9 Nisan 2023

ÖLÜM TERAPİSİ


Çocuk büyütmüş olanlar bilirler, çocuklar 3-4 yaşlarından itibaren iki konuyu ısrarla sormaya başlar: Biri doğum, diğeri de ölüm. Zira zaman kavramı o yaşlarda oluşmaya başlar. Yani çocuk bir zamanlar bu dünyada olmadığını, sonradan geldiğini fark eder. Bir yandan da burada kalıcı olmadığını, bir gün herkes gibi öleceğini anlar. O yüzden "ben nasıl doğdum, nereden geldim?" ve "ölünce ne olur, ölenler nereye giderler?" soruları bu dönemde başlar. Ama bu sorulara erişkinlerden bazen saçma, bazen de kaçamak cevaplar gelir. "Seni leylek getirdi yavrum" sözü, bu anlamsız cevapların en meşhurudur. 


Oysa (hep söylüyoruz) çocuklar cevabına hazır olmadıkları soruyu sormazlar zaten. Dünyayı ve hayatı tanımaya, anlamaya çalışan o meraklı zihinlerin, bu temel bilgilere ihtiyacı vardır tabii ki. İşte bu dönemlerde aile özellikle ölümle ilgili sorulara yetersiz ve yanlış cevaplar verirse, çocuğun kafası karışır. "Yavrum, merak etme, sen ölmezsin", "sadece yaşlılar ölür evladım" gibi cevapların, çocuğunuzu kandırabileceğini mi sanıyorsunuz? Çocuğunuz aptal mı? Medyadan, çevreden, her gün gençlerin, hatta çocukların da ölebildiğini görmüyor mu? Herkesin ölebileceğini, daha doğrusu herkesin mutlaka öleceğini anlamıyor mu? 


İşte erişkinler ölüm konusu açıldığında böyle garip cevaplarla 'kıvırır', eveleyip gevelemeye başlarlarsa, çocuk şöyle düşünür: "Anlaşılan ölüm, korkunç ve çözümsüz bir gerçek. Bu konuyu kapatmak lazım." Ve soruları kesilir. Cevabı alınmayacaksa neden soru sorulsun ki? Aile de bu fırtınayı atlattıklarını düşünüp rahatlar. 


Ama asıl fırtına, şimdi çocuğun iç aleminde kopmaya başlamıştır. O nazik ve kırılgan ruhu, kaçınılmaz ve (görünürde) acımasız olan ölüm gerçeğine, ölüm korkusuna dayanamaz. Ve bu düşünceden kaçmak ister. Oyuncaklarına kaçar, haylazca eğlencelere kaçar, kendini avutmaya çalışır. Ölümü görmemeye, düşünmemeye gayret eder. 


Ve ilginç bir zamanlama ile, tam da bu yaşlarda, bir takım sebepsiz (!) korkular gelişir çocukta. O güne dek mesela köpeklerden, karanlıktan vs. hiç korkmayan çocuk, artık karanlıkta yatamaz, köpek gördü mü panikle kaçar, öcülerden bahseder. Neden olur bu sizce? Sebep açıktır. Ölüm korkusu ruhuna sinmiştir. Ama ölüm her an, her yerden gelebileceği için, bu sürekli tedirginlikten kaçınabilmek için, bu korkunun yerine, yine ölüme yol açabilecek, ama aynı zamanda kaçınabileceği bir 'sembolik korku' geçer. Bu, bilinç dışı gerçekleşen bir ruhsal savunma mekanizmasıdır. Tıbbi dilde 'replasman' denir, 'yerine geçirme' yani. Kaçılamayan bir korkunun yerine, kaçılabilecek bir korku objesi geçer. Böylece ölüm korkusu, yerini mesela köpek korkusuna bırakır. Bu sayede çocuk, etrafta köpek olmadığı sürece rahattır. 


