


Bazen de şöyle söylenir: "Ölümün son olmadığını, ahireti vs. biliyorum ama, pek hazırlıklı değilim. İbadetimi yeterince yapamıyorum. O yüzden ölümden korkuyorum." 

Ben de sorarım: "Kendinizi hazırlıklı hissetmeniz için ne yapmanız gerekir?" 

"En azından namazımı düzenli kılmalıyım." 

"Kılın o zaman. Çok mu zor?" 

"Değil aslında ama nedense başlayamıyorum." 

"Demek ki siz ölümle hakkıyla yüzleşmemişsiniz. Biraz daha düşünün bu konuda." 

"Nasıl yani?" 

"Gerçekten ölümü düşünmüş ve hakkıyla korkmuş olsaydınız, gereğini yapardınız. Bakın, ölümü (yeterince) düşünmeyen, ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan, ölümden korkar. Ölümden korkan, ölümü düşünmemeye çalışır. Ölümü düşünmeyen de yine ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan da yine ölümden korkar. Ve bu böyle devam eder gider. Bir kısır döngü kurulur yani. Bunu bir yerde kırmazsanız, devekuşu mantığı ile hayatınız boyunca iki arada bir derede gidersiniz. 


O yüzden ben hastalarıma ölümü düşünmelerini öneririm, üstünü kapatmalarını değil. Bunun ilginç bir örneğini anlatayım: Yaşlı bir teyze getirmişlerdi. Fiziksel hastalıkları sebebiyle 'bir ayağı çukurda' denebilecek durumdaydı. Ve sebepsiz (?) bir sıkıntı ve uykusuzluk gibi yakınmaları vardı. Ölüm korkusu o kadar net hissediliyordu ki. Görüşme sırasında konuyu ölüme getirdim. Önce biraz direnç gösterdi ama sonra inancının da yardımı ile yüzleşmeyi başardı. Görüşme bitip yakınları teyzeyi dışarı çıkarırlarken son söz olarak "ilaçlarını kullan, ölümü de unutma" dedim. Kapıda bekleyen hemşirenin yüzünü görmeliydiniz. Zira o "Merak etme teyze, aslan gibisin, ölmezsin. Sen beni bile gömersin." türünden sözlere alışıktı. 


Neden böyle yapar bazı meslektaşlarım, bilmem. Hastaları saf mı zannediyorlar acaba? Vücudunun her yeri iflas etmeye başlamış ve ölümü ensesinde hisseden birisine, bu tip yalanların ne faydası olur sizce? Siz "merak etme, sağlamsın" deseniz, bu onun apaçık hissettiği ölüm gerçeğini yok edebilecek mi sanki? Böyle yapmak, ölümün konuşulmayacak kadar korkunç bir şey olduğunu ima etmiş olmaz mı? Nereye kadar kandırıp kaçıracaksınız ki o kişiyi ölümden? Ve faraza o hastalıktan ölmezse, başka bir sebeple ölmeyecek mi? Bal gibi de bilmiyor mu onu bekleyen kaçınılmaz sonu? 


Fırtına ve selden korkan bir hastam vardı. Şehrinde yaşanan bir sel felaketinden sonra gözü sürekli havadaydı. Uzakta bir bulut görse, "ya yine sel olursa" diye korkuyordu. 

Ona sordum: "Böyle bir selin tekrar olma ihtimali nedir? Olsa olsa 10 yılda bir olur, değil mi?" 

"Evet." 

"Peki böyle bir selde kaç kişi ölebilir?" 

"20 kişi filan." 

"Peki bu şehirde kaç kişi yaşıyor?" 

"100 bin kadar."

"Bu durumda senin bu yıl selden dolayı ölme ihtimalin ne oluyor? 50 binde bir." 

İster istemez güldü, "Çok düşükmüş" dedi. 

"Peki" dedim, "sen daha kaç yıl yaşarsın?" 

"20 yaşındayım" dedi, "Nasipse ortalama 50 yıl daha yaşarım." 

