9 Nisan 2023

BANA BABANI ANLAT


Önce “Altıncı His” isimli filmden bir sahne: Ölmüş insanların ruhlarını gören bir çocuk vardır. Onların, hayattaki yakınlarına gönderdikleri mesajlara aracı olmaktadır. Bir gün annesiyle konuşurken, epey önce ölmüş olan büyükannesinden bahseder:


“Büyükannemi gördüm. Sana bazı şeyler söylememi istedi. Neyi kast etti, anlamadım ama, senin gösterini izlemiş o gün. Gelmeyi unutmamış yani. Arka sıralardan seyretmiş seni. Ama sen onun gelmediğini sanmışsın. O aralar küs olduğunuz için de, sana bir türlü bunu söyleyememiş. Çok güzel bir gösteri olduğunu, bir melek gibi göründüğünü söyledi. Bir de, öldükten sonra ona mezarının başında bir soru sormuşsun. Cevabı "daima" imiş. Ne sormuştun ona anne?” Anne gözyaşları içinde cevap verir: "Benimle gurur duyup duymadığını."


Hayli etkilemişti bu sahne beni. Anlattığım hastalarımın da çoğunun gözlerinin yaşardığını gördüm. Her insan için, anne-babasının ona bakış açısının çok önemli olduğunu anlatıyordu. Bir düşünün, sizin varlık sebebiniz olan, sizi dünyaya getiren ve yıllarca emek verip büyüten o insanların, sizin hakkınızda ne hissettikleri önemsiz olabilir mi?


Hep sorarım bu soruyu: Anne-babanız sizinle gurur duysa, ama yüzlerce kişi sizden nefret etse mi daha iyidir, yoksa anne-babanız sizden utandıklarını söylese, ama yüzlerce kişi size hayran olsa mı daha iyidir? Henüz ikinci şıkkı tercih edeni görmedim. Özellikle de karşı cinsten olan ebeveynin kendisine bakış açısı, bir insanın özgüvenini belirlemede anahtar bir rol oynar. 


Zaten insanın hem kişiliğinde hem de hayatında, anne-babanın merkezi bir rolü vardır. Şöyle ki:


KİŞİLİĞE ETKİLERİ:


En başta, biz genetik yapımızı onlardan alırız. Genler de çoğu kişilik özelliklerinin temel belirleyicisidir zaten.


Ayrıca kişiliğin büyük kısmının şekillendiği çocukluk yıllarımız, onların dizinin dibinde geçer. İnsanın zekası gibi, kişiliğinin de yüzde seksen gibi büyük bir kısmı, ilk 7-8 yaşta şekillenir zaten. Yani okul öncesinde, genellikle evde, anne-babanın yanında iken. İşte o yıllarda öğrenilen düşünce ve davranış kalıpları, hayat boyu etkisini sürdürür.


Örneğin çocuğunun her yaptığına müdahale eden ve onu sürekli eleştiren bir ebeveyn, kendine güvensiz bir kişiliğin temellerini atmış olurlar. Veya evladını sokağa bırakmayan ve "zaman çok kötü yavrum" diyen bir ailede yetişen çocuk, insanlara güvenmeyen, şüpheci ve içe kapanık birisi olabilir. O meşhur sözü hatırlayalım: “Bir çocuk sürekli eleştirilmiş ise, eleştirmeyi öğrenir. Kin ortamında büyümüş ise, kavgayı öğrenir. Alay edilip aşağılanmışsa, kendini suçlamayı öğrenir. Desteklenip yüreklendirilmişse, kendine güvenmeyi öğrenir. Hakkına saygı gösterilerek yetiştirilmişse, adaletli olmayı öğrenir. Ailede dostluk ve sevgi görmüşse, mutlu olmayı öğrenir.”

 

İşin bu yönü aslında açık. Ama çoğu insan, kişiliğini kendi kendine geliştirdiğini veya rastgele bir kişilik sahibi olduğunu zannediyor. O yüzden konuyu biraz uzattım.


Burada tüm çocuklar için çok önemli bir püf noktası verelim. (Aslında hepimiz için geçerli tabii. Zira hepimiz birilerinin çocuğuyuz.) Eğer bir çocuk, anne veya babasının bir huyunu beğenmiyor, ama bu özelliğin kökenini-sebebini anlamıyor ve sadece “Büyüdüğümde onun gibi olmayacağım” diyorsa, (sıkı durun) büyüdüğünde hemen daima aynen onun gibi olur.


Neden mi? Bir kere, biz o özelliğin genetik yönünü zaten almışızdır. O sevmediğimiz huya dair potansiyel, bizde de vardır.


Ayrıca çocuklukta yaşanılan ortam, kişilikte kalıcı izler bırakır. “Kıratın yanında duran, ya huyundan, ya suyundan kapar.”


