29 Ekim 2023

KADINLAR SİZİN TARLANIZDIR


Bakara suresi 223. ayetin meali: "Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza, dilediğiniz gibi gelin. Kendiniz için önden iyi işler gönderin. Bir de Allah'tan korkun ve bilin ki mutlaka ona kavuşacaksınız. İman edenleri müjdele."


Bu ayetteki "kadınlar sizin tarlanızdır" ifadesinin tefsirlerdeki açıklamalarına baktığımızda, genelde şu yorumu görüyoruz: "Kadınlar, çocuk doğurmaları sebebiyle, sizin tarlanız hükmündedirler." İyi de, bu zaten bilinen ve apaçık bir gerçek değil mi? Yani Kur'an bu şekilde tarif etmeseydi, çocukların başka yerde yetiştiğini, leylekler tarafından getirildiğini ya da internetten download edildiğini mi düşünecektik? Tabii ki hayır. O zaman neden özellikle ‘tarla’ ifadesi kullanılmış, bunun üzerinde düşünmek lazım.


Nedir tarlanın özelliği? Tarla pasiftir, alıcıdır, işlenmesi gerekir. Kendi haline bırakırsanız, yaban otu biter. Ama onu işler ve ekerseniz, ektiğiniz ürününün yüz katını verir size. Ve tabii ki bir tarlaya buğday ekip arpa biçmezsiniz. Ne ekerseniz, onu biçersiniz ancak. İşte bu noktalardan, kadın psikolojisine yönelik işaretler çıkarılabilir.


Burada Cemil Meriç’in sözünü hatırlamak lâzım: "Kadın, merkezi kendi dışında olan bir dünyadır." Yani kadın kendisi için yaşamaz; başkaları için yaşar. Bir başkasını mutlu ederek mutlu olur. O yüzden de daima yanındakilerin (özellikle de eşinin) kendisinden ne beklediğini anlamaya çalışır. Eğer erkek sağlam bir çizgiye sahipse, karısından ne istediğini açıkça ifade ediyorsa, hele bir de karısını destekliyorsa, kadının üretkenliği inanılmaz derecede artar. Şefkat, fedakarlık, anlayış ve uyum gibi yetenekleri sayesinde de, ona 'ekilen'leri kat kat artıran verimli bir tarla hükmüne geçer. Örneğin ona bir hücre verirseniz, o size bir çocuk verir. Ona biraz sevgi gösterirseniz, o size tam bir bağlılık verir. Ama ona az bir gerginlik verirseniz, size boğucu bir kaos sunabilir. Ya da tek bir kırıcı söz söylerseniz, saatlerce dırdır işitebilirsiniz. 


Yani ilişkiyi canlandıran kadındır ama tetikleyen erkektir. O yüzden de ağırlıklı görev, erkeğe düşer. Tarla örneğine dönersek, bir çiftçi nasıl ki tarlasında çalışır, onu sürer, eker, sularsa, erkeğin de eşini 'işlemesi' gerekir. Sadece beklentilerini söyleyerek değil, bizzat emek harcayarak, anlatarak, birlikte uygulayarak. Yoksa bazılarının yaptığı gibi "Karıcığım, senden bir şey istemiyorum. Sen mutlu ol yeter." demek, aslında kolaycılıktır, sorumluluktan kaçmaktır, kadını da boşluğa, işe yaramazlık duygusuna ve mutsuzluğa mahkum etmektir. Zaten kadınlar esas olarak başkalarını mutlu ederek mutlu olurlar demiştik. 


Burada önemli bir noktayı da vurgulamak isterim. Kadınların bir erkekte en nefret ettikleri şey, sürekli fikir değiştirmesidir, bilmem fark ettiniz mi? Kararsız ve dönek erkeklerden hiç hoşlanmaz kadınlar. Bunun sebebi şudur: Bir kadın, ilişkisinin uyumlu gitmesi, evinin huzurlu olması için, eşine olabildiğince uyum sağlamaya çalışır. Hatta zamanla eşinin hayat görüşü doğrultusunda fikirlerini değiştirir, onun beklentileri doğrultusunda davranışlarını farklılaştırır. Ama eğer erkek sürekli fikir ve çizgi değiştirirse, kadının kafası karışır, nasıl bir yol izleyeceğini bilemez ve ruhen dağılır. O yüzden meşhur birisi şöyle demiştir: "Kadın su gibidir, bulunduğu kalıba uyar. Kadınlardan şikayet eden erkek, kendi kalıbına baksın." Muazzam bir tespit.


Şimdi diğer bir ayete geçelim. Öncelikle peygamber eşlerine, dolayısıyla da tüm kadınlara hitap eden Ahzab suresi 34. ayeti mealen şöyledir: "Ey peygamber eşleri, evlerinizde Allah’ın ayetlerinden ve hikmetten, size okunanları düşünün."