Tabii derinde ölüm korkusu olduğu yerde durmaktadır. O yüzden çocuğun köpek korkusu bir şekilde çözülse bile, bir süre sonra yerine başka ve yine sembolik bir korkunun geçmesi kaçınılmazdır. Yaş ilerleyip erişkin çağa gelindiğinde ve köpekten korkmak artık komik kaçtığında ise, onun yerini hastalık kapma veya asansör gibi korkular alır. Ve bu durum yıllar içinde özü aynı kalmakla beraber görünüşte biraz değişir ve sonunda kişi bize gelir. "Doktor bey, ben uçaktan korkuyorum." 


Bu durumda bizim yapabileceğimiz iki şey vardır. 1: Doğrudan ve sadece o anki korkusunu yenmesi için yardım etmek, 2: Alttaki esas kaynak olan ölüm korkusuyla yüzleştirip onu çözmesini sağlamak. 


Birinci şık için hasta bize bayağı yardımcı olur. Ama sıra temeldeki korkuyla, yani ölümle yüzleşmeye gelince, işimiz biraz zorlaşır. Zira böyle kişilerin zihninde ölüm, bir tabudur. Problemin ölüm korkusuyla olan ilişkisi ise yıllar önce kesildiği için, bazı hastalar aradaki bağı anlayamaz. Ölüm konusuna girmemek için direnirler. Biz de bazı soru ve örneklerle konuyu açarız. 


Örneğin size psikiyatride en çok rastlanan fobi (korku) objelerini sayayım: Yükseklik, asansör, kapalı yerde kalmak, yılan, köpek, mikrop kapmak, hasta olmak, deprem, yangın, sel, fırtına vs. Listeyi uzatabiliriz. Peki tüm bunların ortak noktası nedir? Tabii ki ölüm. Tüm bunlar ölüme yol açma ihtimali olan şeylerdir. Asansörden neden korkar ki insan? 'Asansör arada kalırsa' vakit kaybedeceği için mi? Tabii ki değil. "Ya asansör düşerse veya bozulur da havasızlıktan ölürsem?" diye korkar. Veya yükseklikten niye korkar bir insan? "Rüzgarda üşütürüm" diye değil tabii. "Ya düşer de ölürsem" diye korkar. Peki ölüm korkusunu yenmeden bu tip korkulardan kurtulabilir mi kişi? Kesinlikle hayır. 


Aslında ölüm, insanın en büyük meselesi, hayatın da tek kesin gerçeğidir. Mesela bir insan için "mutlaka ünlü olur" diyebilir misiniz? Hayır. "Mutlaka evlenir?" Hayır. "Mutlaka zengin olur?" Hayır. Peki "Mutlaka ölür" diyebilir misiniz? Evet. Başka her şey mümkündür, ama ölüm kesindir. Üstelik öleceğini bilerek yaşamak, sadece insana mahsustur. İnsan dışında hiçbir canlı bu bilince sahip değildir. 


Kurban bayramlarında görürüz: Hayvanlar sırayla kesilirler ama, sırası gelene dek diğerleri afiyetle otlamaya devam ederler. Zira o bilinç, hayvanda yoktur. Ama insan, öleceğini bile bile yaşayan tek canlıdır. Peki bu açmazı çözmeden, bu korkuyu, üstüne gidip halletmeden, insan huzurlu olabilir mi? Mümkün değil. 


Bakın, bunu sadece ben söylemiyorum. Dünyanın en ünlü psikiyatristlerinden Irwin Yalom da söylüyor. Yalom'un "Varoluşçu psikoterapi" isimli meşhur kitabının yüzlerce sayfa tutan ilk iki bölümü sadece ölüm üzerinedir. Üstelik Yalom (anlaşıldığı kadarıyla) inançsızdır da. Ama bu, onun apaçık ölüm gerçeği ile yüzleşmesini önlememiştir. 