Ve daha derin bir sebep: Diyelim ki babanız insanlara güvenmiyor. O yüzden de gergin ve çabuk öfkeleniyor. Temel sorun olan insanlara güvensizlik, o evin ruhuna işler. Çocuk da fark etmeden o kuşkucu bakış açısını edinir. Bu durumda, bu yapının doğal sonucu olan sinirlilik de, zamanla mutlaka açığa çıkacaktır. Temeldeki çevreye güvensizlik çözülmeden, sadece “Büyüyünce onun gibi olmayacağım” demekle sorun halledilemez.


Benzerini çok yaşadığım bir diyaloğu aktarayım:


-Evet Tufan, neden geldin bana?

-Zorla getirdiler. Çok sinirliymişim güya. Oysa asıl sinirli olan babam.

-Bana babanı anlatsana.

-Bencil, kıskanç ve kavgacıdır. Onun huylarına sinir oluyorum.

-Babam sinirli diyorsun ama, sen de gergin görünüyorsun sanki. Babana benzediğini söyleyen oldu mu hiç?

-Annem bazen öyle diyor. Giderek babama benziyormuşum. Ama ben babama benzetilmekten nefret ediyorum. Onun gibi olacağıma, ölsem daha iyi.


Ve görüşme ilerledikçe açığa çıktı ki, Tufan babasının sinirli oluşuna kızıyordu ama, o yapının temeli olan insanlara güvenmeme özelliğini aynen almıştı. Ve bunun sonucu olarak da, giderek babası gibi gergin bir yapıya bürünmekteydi. Yakınları kendisini ‘bencil, kıskanç ve kavgacı’ olarak tanımlıyordu; aynen onun babasını tanımladığı gibi.


Bu nokta üzerinde biraz düşünmenizi önererek diğer bahse geçelim.


İNSAN İLİŞKİLERİNE ETKİLERİ:


Hayat boyu kurduğumuz insan ilişkilerinin temelinde de, anne-babamız arasındaki ilişki ve bizim onlarla ilişkilerimiz yatar. Genelleme yaparsak, bir insanın babasıyla ilişkisi, hayat boyu erkeklerle olan ilişkileri için, annesiyle ilişkisi ise, hayat boyu kadınlarla olan ilişkileri için temel bir belirleyicidir. Ve çocuklukta yaşanılan aile ortamı da, kişinin kuracağı yuvayı ciddi oranda şekillendirir.


Tipik ve abartılı bir örnekle başlayalım: Bir kadın hastam, kocasından yakınarak gelmişti. “İçki içiyor ve dayak atıyor.” Sonra öğrendim ki, bu ikinci evliliğiydi ve ilk eşinden de yine içki ve dayak sebebiyle ayrılmıştı. Tesadüfe bakın. Bu kez babasını sordum. “Ben küçükken babam da içki içer ve annemi döverdi.” dedi. İşte bu, tipik bir ‘kendini doğrulayan kehanet’ vakası. Açalım:


Hepimiz bu dünyaya, insanlarla ilgili herhangi bir ön yargımız olmaksızın geliriz. “Hayat nasıldır, insanlar nelerden korkarlar, bir kadın nasıl davranmalıdır, bir erkek nasıl olmalıdır?” gibi temel konularda, hiçbir ön bilgimiz yoktur. Ve ailemizin içinde gözlerimizi açar, onları izleyerek, farkına varmadan temel kabullerimizi oluştururuz.


İlk izlenimlerin ne kadar önemli olduğu ise malumdur. Düşünün, bir insanı ilk gördüğünüz gün, diyelim ki biraz pasaklı idi. O kişi zihninize öyle yerleşir artık. Sonra onu defalarca görseniz ve her seferinde tertemiz olsa da, içinizde bir ses "Bugün biraz derli-toplu görünüyor ama, aslında pasaklı birisi." der.


İşte biz aile ortamında, hayat ve insanlar hakkındaki ilk ve temel izlenimleri alırız. Hem de yıllarca. Daha ileri yaşlarda bunların değişmesi ise çok zordur. İsterseniz bir test yapın. “Erkek (veya kadın) dediğin, nasıl olmalı?” diye sorun birkaç kişiye. O kadar farklı cevaplar alırsınız ki. Sonra “Peki neden?” diye sorun. Çoğu “Bilmem, bence öyle.” der. Oysa sebep, kişinin kendi anne veya babasıdır. Az sorgularsanız, fark edersiniz.


İşte bu önyargıların oluşumundan sonra da, ‘kendini doğrulayan kehanet'ler başlar. Yani örneğin kişi, kendi cinsinden olan ebeveyninin evlilikte yaşadığı sorunları, kendisinin de yaşayacağından korkar. Fakat yine bu yüzden, hiç farkında olmadan, aynı sorunları davet eder.