Dikkat edin, burada "Evlerinizde Allah’ın ayetlerini okuyup düşünün" denilmemiş. "Evlerinizde size okunanları düşünün." denilmiş. Yani beklenen fiil, onların bizzat okumaları değil, onlara okunmasıdır. Peki kim okuyacak? Tabii ki eşleri. Zaten kadınlar birlikte iş yapmayı, tek başına çalışmaktan çok daha fazla severler. Demek ki neymiş? Koca, "Karıcığım, şu kitaplar çok değerli. Hadi onları oku." demeyecek; bizzat kendisi ona okuyacak. Tarlayı ekecek yani. Tarla örneğini bir kere daha düşünmekte fayda var.


Başka bir ayete daha değinmek istiyorum. Temelde benzer bir konuya işaret ediyor zira. Ahzab suresi'nin 6. ayetinde "Peygamber, müminlere kendilerinden daha yakındır; eşleri de onların anneleridir." buyrulurken, aynı surenin 53. ayetinde de "Resulullah'tan sonra onun hanımlarını ebediyen nikah edemezsiniz. Bu Allah katında çok büyük bir günahtır." hükmü yer alıyor. Yani Resulullah'ın boşaması veya vefatı sonrasında, hanımlarının başkaları ile evlenmeleri haram kılınmıştır. 


Öncelikle Resulullah'ın hiçbir hanımından boşanmadığını hatırladıktan sonra, bu yasak üzerinde biraz duralım. Zira bu yasak bazılarınca Resulullah'a iltimas ve hanımlarına da haksızlık gibi yorumlanıyor. Oysa işin gerçeği bunun tam tersidir ve bu hüküm de hem hikmet, hem de rahmettir. Şöyle ki:


Resulullah'ın hanımlarının, dinimizde ne kadar önemli bir yere sahip olduklarını biliyoruz. Hadis ve siyer kitaplarını biraz karıştıran görür ki, Resulullah'ın ev hayatını, özel hallerini ve kadınlara mahsus dini hükümleri, hanımları sayesinde öğreniyoruz. Onların aktardıkları hadisler, hatıralar ve gözlemler, İslami hayatın neredeyse yarısını aydınlatıyor. (Zaten Resulullah'ın çok sayıda evlilik yapmış olmasının bir hikmeti de, bu bilgi kanalını olabildiğince geniş tutmaktır denilir.)


Bunları bir kenara yazdıktan sonra, kadın psikolojisine dönelim. Söylemiştik, kadınlar hayatlarını büyük ölçüde kocalarının etrafında kurar, kendi isteklerinden ziyade eşlerinin arzularını önemserler. Erkeklerin 'tek başına' güçlü ve mutlu olmak istemelerine karşılık, kadınlarda 'birlikte' güçlü ve mutlu olma yönelimi hakimdir. Erkeklerde daha çok "ben ne istiyorum, hedefim nedir, bunu nasıl başarabilirim?" düşünceleri ağır basarken, kadınlarda "kocam ne istiyor, nelerden hoşlanıyor, ailede nasıl mutlu olabiliriz?" soruları hakimdir. 


Burada iki küçük gözlemimi de ekleyeyim: 


Evli kadınların kendi aralarındaki sohbetler genellikle "Benim kocam şöyle bir adam; benden şunu istiyor." veya "Kocandan memnun musun?" şeklindedir, bilirsiniz. Ama erkek erkeğe sohbetlerde bu tip cümleleri hemen hiç duymazsınız. 


Yine dikkatimi çeken bir ayrıntı var ki, poliklinikte gördüğüm kadın hastaların hemen hepsi sözlerine "Doktor bey, ben 6 yıllık evliyim, 2 çocuğum var." gibi cümlelerle başlarlar. Hiçbir erkeğin konuşmaya böyle başladığını ise hatırlamıyorum. 


Yani evlilik, bir kadının hayatının en önemli olayıdır ve tüm yaşamını kökten değiştirir. 


Ayrıca kadınlardaki ruhsal esneklik ve uyum kabiliyeti, onları zamanla kocalarına benzemeye, deyim yerindeyse 'eşlerinde fani olmaya' götürür. Öyle ki, kadınların çoğu evliliğine odaklanırken, önceki hayatlarını zihinlerinden tamamen silip yepyeni bir hayata geçerler. Hatta kadının yıllar içinde konuşmasıyla, huyuyla kocasına benzemeye başladığı da dikkatinizi çekmiş olabilir. 