Hastalarıma da bunu söylüyorum zaten: "İlla ki inançlı olmanız gerekmez benim için (bir psikiyatrist olarak). Ama madem ki insansınız ve ölümlüsünüz, ölümle yüzleşmek ve onu çözmek zorundasınız. Bunu nasıl yapacağınız ise benim saham değildir. İster inancınızı güçlendirirsiniz, ister felsefe ile çözersiniz, o size kalmıştır. Eğer inançlıysanız (ki ben de inanç dışı yollarla bu konunun tam olarak halledileceğini düşünmüyorum) o yönde tavsiyelerim de olabilir. Ama siz "ben ölünce kurbağa olacağım, zürafa olacağım" da diyebilirsiniz, "yokluk güzel şey aslında" diye bir teselli de geliştirebilirsiniz, orasını bilemem. Burada esas önemli olan, sizin bu konuya öyle veya böyle, kendinizce mantıklı bir çözüm bulmuş olmanızdır. O zaman psikolojik açıdan mesele kalmaz. 


Bir hastamdan ilginç bir örnekle konuyu açayım: Bilgisayar konusunda uzman, aşırı derecede de zeki bir gençti. Kafası tıkır tıkır işliyordu. Ne sorsam dakikalarca ve zekice cümlelerle cevap veriyordu. Zihnim zihnine yetişemiyordu bazen. Dakikada 120-130 kelime üretebiliyordu sanırım. Ama açıkça görünen tedirginliğini açıklayacak hiçbir ipucu da vermiyordu. Bir an sustuğunda, "ölüm konusunda ne düşünüyorsun?" diye sordum. Sonraki bir dakika boyunca "hık-mık" türü 3-5 kelime çıktı ağzından. Afallamıştı. Ardından yavaş yavaş açıldı. Ve öylesi ilginç şeyler anlattı ki... 


Aslında ölümden fena halde korkuyordu. Hiç yaşlanmamak, hiç ölmemek istiyordu. Hatta o yüzden içki-sigara içmiyor, bir sürü sağlıklı yaşam prensibi uyguluyordu. Ama maalesef ölecekti sonunda, biliyordu. Henüz ölüme çare bulunamamıştı. Fakat 60-70 sene sonra tıp bunun da çaresini bulacaktı, bundan emindi. Ama faraza o zamana kadar kalabilse bile, yaşlı insanların bedeninde, hayal edilen bu 'ölümsüzleştirme' işlemi yapılamayacağı için, kendisine yaramayacaktı bu gelişme. Bu durumda tek yol kalıyordu geriye: Bir şekilde kendisini 'dondurmak', o zaman geldiğinde çözdürerek ölümsüzleşmek. Bu dondurma işlemi yurt dışında yapılıyordu, duymuştu. Ama bunun için de çok para lazımdı. O yüzden 5-10 yıl içinde iddialı bir proje yapıp, ciddi para kazanması gerekiyordu. O zaman ölümden kurtulabilecekti. Birçok yeni proje üretip bütün gün çalışmasının altındaki esas sebep de buydu. 


Ama aslında bu da tam bir çözüm değildi. Zira bunu başarsa ve ölümsüz olsa dahi, fiziksel hesaplara göre, entropi kanunu gereğince, milyonlarca yıl sonra bile olsa, bir şekilde kainat yok olacaktı ve sonunda öyle veya böyle mutlaka ölecekti. "Ha on yıl yaşayıp ölmüşüm, ha on milyon yıl yaşayıp ölmüşüm, ne farkı var ki?" dedi. Zekası muazzamdı ama, temel meselesi beş yaşındaki çocuklar dahil, hepimizin ortak meselesiydi. Ve ölüm konusuna girince fazlasıyla korkuyordu. O yüzden konuyu değiştirdi ve içindeki 'sebepsiz' gerginliği ve fiziksel şikayetlerini anlatmaya başladı yine. 


Ve bir yaşlı hastam: Depresyona girmiş bir teyzeydi. Yaşıtı olan bir dostunun ölümcül bir hastalığa yakalanması sonrasında sıkıntı, moral bozukluğu ve uykusuzluk başlamıştı. Konu ister istemez ölüme geldi tabii. O kadar açıktı ki sebep-sonuç ilişkisi. Konuyu açınca önce biraz direndi. Ama sonunda üzerinde düşünmeye ve önerdiğim kitabı okumaya söz verdi. Birkaç gün sonra kızı aradı telefonla. "Doktor bey, siz o kitabı okumasını tavsiye ettiniz ama, annem okudukça 'ben de öleceğim' diye daha da korkuyor. Bence yanlış yaptık." "Bugüne dek üstü örtülmüş bir yarayı açığa çıkardık" dedim. "Başlangıçta bir tedirginlik yaşaması doğaldır. Bir sorunu çözmek için yüzleşmek lazım. İlk yüzleşmede de bazı sıkıntılar olabilir. Bence dozunu düşürmekle beraber devam edin." Pek aklına yatmadı kızının. "Biz şimdilik sadece ilaçları kullanalım. Kitap sonraya kalsın" dedi. "Siz bilirsiniz" dedim. 