En çok rastladığım bir başka örnek: Diyelim ki baba sinirli ve sık sık öfke patlamaları yaşıyor, anne ise çilekeş ve karamsar. Bu tabloyu göre göre büyüyen bir kız çocuğu, büyüdüğünde kendisinin de huysuz bir koca yüzünden eziyet çekeceğini düşünür. Ve:


1- O kızın zihnindeki erkek figürü, gergin bir kişidir. Eğer gayet kibar bir adam bu kıza evlenme teklif etse, kız onun için “Bu ne biçim erkek? Amma da yumuşak. Erkek dediğin böyle mi olur?” diye düşünür ve reddeder. Asabi bir tip ona talip olunca da, onun bu özelliğini doğal bulup kabullenir ve evlenir.


2- Ya da eşi çok sinirli olmasa dahi, ön yargıları daima bir kenarda bekler. Nadiren gerçekleşen doğal bir öfke anında da, “Sen de asabisin işte, biliyordum.” deyip eşini yaftalayabilir.


3- Veya eşi sakin olsa dahi, her an parlayacağını düşünerek tetikte bekler. En ufak bir gerilimde, sanki kavga edecekmiş gibi pozisyon alır. Bu da eşini adım adım beklediği o tavra doğru çeker ve kehanet gerçekleşir.


Meşhur bir fıkra: Delikanlı, kız arkadaşına demiş:

-Seni seviyorum.

-İnanmıyorum, sevmiyorsun.

-Niye inanmıyorsun? Gerçekten seviyorum seni.

-Hayır, yalan söylüyorsun. Sevmiyorsun beni.

-Tamam ya, sevmiyorum.

-Biliyordum beni sevmediğini. Ühü ühü...


Böyledir birçok ilişki. Kendini doğrulayan kehanetler o kadar yaygındır ki. Ve ailemizde gördüğümüz kalıplar, biz fark etmeden, hayat boyu bizi izler ve etkiler.


Bir kadın hastam, eşinin kendisiyle konuşmadığından yakınmıştı. Ama kendisi de benimle diyaloğunda sık sık, “ne bileyim, anlamıyorum” türü cevaplarla konuları geçiştiriyordu. Pek rahat ve verimli bir diyalog kuramıyorduk. Sonra öğrendim ki, küçüklüğünde kendi anne-babası arasında da iyi bir diyalog yoktu.


Ona hayalen bir deney yapmasını önerdim: 

“Farz edin ki evdesiniz ve eşiniz geldi. Onu kapıda karşıladınız. Ve diyelim ki, tavır değiştirmeye karar vermiş ve tam istediğiniz gibi, diyaloğa açık bir hale gelmiş. Ne konuşurdunuz onunla?”

“Hoş geldin, nasılsın filan derdim.”

“Tamam. Sonra?”

“Eeee...”


Ve derin bir sessizlik oldu. Aklına hiç bir şey gelmedi. Ne üzerine, nasıl konuşurdu, hiç bir şey diyemedi. Haksız da değildi tabii. Karı-koca nasıl sohbet eder, bunu çocukken, ailesinde görmemişti ki. Ama o an fark etti ki, kocası bu sorunun esas kaynağı değil. Sonra kafasındaki ön-yargılarla ilgili konuşmaya başladık. Önceleri zorlandı. Ama sonunda başardı ve zamanla hayli uyumlu bir çift oldular.


DİNİ YAŞANTIYA ETKİLERİ:


İnsanın çocukluğunda ebeveyni ile olan ilişkisi, onun Allah’ı tanıma biçimini ve dini yaşantısını bile etkiler. İlginç ama öyle. Toplum düzeyinde bir örnekle başlayalım.


Günümüz Batı toplumlarında, anne-babalar neredeyse çocuğu sadece doğurup, sonra bakıcıya veya kreşe havale ediyorlar, malum. Aile ilişkileri gevşek ve sadece özel günlerde yoğunlaşıyor. Ve bu ilgi azlığı, çocuklarda anne-babaya karşı gizli bir kızgınlık oluşmasına yol açabiliyor. Şimdi dikkat edin, o toplumlardaki tanrı algısı da böyledir genellikle. “Bizi yaratmış ama, sonra kendi halimize bırakmış. Acılarımızı umursamıyor. Ben de onu çok umursamıyorum zaten.” Ve tanrı, genellikle sadece özel günlerde hatırlanır. 