Şimdi boşanmış ve yeniden evlenmiş bir kadın düşünelim. Bu kadın doğal olarak yeni eşine odaklanmak, onunla uyumlu bir çizgi tutturmak isteyecektir. Eğer bunu başarırsa, eski eşi zihninden, kalbinden tamamen silinir. Hatta onunla olan çoğu hatıralarını bile unutur. Şahit olmuşsunuzdur, bu durumdaki kadınlar çoğu kez "yeniden doğdum" sözünü kullanırlar. Eski eş silinmiş, her şey yeni eşe odaklanmış, yeni bir hayat şekillenmiştir. Böylece mutlu bir aile kurmak daha kolay olur.


Ama eğer bu 'odak değiştirme' başarısız olursa, yani kadın yeni eşine yeterince bağlanamaz ve eski eşini aleminden çıkaramazsa, o zaman da evlilik tehlikeye girer. Görünürde ikinci eşi ile evli, ama kalben eski eşi ile beraber olmak, kadın için de eziyettir, kocası için de. Mutsuzluk kaçınılmazdır.


İşte burada, okuduğumuz ayetteki yasağın bir hikmetini anlıyoruz. Eğer Resulullah'ın vefatı sonrasında hanımlarından biri başka bir erkekle evlenseydi ne olurdu, hayal edelim. Bir ihtimal, Resulullah'ı unutamaz, onun hatırası ile yaşamaya devam ederdi. Yeni eşinin hayatına uyum sağlamak yerine Resulullah ile alıştığı hayat tarzını devam ettirmeye çalışırdı. Bu ise yeni evliliğinde uyumsuz ve mutsuz olmasına sebep olur, hatta kocasında Resulullah'a karşı gizli bir kızgınlık oluşmasına yol açardı.


Yok eğer Resulullah'ın hatırasını silip mutlu bir evlilik kursaydı, o zaman da dinin temelini oluşturan hadislerin, hatıraların, gözlemlerin çoğu zihninden silinip giderdi. Ümmete aktarabileceği çoğu bilgi unutulurdu. Ayrıca kendisine hadis sormak için gelenlerin çokluğunu ve bunun yeni kocasını nasıl rahatsız edeceğini de düşünmemiz lazım. Olayın mahrem hayata dair kıyaslamalar gibi hassas kısımlarını ise zihninize havale ediyorum.


İşte bu sebeplerden dolayı, Resulullah'ın eşlerinin, onun vefatı sonrasında başkaları ile evlenmelerinin yasaklanması, hem İslam dininin temellerini kurma açısından, hem de bizzat hanımlarının mutluluğu açısından, baştan aşağıya hikmet ve rahmettir. Ve yine bu hüküm, Kur'an'ın 'her şeyi bilen, insanı tanıyan, kadın ruhunun inceliklerinden haberdar' bir zatın sözü olduğunun da bir ispatıdır.


*


Bu yazıya gelen bir itirazı da cevaplamak istedim.


"Bu bakış açısı, kadınları erkeklerin aşırı derecede etkisinde gibi gösteriyor. Oysa kocasından farklı çizgide yaşayan birçok kadın var." denildi.


Unutmamak gerekir ki, yazdıklarımız genellemelerdir. Her genellemenin de istisnası vardır tabii. Ayrıca 'erkeğinden etkilenme' sürecinin şartlara bağlı olduğunu da unutmamak lazım. Örneğin evlendikten sonra babasıyla ilişkisini yoğun biçimde sürdüren bazı kadınlar, kocalarından farklı bir çizgide kalabiliyorlar. Zira baba, baskın erkek figürü olmaya devam ediyor. Bunun örneğini çok gördüm. Hatta eğer erkek tutarlı bir çizgi sunmamış ise, ölmüş babasının hayaliyle o figürü dolduran, "babam olsaydı şöyle isterdi" diyen kadınlar da tanıdım. Ya da şeyhini erkek figürü olarak kabullenen, o yüzden kocasından giderek kopan birçok tarikat mensubu kadın vardır, siz de duymuş olabilirsiniz. 


BESMELE YETER


Bilirsiniz, çoğu âlimler derler ki: “Kur’an Bakara suresi'nde özetlenmiştir. Hatta Bakara suresi de Fatiha’da, Fatiha ise Besmele’de özetlenmiştir.” Bunu bir tarafa yazalım. Yine ayet ve hadislerde geçer ki, insanların tüm ihtiyaçlarına Kur’an’da bir çare vardır.


Bu iki hükmü birleştirdiğimizde karşımıza şu sonuç çıkar: “Her insanın tüm ihtiyaçlarına, Besmele’de bir çare vardır.” Peki bu mümkün olabilir mi? Nasıl olur da, yaratıcımızın üç isminden oluşan besmele, bir insanın hemen tüm ihtiyaçlarına cevap verebilir?


O zaman gelin, insanın en temel ihtiyaçlarına bakalım. İnsanın, hayatını sürdürebilmek için üç temel ihtiyacı vardır:


1: Kendisi için faydalı ve zararlı olacak şeyleri ayırt etmek.

2: Faydalı şeyleri istemek ve elde etmek.