Bir hafta sonra epey rahatlamış olduğu haberi geldi. Kitap konusunda yine uyardım, yine dinlemediler. Ondan da bir hafta sonra, teyze bir daha geldi. Bitkin ve çok moralsizdi. Kitabı okuduğundan değil, okumadığından. Zira önceki gün o arkadaşı ölmüştü. Görüşme sonunda kızına şöyle dedim: "Eğer çevrenizde, mesela bir yıl boyunca, kimsenin ölmeyeceğini, annenizin de hiçbir ölüm haberi almayacağını garanti edebiliyorsanız, bu konuyu kapatabilirsiniz. Yok bunu yapamayacaksanız (ki yapamazsınız), o zaman lütfen şu ölüm korkusunun üstüne gidin." "Haklısınız" dedi. 


Ve çocuklardan bir örnek: Bir akrabamın altı yaşında bir oğlu var. Kızlarımla oynarken hep "seni bir bıçaklarım, kafanı uçururum, ölürsün" gibi sözler söylüyordu ve çok da hırçındı. Bu hali dikkatimi çekti. Bilinç altında ölümle ilgili korkuları olduğu belliydi. Bir kenara çekip sordum: "Ölenlere ne olur?" Birden ciddileşti ve "Hastaneye götürürler" dedi. "Sonra?" dedim. "Orada kalırlar." dedi, yüzüme bakmadan. "O kadar mı?" "Evet." Suskunlaşmıştı. Annesine döndüm. Güya annesine hitaben, "Siz ölümün bir son olmadığını, ölenlerin buradan daha güzel bir dünyaya gittiklerini, hele çocuklar ölürse doğrudan Cennet'e gideceklerini anlatmadınız mı?" diye sordum. Çaktırmadan beni dinleyen afacan, birden gülümsemeye başladı ve "biliyorum, duymuştum" deyip keyifle, atlaya-zıplaya oynamaya başladı. Sonra annesini uyardım. Yaptıkları hata, çocuğa bu bilgileri bir zamanlar sadece birkaç kez anlatıp, sonra bunu yeterli görmeleri olmuştu. Oysa bu telkinlerin sürekli tazelenmesi gerekirdi. Ve çocuklarıyla konuda birkaç sohbetten sonra, ilerleyen günlerde hırçınlığında belirgin bir azalma gördüler. 


Aslında çocuklar ölüm konusunda en rahat konuştuğumuz kişilerdir. Erişkinlerin yandan cevapları, kaytarmaları, uzun uzun yaptıkları (güya mantıklı) savunmaları çocuklarda henüz yerleşmemiştir. 5-10 yaş arası bir çocuğa "ölüm hakkında ne düşünüyorsun?" diye sorduğunuzda, o denli ilginç ve ayrıntılı cevaplar verir ki, şaşarsınız. Bazı erişkinlerden gelen "Doktor bey, ben ölümden korkmuyorum, sadece prostat kanserinden korkuyorum." türünden komik savunmalar yapmazlar. Ve çocuklar sandığınızdan çok daha fazla düşünürler ölümü. Ama siz konuşmaz veya konuyu başka yerlere çevirirseniz, neden kurcalasınlar ki bu tabuyu? Siz açmalısınız konuyu. Bir zamanlar geçiştirdiğiniz soruları telafi etmelisiniz. 