"Bu 50 yılın her birinde ölme ihtimalin olduğuna göre, bu yıl herhangi bir sebeple veya ecelinle ölme ihtimalin 50'de bir olmuyor mu?" 

"Evet." "Ama sen bu 50'de birlik ihtimali hiç düşünmüyor ve 50 binde bir ihtimalden korkuyorsun." 

"Haklısınız" dedi, "peki ne yapayım?" 

"Her an ölebileceğini hatırla ve kendini buna hazırla" 

"Nasıl?" 

"Mesela bugün bile ölebilirsin değil mi?" 

"Evet?" 

"Bugün ölseydin nasıl olurdu bu ölüm, dakika dakika ayrıntılı bir senaryo yazsana." 

"Bu bir tür terapi mi oluyor?" 

"Evet" dedim. Ve Yalom'un yukarıda bahsettiğim kitabını anlattım. "O kitabı okursan görürsün. Aslında eskiden beri tasavvufçular tarafından yapılan ve adına 'rabıta-yı mevt' denilen bu yöntem, şimdi batıda terapi olarak uygulanıyor." 

"Çok ilginç" dedi, "ölüm terapisi ha?" 

"Evet" dedim, "istersen sana o kitapta bahsedilen bir terapi yöntemi daha anlatayım. Mezar taşına ne yazılmasını isterdin, onu söyle mesela." 

Biraz düşündü ve "hiç" dedi. 

"Zaten" dedim, "ölümü hakkıyla düşünmeyenler hep bu cevabı veriyorlar." 

Güldü. 


Tabi bazen itiraz edenler de olur: "Doktor bey, sık sık ölümden bahsediyorsunuz. Sürekli ölümü düşünürsek, hayatın ne tadı kalır ki?" 

Onlara şöyle cevap veririm: "Ben herkese ölümden bahsetmiyorum. Sadece açıkça ölümle ilgili korkuları olan, bu konuyu çözememiş kişileri bu gerçekle yüzleştiriyorum. Üstelik ölümü düşünmek, hayatın tadını kaçırmaz. Hatta tam tersine, arttırır belki. Şöyle: 


Ölümle yüzleşmenin iki temel faydası vardır: 


Birincisi: Ölümle bile yüzleşen ve ölümden korkmamayı öğrenen kişi, artık kolay kolay hiç bir şeyden korkmaz. Ne mikroptan, ne hastalıktan, ne fırtınadan. Ki bunu birçok hastamda gördüm. Bana ilk geldiğinde vücudunu dinlemekten, hastalık evhamından dolayı hayatı zehir olmuş birçok hastam, şimdi bunları hiç önemsemediklerini, hayatlarının çok daha huzurlu ve korkusuz olduğunu söyleyip teşekkür ediyorlar. 


Ve ikinci faydası: Ölümü düşünen, hayatın kıymetini daha iyi anlar. Aslında hayatı kıymetsiz ve anlamsız hale getiren, hiç ölmeyecekmiş gibi ve hedefsiz yaşamaktır. Sanki bu dünyaya çiviyle çakılmış gibi, sonsuza dek yaşayacakmış gibi hissedip, amaçsız bir şekilde, "vur patlasın-çal oynasın" mantığıyla günübirlik yaşamak, hayatı anlamsız bir koşturmacaya çevirir. Oysa ölümü düşünen ve hayatının geçici olduğunu hisseden kişi, "Ben niçin yaşıyorum, hayatımın hedefi nedir?" diye sormaya başlar ve daha yoğun ve anlamlı biçimde yaşamaya başlar.


Aslında ölümle yüzleşmeyi, kişinin sadece kendisi için değil, yakınları ve sevdikleri için de yapmasında fayda vardır. 

İstanbul'da oturan bir tanıdığıma sormuştum: "Depremden korkuyor musunuz?" 

"Hayır" dedi, "kendim için korkmuyorum ama çocuklarım için korkuyorum." 

"Nasıl yani?" 

"Depremde ben en kötü ihtimalle, ölürüm. Ölüm ise zaten kaçınılmaz. Üstelik bir son da değil. Öbür dünyada Allah rahmet ederse, buradan daha güzel bir yere gideriz. Çok korkacak bir şey yok yani." 