3: Zararlı şeylerden çekinmek ve korunmak.


Bu üç ihtiyacı yerine getirebilen bir insan, hayatını dengeli ve sağlıklı biçimde sürdürebilir. Ve ilginç biçimde, Besmele’de anılan üç isim, tam da bu üç temel ihtiyaca karşılık gelmektedir.


1: İnsan için neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu, ancak insanı ve tüm kâinatı yaratan Allah bilebilir tabii ki. Baştaki “Allah” ismi buna işaret eder.


2: İnsana faydalı olan şeyleri yaratan ve ona ikram eden, onu besleyip büyüten, ihtiyaçlarını karşılayan, 'Rahman'dır. Ve 'Rahman' ismine genellikle 'Rezzak' manası verilir; 'maddi-manevi her türlü rızkı veren' anlamında.


3: Korktuğu, çekindiği zararlı şeylerden insanı koruyabilecek, onları insandan uzak tutabilecek olan ise, ancak 'Rahim' olan zattır; yani onu esirgeyen ve koruyan rabbidir.


Bu durumda denilebilir ki, iyiyi-kötüyü ayırmak, iyiyi elde edip kötüden de korunmak için, Allah, Rahman ve Rahim olan zat, insana kâfi gelir. Yani insanın tüm temel ihtiyaçları için, sadece Besmele yeter.


NEDEN İNTİHAR?


İnsanoğlu var olduğundan beri, yok olmayı tercih edenler hep olmuştur. Hayatını anlamsız, kendisini çaresiz, sorunlarını çözümsüz görenler bazen kurtuluşu ölümde ararlar. Napolyon, Sokrat, Hitler gibi kimi ünlüler ve nice ünsüzler ağır hayat şartlarına dayanamayıp 'istifa' etmişler. Demem o ki, intihar ahir-zaman alameti sayılmaz, eskiden beri başvurulan bir yol. Ama son zamanlarda sanki daha bir moda oldu, ya da medya yüzünden daha fazla duyuyoruz. Bu durumda bir psikiyatrist olarak bu konuda yazmak şart oldu. Kimler, neden intihar eder ve ne yapılmalı?


Sizce bir insan neden intihar eder? "İnancı yoksa, maneviyatı zayıfsa" mı dediniz? Büyük ölçüde doğru, ama tamamen değil. Gerçekten de, hangi dinden olursa olsun dindarlarda intiharın daha az olduğu istatistiklerle sabit.  "Hayat anlamsız bir koşturmaca, sonu da hiçlik" diyen kişi, "bir an önce bu çile bitsin" diyebilir. Ancak tüm intiharları sadece bu faktörle açıklayamayız. Mesela size şöyle bir soru sorulsa: Ölümün son olduğunu, bu hayatın tek hayat olduğunu düşünseniz, intihar eder miydiniz? Muhtemelen tam tersine, hayata daha da yapışırdınız. Bakın iş karıştı. Yine bazı insanlar, inançlı oldukları halde, "Evet, intihar günah ama, Allah her halde affeder, Cennet'e alır, bu sıkıntılardan kurtulurum." deyip intihar etmiyor mu? Demek ki intiharları tek bir faktöre bağlamamak lazım.


Objektif olarak intiharların sebeplerini ve neler yapılabileceğini, istatistik verilerden hareketle bulmaya çalışalım. 


Kadınlar erkeklere kıyasla 3 kat daha fazla intihara kalkışıyorlar mesela. Ama ölümle sonuçlanan intiharlar, erkeklerde 3 kat daha fazla. Kadınlar genellikle ilaç içmek gibi daha az acı veren ve kurtuluş ihtimali fazla olan yolları seçiyorlar. Son anda bile biraz kararsızlar yani. "Kurtulsam da olur" diyorlar bir anlamda. Bu tür intihar girişimlerini daha çok bir 'yardım isteği' olarak değerlendirmek mümkün. İlaçla intihara kalkışanlar, çoğu zaman bilinçsizce kurtarılmalarına zemin hazırlarlar zaten. Mesela boş ilaç şişesini ortada bırakır, herkesin evde olduğu sırada intihara kalkışır veya bir arkadaşlarına mesajla durumu haber verirler. "Beni kurtarın. Halimin çok kötü olduğunu anlayın. Bana yardım edin." demek isterler. Bu sessiz çığlıklara kulak vermek lazım.


Erkekler ise son ana kadar yardım istemiyor, karar verince de dönüşü zor bir yolu seçiyorlar genellikle. Öyleyse o son an gelmeden önce sormak lazım: "Bir problemin var mı? Yardım istemek ayıp değil. İnsanoğlu acizdir."