Denilebilir ki: "Herkes ölümden korkar. Bunda bir gariplik yok." Hayır, herkes korkmaz. Birçok insan, hayat felsefeleri veya inançları sayesinde ölüm korkusunu yenmeyi başarabiliyor. "Azrail bugün gelse, 'baş-göz üstüne geldin' derim" diyenler çoktur. Geçenlerde bir belgesel izliyordum. Anlatıcı "Meksikalılar ilginç insanlar" dedi, "Ölümden hiç korkmuyorlar." Meğer oralarda 'reenkarnasyon' fikri ulusal bir din gibiymiş ve "ölünce leylek olurum, kurbağa olurum, yine yaşarım" diye teselli buluyorlarmış. Anlatıcı bu durumu çok ilginç, hatta inanılmaz bir şey gibi aktarıyordu. Oysa bunun örneğini kendi tarihimizde de görebiliriz. Atalarımızın "ölürsem şehidim, kalırsam gazi" mantığı ile, hem ölüme hem cihana meydan okuduğu asırlar çok uzakta değil. Ve o dönemden bir not: Bir Avrupa ülkesi Osmanlı ülkesine durum tespiti için casus gönderir. Casus döndüğünde "Biz onları yenemeyiz" der, "Onlar değil ölümden korkmak, mezarlık yanından geçerken ölülerine selam bile veriyorlar." 


Zaten inancı sağlam olan birisinin, ölümden korkması anlamsızdır. Ama o inancı tam sindirmek ve gereğini de yapmak lazımdır tabii. İnançlı olduğu konuşmalarından anlaşılan, hatta tesettürlü bir kadın hastam, aynen şöyle demişti bana: "Doktor bey, ben ölümü ve sonrasını kitaplardan öğrendim zaten. Ölüm aslında güzeldir, bunu biliyorum. Ama böyle sıkıntılı mevzuları konuşmamız şart mı?" Elimde olmadan gülümsedim bu çelişkiye. Hem "ölüm güzel" diyordu hem de "sıkıntılı mevzu". Zira ölüm konusunda bildikleri 'rafta duran ilmihal kitabı' gibiydi. Çok gerekmedikçe devreye girmeyen, hakkıyla sindirilmemiş bir bilgiydi yani. 


Böyle kişiler genellikle 'devekuşu mantığı' kullanırlar. Hani devekuşuna demişler: "Madem devesin, yük taşı." O demiş: "Ben kuşum." "Öyleyse uç." demişler. Demiş "Ben deveyim." Bu mantığı kullanan insanlar, konu açılmadıkça, ölüm yokmuş gibi yaşarlar. Ölümden sadece başkaları için bahsederler. Ama bıçak kemiğe dayanınca, bir hastalıkla, bir kayıpla karşılaşıp, ölümün kendileri için de kaçınılmaz ve yakın olduğunu hissedince, o zaman 'rafta duran' kitabı açar ve "Ha, ölüm son değilmiş." diye teselli bulurlar. Fakat biraz rahatladıktan sonra yine ölümü unuturlar. O yüzden de korkuları tam olarak çözülemez. 


Çok verdiğim bir örnek vardır: Diyelim ki, gece vakti evde yalnızsınız. İçeriden bir tıkırtı geldi. "Acaba hırsız mı?" dediniz. Yapacağınız iki şey vardır. Ya gider bakarsınız, ya da bakmaya korkar ve kendinizi avutursunuz. Eğer gidip bakarsanız, hırsız yoksa ne ala. Eğer gerçekten hırsız varsa da, gerekeni yapar, bağırır, kaçar veya kovalarsınız, mesele çözülür. Ama eğer gidip bakmazsanız, asıl o zaman işiniz zordur. Kendinizi TV seyrederek vs. avutmaya çalışsanız bile, aklınızın bir köşesinde o tedirginlik sürer. "Nedense" dersiniz, "içimde bir sıkıntı var". Neden acaba? Çünkü aklınıza girmiş olan bir korkuyu çözmenin tek yolu, üstüne gidip çözmektir. Oysa siz kaçtınız. Ama biz tavuk değiliz ki düşünmeyelim. Düşünmemeye çalışsanız da o tedirginlik içinizde kalır. İşte ölüm korkusu da ancak üstüne giderek çözülebilir; düşünmemekle, kaçmakla değil. 