"Peki," dedim, "ölmek güzel bir şeyse, bu güzelliği çocuğunuzdan neden esirgemek istiyorsunuz?" 

"Eee, şeyy..." 

"Bunu biraz düşünün bence" dedim, "ölüm aslında güzelse, kendimiz için de, çocuklarımız, sevdiklerimiz için de ondan korkmamamız lazım. Yok eğer kötüyse, o zaman bırakın çocukları öne sürmeyi, kendimiz için de korkmalıyız." 


Kısacası, herkesin hem kendisi, hem de sevdikleri adına ölüm gerçeği ile yüzleşmesi şarttır. Özellikle anne-babaların çocuklarına 'bir şey olması' konusunda (ki hep böyle derler, 'ölüm' kelimesini kullanmamak için) çok tedirgin oldukları, bilinen bir gerçektir. Çocuğu 5 dakika gecikse, çoğu anne-babanın aklına "Acaba başına bir şey mi geldi? Yoksa kaza mı geçirdi?" gibi düşünceler gelir hemen. Peki bir insanın çocuğunun ölümüne engel olması mümkün müdür? Hayır. Tüm gün başında bekçilik yapsanız bile, bir mikrop onu elinizden alabilir. Peki eğer o çocuk mesela bugün bir sebeple ölseydi, nasıl düşünür ve nasıl teselli bulabilirdiniz? 


"Ay hayır, bunu düşünmek istemiyorum." 

"O zaman çocuğunuzun ölebileceğini de hiç düşünmeyin." 

"Ama ister istemez aklıma geliyor." 

"O zaman bu meseleyi çözün." 


Ve kendimden bir örnek anlatırım. Ortanca kızım daha 2 aylıkken idrar yolu enfeksiyonu olmuştu. Ne ilaç kullandıysak düzelmedi. Bir gün yine doktora götürmek üzere evden çıktığımızda, komşumuzun kızı bizi gördü. 

"Hala düzelmedi mi?" diye sordu. 

"Hayır, maalesef." 

"Ne olacak peki böyle?" 

"Bilmem" dedim, "Ölebilir de". 

İrkildi. "Ne diyorsunuz? Allah korusun!" 

"Amin. Ama ölmesi de mümkün, değil mi? Ben kendimi hazırladım bu ihtimale. Olmaz inşallah deyip başını kuma sokmaktan iyidir." 


Ve bir hadis anlatırım bu noktada: Bir sahabenin çocuğu ölür. Ağlayarak peygamberimizin yanına gelir. Peygamberimiz onu yanına alır, beraberce çocuğun mezarına giderler. Peygamberimiz mezara doğru seslenir: "Ey filanca!" 

Mezardan cevap gelir: "Buyur ey Allah'ın elçisi!" 

"Anne-babanın yanına dönmek istiyor musun?" 

"Hayır, ben onlardan daha hayırlısını buldum." 


Ve bu önerimi uygulamayı başaran bir hastam: Uzun zamandır tedavimde olan ve epey de düzelmiş bir kadın hastam kontrole gelmişti. Kendisini iyi gördüm ama sanki ufak bir derdi varmış gibiydi. 

"Hayırdır, bir şey mi oldu?" dedim. 

"Geçen hafta çocuğum öldü" dedi. 

İrkildim. Yedi yaşındaki çocuğu, hem de gözünün önünde araba çarpması sonrası ölmüştü. Ama böyle ciddi bir olay yaşamış bir insan için aşırı sakin görünüyordu. Nasıl üstesinden geldiğini sordum. 

"Sizinle konuşmuştuk ya doktor bey" dedi, "çocuğum her an ölebilirdi. Bununla yüzleşmiştim. Eğer ölürse nasıl dayanır, nasıl teselli bulurum diye uzun uzun düşünmüş, kitap okumuş, kendimi hazırlamıştım. O yüzden çok sarsılmadım." 


Not: Bu yazı, tıpkı çoğu insanın ömrü gibi, hazırlıksız biçimde, aniden bitmiştir.