Bir diğer tespit: İntihar erkeklerde ileri yaşlarda artış gösterirken, kadınlarda azalıyor. Anlaşılan erkekler ileri yaşlardaki pasif ve yardıma muhtaç konuma uyum sağlamakta zorlanıyorlar. Yaşlı babalarımıza, dedelerimize kıymet verip saygı gösterelim o halde. Hiç olmazsa arada fikir danışalım. Hayatlarının bir anlamı olduğunu, birilerine faydalı olabildiklerini hissetsinler.


Evlilik, özellikle de çocuk sahibi olmak, intiharı bariz biçimde azaltıyor. Dullarda ise intihar çok fazla. Kişinin duygularını paylaşıp destek alabilmesi, intihara yönelmeyi önemli ölçüde engelliyor yani. Hele çocuk sahibi olmak, hem hayata anlam ve gaye katıyor, hem de "arkamdan üzülmesinler" düşüncesiyle ölümden vaz geçiriyor. Özellikle kadın hastalarımda buna çok şahit oldum. Öyleyse evlenip çocuk sahibi olmakta fayda var diyebiliriz. 


Büyük şehirlerde intihar oranı kırsal yörelere göre daha yüksekmiş. Ne dersiniz, köylerimize mi dönsek? Sosyal destek, yakın komşuluk ve akrabalık ilişkilerinin, kişiyi hayata daha çok bağladığı kesin. Ama şehirde de yapabiliriz bunu. Komşunun ziline bir bassak artık. Belki de bunalımdadır, faydamız olabilir, kim bilir?


Emekli ve işsizlerde (tahmin edileceği gibi) intihar oldukça fazla. Malum işe yaramazlık duygusu. Erken emekli olmak isteyenlere duyurulur. Ama bir de tam zıddına, üst gelir düzeyinde olanlarda da intihar fazla imiş. Neden dersiniz? Belki doyumsuzluktan, belki de ufak kayıp ve problemlere bile tahammül edememekten. "Ne idim, ne oldum? Bu hale düşecek adam mıydım ben? Bu utançla yaşayamam." düşünceleri. Öyleyse "O sağlam adamdır, atlatır." demeyin. Bir sorun bakalım, kendini nasıl hissediyor?


Kronik veya ölümcül hastalarda da intiharın arttığını biliyoruz. Bu her ne kadar anlaşılır bir durumsa da şifadan da ümit kesilmemeli. Allah her derdin devasını vermemiş mi? Nice ölümcül hastaların başında ağlayanlar ölüp, o hastalar yaşamamış mı?


Alkol ve madde bağımlılarında ise normale kıyasla 50-75 kat daha fazla intihar tespit edilmiş. Bu durumda intihar riskini en çok artıran faktörün, alkol ve madde bağımlılığı olduğunu söyleyebiliriz. "Normal. O kadar içtikten sonra insanda ne mantıklı düşünce olur, ne de sevdikleri yanında kalır." denilebilir. Doğrudur da. Ancak bu tespiti bile tersinden yorumlamak mümkün. Zarar ve tehlikelerini bile bile aşırı alkol almak, bir tür kronik intihar olarak kabul edilir zaten. Yani kendi eliyle kendini tehlikeye atmak, ölüme davetiye çıkarmak demektir. Bu mantıktaki kişilerin bazıları, zamanla daha çabuk bir ölüme karar vermiş de olabilir. Yeri gelmişken, tehlikeli araba kullanmak, silahlı örgütlere girmek vs. de benzer bir tavırdır. Öyleleri "Hayatım önemli değil, ölsem ne çıkar?" demiş olmuyor mu?


Depresyon, kişilik bozuklukları, şizofreni gibi psikiyatrik hastalıkları olanlarda intihar çok daha fazlaymış. Bu da normal. Aslında intihar edenlerin hemen hiçbirinin (en azından o an için) mantıklı düşünemediği açık. Zaten o yüzdendir ki, intiharı önlemek, kalkışanı kurtarmaya çalışmak gerekir. Çoğu kişi, kurtarılıp tedavi de edilince, "Aptallıktı. Yapmamalıydım. Hayat yaşamaya değermiş." derler. Acil servislerde intihara kalkışmış yüzlerce şahıs gördüm bugüne dek. "Keşke ölseydim. Neden kurtardınız?" diyen sadece bir-iki kişi hatırlıyorum.


Yakın zamanda önemli bir kayıp yaşayanlarda da intihar riski yüksek. Çocuklukta anne-baba kaybı olanlarda da onların yanına gitme isteği, onlarsız yaşayamama, mutlu günlere dönme arzusu olabiliyor. Ama zaten sonunda 'oraya' gitmeyecek miyiz? Güzel yaşayıp güzel gitmeye çalışsak çok daha iyi değil mi?


Doğum günü, yılbaşı ve tatil günlerinde de intiharlar sıklaşıyor; kişinin boş kaldığı ve hayat muhasebesi yaptığı zamanlarda yani. Fazla boş kalmamak, gereğinden fazla hesaplaşmaya dalmamak gerek belli ki. Her şey dozunda güzel.