Bazen de şöyle söylenir: "Ölümün son olmadığını, ahireti vs. biliyorum ama, pek hazırlıklı değilim. İbadetimi yeterince yapamıyorum. O yüzden ölümden korkuyorum." 

Ben de sorarım: "Kendinizi hazırlıklı hissetmeniz için ne yapmanız gerekir?" 

"En azından namazımı düzenli kılmalıyım." 

"Kılın o zaman. Çok mu zor?" 

"Değil aslında ama nedense başlayamıyorum." 

"Demek ki siz ölümle hakkıyla yüzleşmemişsiniz. Biraz daha düşünün bu konuda." 

"Nasıl yani?" 

"Gerçekten ölümü düşünmüş ve hakkıyla korkmuş olsaydınız, gereğini yapardınız. Bakın, ölümü (yeterince) düşünmeyen, ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan, ölümden korkar. Ölümden korkan, ölümü düşünmemeye çalışır. Ölümü düşünmeyen de yine ölüme hazırlanmaz. Ölüme hazırlanmayan da yine ölümden korkar. Ve bu böyle devam eder gider. Bir kısır döngü kurulur yani. Bunu bir yerde kırmazsanız, devekuşu mantığı ile hayatınız boyunca iki arada bir derede gidersiniz. 


O yüzden ben hastalarıma ölümü düşünmelerini öneririm, üstünü kapatmalarını değil. Bunun ilginç bir örneğini anlatayım: Yaşlı bir teyze getirmişlerdi. Fiziksel hastalıkları sebebiyle 'bir ayağı çukurda' denebilecek durumdaydı. Ve sebepsiz (?) bir sıkıntı ve uykusuzluk gibi yakınmaları vardı. Ölüm korkusu o kadar net hissediliyordu ki. Görüşme sırasında konuyu ölüme getirdim. Önce biraz direnç gösterdi ama sonra inancının da yardımı ile yüzleşmeyi başardı. Görüşme bitip yakınları teyzeyi dışarı çıkarırlarken son söz olarak "ilaçlarını kullan, ölümü de unutma" dedim. Kapıda bekleyen hemşirenin yüzünü görmeliydiniz. Zira o "Merak etme teyze, aslan gibisin, ölmezsin. Sen beni bile gömersin." türünden sözlere alışıktı. 


Neden böyle yapar bazı meslektaşlarım, bilmem. Hastaları saf mı zannediyorlar acaba? Vücudunun her yeri iflas etmeye başlamış ve ölümü ensesinde hisseden birisine, bu tip yalanların ne faydası olur sizce? Siz "merak etme, sağlamsın" deseniz, bu onun apaçık hissettiği ölüm gerçeğini yok edebilecek mi sanki? Böyle yapmak, ölümün konuşulmayacak kadar korkunç bir şey olduğunu ima etmiş olmaz mı? Nereye kadar kandırıp kaçıracaksınız ki o kişiyi ölümden? Ve faraza o hastalıktan ölmezse, başka bir sebeple ölmeyecek mi? Bal gibi de bilmiyor mu onu bekleyen kaçınılmaz sonu? 


Fırtına ve selden korkan bir hastam vardı. Şehrinde yaşanan bir sel felaketinden sonra gözü sürekli havadaydı. Uzakta bir bulut görse, "ya yine sel olursa" diye korkuyordu. 

Ona sordum: "Böyle bir selin tekrar olma ihtimali nedir? Olsa olsa 10 yılda bir olur, değil mi?" 

"Evet." 

"Peki böyle bir selde kaç kişi ölebilir?" 

"20 kişi filan." 

"Peki bu şehirde kaç kişi yaşıyor?" 

"100 bin kadar."

"Bu durumda senin bu yıl selden dolayı ölme ihtimalin ne oluyor? 50 binde bir." 

İster istemez güldü, "Çok düşükmüş" dedi. 

"Peki" dedim, "sen daha kaç yıl yaşarsın?" 

"20 yaşındayım" dedi, "Nasipse ortalama 50 yıl daha yaşarım." 