Bir de bizim toplumumuzdaki klasik duruma bir bakalım: Anne-baba çocuğu sürekli takip eder, sıklıkla da azarlar, hatta ceza verir. Ve bizdeki yaygın bakış açısını yansıtan vaaz türünü hatırlayalım: “Gafiller, zındıklar! Siz kim, müslümanlık kim? Cehennem’de cayır cayır yanacaksınız!” Bu mantığın sonuçlarını etrafınızda çokça görüyor olsanız gerek. Küçükken aşağılanmış, her hali eleştirilmiş olan çocuklar, büyüdüklerinde “Bu gece teheccüd namazı kılamadım. Cehennemlik oldum ben.” diyecek kadar karamsar bir inanca sahip olabilirler.


Ancak günümüzdeki 'modern' ailelerde yetişen gençlere bakınca daha farklı bir din algısı görürüz. Ailesi tarafından şımartılmış, ne yapsa hoş görülmüş çocukları kast ediyorum. Çoğu “Allah tabii ki beni seviyordur. Ne yaparsam yapayım affeder ve Cennet’e koyar beni.” derler. Hatta eğer anne-baba çocuğa neredeyse tapıyor, her şeyi onun keyfine göre düzenliyorsa, böyle çocuklar ileride “Ben şu ayeti beğenmedim. Bence Allah şunu yanlış yapmış.” küstahlığına bile kalkışabilirler.


Tabii burada şöyle bir soru akla gelebilir: "Çoğu şeyi aile etkisi ile açıklıyorsunuz. Peki, Peygamberimizin (asm) zamanında örnekleri olduğu gibi, ‘öyle babadan böyle evlat’ çıkamaz mı?"


Öncelikle, iman etmek veya inkar etmek, kişinin iradesine bırakılmış bir konudur. Burada bir otomatik tepkiden, zorunluluktan bahsedilemez tabii ki.


Ve şöyle bir örnek verelim: Farz edelim ki baba ve oğul farklı inançlara sahip olsun. Ama ikisi de içe dönük, hayalci ve aşırı idealist insanlar olsalar, inandıkları din farklı diye, ‘kişilikleri farklı’ diyebilir miyiz? İnanç farklı olsa da, inancına hizmet etme şekli çok benzer olacaktır muhtemelen. 


Ayrıca, bazı durumlarda çocuk, anne-baba figürü olarak, başka bireyler tarafından yetiştirilmiş de olabilir. Baba uzun yıllar hapiste olduğu için, dayısı yanında büyümüş olmak gibi. 


Yani yazdıklarımız, genellemelerdir. Her genellemenin de istisnaları vardır. Ama benim gözlemim şu ki, insanların çoğu, anlattığımız temel mekanizmaların bariz biçimde etkisi altında oldukları halde, bunun farkında değiller. Kendilerini sanki uzaydan gelmiş gibi algılıyorlar. O yüzden ebeveyn eksenli terapilerin hemen hepsinde, “Haklısınız, hiç bu yönden düşünmemiştim. Aslında babama ne kadar benziyorum, değil mi?” türü sözleri çok duyarım.


Şunu da unutmamak lazım ki, huy değişmez, ama yönlendirilebilir. Örneğin küçüklüğünde insanlara güvenmemeyi öğrenmiş birisi, bu durumu fark edip, “Kimse şeytan değil, ben de melek değilim. Hepimiz Adem’in (as) torunlarıyız.” gibi gerçekleri sıkça hatırlayarak, bir paranoyak olmaktan kurtulabilir.


Bizim bu konuyu anlatmaktaki amacımız da, “Geçmiş olsun, yapacak şey yok artık.” demek değil, sorunların sebeplerini ve çözüm yollarını göstermektir. Çözüm, anne-babayla diyaloğu artırmak, onların üzerimizdeki etkilerini görmek ve hem kendimizi, hem onları anlamaktır.


Yine sorulur: “Aynı anne-babanın çocukları arasında çok fark olabiliyor. Bu nasıl olur peki?”


Şöyle olur: Anne-baba her çocuğa aynı davranmaz. İsteseler de mümkün değildir bu. Mesela büyük çocuğa karşı eleştirici, küçüğe karşı ise koruyucu olmak, ortancayı ise serbest bırakmak, neredeyse genel bir kural gibidir.


Vaktiyle aynı aileden üç kardeş bana terapiye geliyorlardı. Sırayla, teke tek görüşüyorduk. Bir gün üçüne de anne-baba figürlerini sordum. Ve görüşmelerden sonra notlarıma bakma ihtiyacı hissettim. “Yoksa bunlar kardeş değil miydi?” Aynı anne-babayı o kadar farklı şekilde tarif etmişlerdi ki... Zira ebeveynleri üçüne de farklı biçimde yaklaşmıştı, doğal olarak.


İşte tüm bu sebeplerden dolayı, bir insanın kişiliğini inceleyen uzmanlar, hep aynı cümleyi söylerler: “Bana babanı anlat.”