İntihar edenlerin % 80’inin son zamanlarında ölüm ve intihardan sık bahsettikleri rapor edilmiş. Bu çok önemli bir nokta. Yani bir kişi intihardan bahsediyorsa, mutlaka ciddiye alıp yardım edilmeli. Zaten mutlu olan bir kişi, şaka ile bile olsa, intihardan bahsetmez ki. Her şakanın altında bir gerçek vardır.


Medeni duruma göre bekar erkekler yüksek riskli grupmuş. Anlaşılan bekarlar "Niye yaşıyorum?" sorusuna cevap bulmalı acilen.


Mesleğe göre ise en çok polis ve doktorlar intihar ediyorlar. Bu belki intihar için kullanılan araçlara (silah, ilaç) daha kolay ulaşmaları ile ilgilidir, belki de meslekleri gereği intihar vakaları ile sık karşılaşmaları sebebiyle, intihar fikrine aşina olmaları ile. Eğer ikincisi doğru ise, intiharların medyada fazlaca yer alması, izleyenlerde intihar fikrinin artışına yol açabilir diyebiliriz. Zaten bazı dönemlerde özellikle gençlerde peş peşe intiharların olması, bu örnek alma davranışı ile ilgilidir. Doğru örnekler vermek lazım gençlerimize. Yoksa yüksek doz ile intihar eden eroinman şarkıcılara özenebilirler.


Medya deyince, mesela köprülere, yüksek binalara çıkıp kameralar önünde intihar tehdidi yapanlar var, malum. Çoğumuz kızarız bunlara; "şov yapıyorlar" deriz. Ama söyler misiniz, siz eşiniz eve dönsün diye veya işinize geri alınmak için, o köprünün kenarından sallanır mısınız? Bunu aklı başında hiç kimse yapmaz. Zira kazara ölebilirsiniz de. Belli ki bu kişiler hayatlarına kıymet vermeyen, hatta için için ölmek isteyen, bunalımlı insanlar. Sorunlarını ciddiye alıp yardım etmeye çalışmaktan zarar gelmez. "Sıkıysa atla" diyenleri protesto ediyorum.


"İnanç konusunu çabuk geçtin. İnanç intiharı önlemez mi?" diyebilirsiniz. Elbette önemli ölçüde önler. "İnancım olmasa intihar ederdim" diyen o kadar çok hastam oldu ki. "İntiharın cezası cehennemdir" fikri, çok kişiyi ölümden döndürüyor. Çünkü o zaman ölüm, kurtuluş değil daha büyük bir felaket oluyor. Ancak bu mantık da epey eksik. Kişi hayatı boyunca inancını hakkıyla yaşasa, zaten ölümün kıyısına gelmez ki. "Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler" der; tevekkül eder, "Bu dünya sınav yeri zaten" der, sıkıntılarını hoş görüp sabreder. Ama ölümün kıyısına gelene dek gaflette kaldıktan sonra, işler sarpa sardığında, o kaosta, inancını hatırlamak biraz zordur. O yüzden, iyi yaşamak ve kötü ölmemek için, şimdi bol bol okumamız lazım.


27 Ekim 2023

AŞK ÜZERİNE


Girişte aşk üzerine bir tarif cümlesi kurmayacağım. Kolay değil, gerekli de değil. Tarih boyunca tüm insanlık için aşkın ne kadar önemli bir yeri olduğu açık zira. Bu önem yüzünden, öteden beri filozoflar ve ilim adamları, aşkın sebeplerini ve mekanizmasını anlamak için kafa patlatmışlar. Ama dinlerden alınan ilhamla yapılan, yaratıcıyı ve 'ilahi aşk'ı merkeze alan yorumların dışında, tatmin edici bir tarif bulmak biraz zor. Filozofların ve bilim adamlarının çoğu, "Aşk üçe ayrılır. A tipi aşk, cinsiyet hormonlarının etkisiyle oluşur. Bir tutkudur. B tipi aşk zihinsel uyumdan beslenir. Yoldaşlık tarzındadır. C tipi aşk ise serotonin maddesinin eksikliğinden kaynaklanan hastalıklı bir bağlanmadır." şeklinde analizler yapmışlar. Bunların hepsinde de doğruluk payı var. Ama bu tespitlerde ne büyük resmi görebilirsiniz, ne de o muazzam duyguya yakışacak bir derinlik bulabilirsiniz. O yüzden din dışı yorumları burada bırakıp, Allah'a döneceğiz.