"Bu 50 yılın her birinde ölme ihtimalin olduğuna göre, bu yıl herhangi bir sebeple veya ecelinle ölme ihtimalin 50'de bir olmuyor mu?" 

"Evet." "Ama sen bu 50'de birlik ihtimali hiç düşünmüyor ve 50 binde bir ihtimalden korkuyorsun." 

"Haklısınız" dedi, "peki ne yapayım?" 

"Her an ölebileceğini hatırla ve kendini buna hazırla" 

"Nasıl?" 

"Mesela bugün bile ölebilirsin değil mi?" 

"Evet?" 

"Bugün ölseydin nasıl olurdu bu ölüm, dakika dakika ayrıntılı bir senaryo yazsana." 

"Bu bir tür terapi mi oluyor?" 

"Evet" dedim. Ve Yalom'un yukarıda bahsettiğim kitabını anlattım. "O kitabı okursan görürsün. Aslında eskiden beri tasavvufçular tarafından yapılan ve adına 'rabıta-yı mevt' denilen bu yöntem, şimdi batıda terapi olarak uygulanıyor." 

"Çok ilginç" dedi, "ölüm terapisi ha?" 

"Evet" dedim, "istersen sana o kitapta bahsedilen bir terapi yöntemi daha anlatayım. Mezar taşına ne yazılmasını isterdin, onu söyle mesela." 

Biraz düşündü ve "hiç" dedi. 

"Zaten" dedim, "ölümü hakkıyla düşünmeyenler hep bu cevabı veriyorlar." 

Güldü. 


Tabi bazen itiraz edenler de olur: "Doktor bey, sık sık ölümden bahsediyorsunuz. Sürekli ölümü düşünürsek, hayatın ne tadı kalır ki?" 

Onlara şöyle cevap veririm: "Ben herkese ölümden bahsetmiyorum. Sadece açıkça ölümle ilgili korkuları olan, bu konuyu çözememiş kişileri bu gerçekle yüzleştiriyorum. Üstelik ölümü düşünmek, hayatın tadını kaçırmaz. Hatta tam tersine, arttırır belki. Şöyle: 


Ölümle yüzleşmenin iki temel faydası vardır: 


Birincisi: Ölümle bile yüzleşen ve ölümden korkmamayı öğrenen kişi, artık kolay kolay hiç bir şeyden korkmaz. Ne mikroptan, ne hastalıktan, ne fırtınadan. Ki bunu birçok hastamda gördüm. Bana ilk geldiğinde vücudunu dinlemekten, hastalık evhamından dolayı hayatı zehir olmuş birçok hastam, şimdi bunları hiç önemsemediklerini, hayatlarının çok daha huzurlu ve korkusuz olduğunu söyleyip teşekkür ediyorlar. 


Ve ikinci faydası: Ölümü düşünen, hayatın kıymetini daha iyi anlar. Aslında hayatı kıymetsiz ve anlamsız hale getiren, hiç ölmeyecekmiş gibi ve hedefsiz yaşamaktır. Sanki bu dünyaya çiviyle çakılmış gibi, sonsuza dek yaşayacakmış gibi hissedip, amaçsız bir şekilde, "vur patlasın-çal oynasın" mantığıyla günübirlik yaşamak, hayatı anlamsız bir koşturmacaya çevirir. Oysa ölümü düşünen ve hayatının geçici olduğunu hisseden kişi, "Ben niçin yaşıyorum, hayatımın hedefi nedir?" diye sormaya başlar ve daha yoğun ve anlamlı biçimde yaşamaya başlar.


Aslında ölümle yüzleşmeyi, kişinin sadece kendisi için değil, yakınları ve sevdikleri için de yapmasında fayda vardır. 

İstanbul'da oturan bir tanıdığıma sormuştum: "Depremden korkuyor musunuz?" 

"Hayır" dedi, "kendim için korkmuyorum ama çocuklarım için korkuyorum." 

"Nasıl yani?" 

"Depremde ben en kötü ihtimalle, ölürüm. Ölüm ise zaten kaçınılmaz. Üstelik bir son da değil. Öbür dünyada Allah rahmet ederse, buradan daha güzel bir yere gideriz. Çok korkacak bir şey yok yani." 