Allah, her şeyin yaratıcısı, kainatta gördüğümüz güzelliğin ve yüceliğin kaynağıdır, biliyoruz. Esma-i hüsna'nın, en güzel isimlerin sahibidir ve o güzel isimleriyle kainatta değişik şekillerde tecelli eder, yani görünür. Biz de Allah'ı o isimleriyle tarif ederiz zaten. İşte bu ilahi isimleri, alimler ikiye ayırmışlar: 'Cemalî ve celalî' isimler. Günümüz diliyle söylersek, 'güzellik ve yücelik' ifade eden isimler. 


Örneğin kainatın uçsuz bucaksız büyüklüğü, her an her yerde durmak bilmez bir faaliyetin varlığı, Allah'ın celal (yücelik) tecellisi iken, her şeyin çok ince bir sanatla, muazzam bir özenle ve kusursuz derecede güzel olarak yaratılmış olması da onun cemalini (güzelliğini) gösterir. Sakin ve huzur veren bir gökyüzü cemal tecellisi iken, karanlıklarla çöken bir fırtına, celal tecellisidir. Sevinç veren doğum cemali, hüzün veren ölüm celali gösterir. 


İşte bu iki kutup, iki cinsi meyve vermiştir: Kadın ve erkek. Kadın, Allah'ın cemalini, güzelliğini, rahmetini, erkek ise celalini, yüceliğini ve hükmediciliğini yansıtır esas olarak. Yani her cins, Allah'ın tecellisinin ancak yarısını yansıtır. Ve sadece bu iki yarım bir araya geldiğinde, Allah'ı tüm isimleriyle birden anlamak ve hissetmek mümkün olabilir. Tek oldukları zaman, erkekte güzelliği ve inceliği olmayan bir güç ve düzen, kadında ise gücü ve düzeni olmayan bir güzellik ve incelik kalır. İşte bu yüzden kadın da, erkek de, birleşmeye, bütünleşmeye, 'tam' olmaya yönelik doğal bir arzu hissederler; karşı cinse doğru, karşı konulmaz bir çekim yaşarlar. Aşkın temeli de budur.


Zaten genel bir kural olarak insan, kendi eksiğini tamamlayanı sever, kendine benzeyenle ise zıtlaşır. Yani kişi, kendisinde eksik olan şeye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç zamanla arzuya, o da sevgiye, o ise aşk'a dönüşür. Yani her sevgi başlangıçta kişisel çıkarları doyurmak ve lezzet almak içindir. Ama eğer doğru yönlendirilirse, son aşamada kendini aşmayı, bütüne ulaşmayı, hatta o uğurda hayatını feda edebilmeyi netice verir.


Aşk, tüm dinlerde 'ilahi aşk' kavramı ile birlikte yorumlanmıştır. Örneğin Yahudilik ve Hristiyanlıkta "Tanrın Rabb'i bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin." sözü, en temel buyruklardan biridir. İslam'da ise özellikle tasavvuf ekolleri bu konuda hayli derinleşmişlerdir. Zaten tasavvuf, akıl ve bilgi ile değil, kalp ve aşk ile Allah'a yönelmek demektir. 


Elbette "Madem bu kainatın bir yaratıcısı var, ben de ona itaat etmeliyim. Hem böylece sonsuz Cennet'i kazanırım." şeklinde, düz mantıkla (ve sadece mantıkla) dinini yaşayanlar da övgüye layıktırlar, ama Allah'a aşk ile yönelmiş bir insanın derinliğini ve yoğunluğunu, öylelerinde asla bulamazsınız. 


İşte o yüzdendir ki bazı tarikat şeyhleri, mürit adaylarına şu soruyu sorarlar: "Hiç âşık oldun mu?" Cevap "Hayır." ise, o kişiyi tarikatlarına kabul etmezler. Zira bir kişinin sevgi potansiyeli, onun bir başka insana karşı aşk yaşamış olmasıyla anlaşılır. Eğer bu potansiyel varsa, un, şeker ve yağ var demektir. 


Bu malzemelerden ilahî aşk çıkarmanın yolu ise, o potansiyeli, âşık olunan özelliklerin gerçek sahibine yönlendirmektir. Bu da çok zor değildir aslında. Zira:


-Bir başka insana âşık olan kişi, kısa sürede şunu fark eder ki, ondaki (örneğin) güzellik, onun kendi malı değildir. Zira yaşlandığında çirkinleşecek, ölünce de çürümüş bir cesede dönüşecektir. Demek ki o güzellik onun değil, 'onda yansıyan'ın güzelliğidir. İşte bunu ifade etmek için mutasavvıflar "Her güzelin güzelliği, Allah'ın güzelliğinden aksetmiş bir parçadır." ve "Bir kadına olan aşk, onun aynasında Allah'ı görebilmekten dolayıdır." hatta "Aşığın sevgilide gördüğü, O'dur." demişlerdir. 