"Peki," dedim, "ölmek güzel bir şeyse, bu güzelliği çocuğunuzdan neden esirgemek istiyorsunuz?" 

"Eee, şeyy..." 

"Bunu biraz düşünün bence" dedim, "ölüm aslında güzelse, kendimiz için de, çocuklarımız, sevdiklerimiz için de ondan korkmamamız lazım. Yok eğer kötüyse, o zaman bırakın çocukları öne sürmeyi, kendimiz için de korkmalıyız." 


Kısacası, herkesin hem kendisi, hem de sevdikleri adına ölüm gerçeği ile yüzleşmesi şarttır. Özellikle anne-babaların çocuklarına 'bir şey olması' konusunda (ki hep böyle derler, 'ölüm' kelimesini kullanmamak için) çok tedirgin oldukları, bilinen bir gerçektir. Çocuğu 5 dakika gecikse, çoğu anne-babanın aklına "Acaba başına bir şey mi geldi? Yoksa kaza mı geçirdi?" gibi düşünceler gelir hemen. Peki bir insanın çocuğunun ölümüne engel olması mümkün müdür? Hayır. Tüm gün başında bekçilik yapsanız bile, bir mikrop onu elinizden alabilir. Peki eğer o çocuk mesela bugün bir sebeple ölseydi, nasıl düşünür ve nasıl teselli bulabilirdiniz? 


"Ay hayır, bunu düşünmek istemiyorum." 

"O zaman çocuğunuzun ölebileceğini de hiç düşünmeyin." 

"Ama ister istemez aklıma geliyor." 

"O zaman bu meseleyi çözün." 


Ve kendimden bir örnek anlatırım. Ortanca kızım daha 2 aylıkken idrar yolu enfeksiyonu olmuştu. Ne ilaç kullandıysak düzelmedi. Bir gün yine doktora götürmek üzere evden çıktığımızda, komşumuzun kızı bizi gördü. 

"Hala düzelmedi mi?" diye sordu. 

"Hayır, maalesef." 

"Ne olacak peki böyle?" 

"Bilmem" dedim, "Ölebilir de". 

İrkildi. "Ne diyorsunuz? Allah korusun!" 

"Amin. Ama ölmesi de mümkün, değil mi? Ben kendimi hazırladım bu ihtimale. Olmaz inşallah deyip başını kuma sokmaktan iyidir." 


Ve bir hadis anlatırım bu noktada: Bir sahabenin çocuğu ölür. Ağlayarak peygamberimizin yanına gelir. Peygamberimiz onu yanına alır, beraberce çocuğun mezarına giderler. Peygamberimiz mezara doğru seslenir: "Ey filanca!" 

Mezardan cevap gelir: "Buyur ey Allah'ın elçisi!" 

"Anne-babanın yanına dönmek istiyor musun?" 

"Hayır, ben onlardan daha hayırlısını buldum." 


Ve bu önerimi uygulamayı başaran bir hastam: Uzun zamandır tedavimde olan ve epey de düzelmiş bir kadın hastam kontrole gelmişti. Kendisini iyi gördüm ama sanki ufak bir derdi varmış gibiydi. 

"Hayırdır, bir şey mi oldu?" dedim. 

"Geçen hafta çocuğum öldü" dedi. 

İrkildim. Yedi yaşındaki çocuğu, hem de gözünün önünde araba çarpması sonrası ölmüştü. Ama böyle ciddi bir olay yaşamış bir insan için aşırı sakin görünüyordu. Nasıl üstesinden geldiğini sordum. 

"Sizinle konuşmuştuk ya doktor bey" dedi, "çocuğum her an ölebilirdi. Bununla yüzleşmiştim. Eğer ölürse nasıl dayanır, nasıl teselli bulurum diye uzun uzun düşünmüş, kitap okumuş, kendimi hazırlamıştım. O yüzden çok sarsılmadım." 


Not: Bu yazı, tıpkı çoğu insanın ömrü gibi, hazırlıksız biçimde, aniden bitmiştir.