-Ayrıca Allah'tan gayrı her şey ve herkes ölümlü ve geçici olduğuna göre, kalbi onlara değil Allah'a bağlamak gerektiği açıktır. Zira her insanın kalbi, "Batıp gidenleri sevmem.", "Faniyim, fani olanı istemem." diye haykırır. Her an ayrılma ihtimali bulunan, sonunda da kesinlikle ölecek olan birisine kalbini tümüyle bağlamak, sürekli acı çekmek demektir. Çoğu şarkı ve şiirde, âşıkların nasıl feryat ve şikayet ettiklerini biliriz. Oysa bu kadar güzel bir duygu, insana acı çektirmek için verilmiş olamaz. Olsa olsa, sevdiklerinde yansıyan, kusursuz ve ölümsüz bir zatı sevmek için verilmiş olsa gerektir.


Kişi bu aşamaları geçtiğinde ise Allah'ı, bir insanı sevdiğinden çok daha büyük bir aşkla sevmeye başlar. Kalbi titrer, uykusu kaçar, iştahı kesilir, gözü yaşarır, secdeden kalkmak istemez. Gerçek aşk da budur zaten. 


Aslında bu konuda yazılabilecek daha çok şey var ama, bazıları sakıncalı olabileceği için konuyu özet bir cümleyle bağlayalım: Aynada Güneş'i gören, aynayı sevebilir ama, asıl Güneş'e âşık olmalıdır.


ŞİMDİKİ AKLIM OLSAYDI


Klasik bir cümledir: "Şimdiki aklım olsaydı..." Öncesini bırakıp o cümleden devam edelim isterseniz:


-Şimdiki aklınız olsaydı, hayatınızı nasıl yaşardınız sizce?

-Anlatmak uzun sürer ama, daha iyi olurdu kesinlikle.

-Bence doğru cevap şu: Aynı hayatı yaşardınız.

-Ne ilgisi var? Katılmıyorum.

-Unutmayın ki, 'Şimdiki aklım' dediğiniz bilinç düzeyine, o yaşadıklarınızla geldiniz. Onları yaşamasaydınız, şimdiki aklınız olmazdı ki.

-Acaba?

-Değiştirmek istediğiniz günlere hayalen dönün isterseniz. O kritik dönemlerde, yine o günlerdeki aklınızla karar verecektiniz ve aynı tercihleri yapacaktınız. O tercihlerin hepsi sizindi zaten, başkasının değil.

-Öyle değil. Mesela istemediğim biriyle zorla evlendirdiler beni.

-Ne yaptılar ki ‘zorla’ evlendiniz?

-Çok baskı yaptılar. Onunla evlenmezsem beni evlâtlıktan reddedeceklerini bile söylediler.

-Demek ki iki şık arasında seçim yaptınız. Evlatlıktan reddedilme veya o kişi ile evlenme. Siz de ikinci şıkkı seçtiniz. Evlilik defterine imzayı siz attınız; değil mi?

-Evet.

-Yani sizin tercihinizdi.

-Keşke başka türlü davransaymışım.

-O zaman siz, siz olmazdınız ki. Başka biri olurdunuz. Hayat seyrinizde o dönemde tercihinizi öyle yaptınız. Şimdiki aklınıza varmanız için o yolu izlemeniz gerekiyordu yani. Hatta şöyle diyebilirim: Her şey olması gerektiği için olur ve yaşanması gerektiği için yaşanır. Pişmanlık hissi "keşke olmasaydı" diye değil, "bir daha olmasın" diye verilmiştir.

-Peki şimdi ne yapabilirim?

-Evet, doğru soru bu işte: "Şimdi ne yapabilirim?" Zaten geçmişteki tercihlerinize takılmanız, hem anlamsız, hem de faydasızdır. Zira zamanı geriye döndüremezsiniz. "Evet, hepsini ben yaptım. O günkü şartlar onu gerektiriyordu." deyip, esas bundan sonra ne yapacağınıza bakmalısınız.

Üstelik böyle geçmişte yaşayıp gereksiz hesaplaşmalar yapmak, "keşke…" diye hüzünlenmek, esas düşünmeniz gereken 'bugün ne yapabilirim' sorusunu ikinci plana atar ve enerjinizi boş yerde tüketir. Oysa bundan sonrası size bağlı. 'Şimdiki aklınız' da elinizde. Meydan sizin.

-Ama...

-Yoksa şimdiki aklınız, "Kendine acı. Hayata küs. Ömrünü şikâyet ederek geçir." mi diyor?

-...

 

HUZURA ERMENİN YOLU


Soru: Stresten kurtulmak ve huzura ermek için ne yapabiliriz?


Cevap: Bu genel soruya, Kur'an eczanesinden çok özet bir cevap verebiliriz. İnşirah (ferahlık) suresinin 7. ve 8. ayetleri okuyalım: “Boş kalınca hemen diğer bir işe sarıl. Ve sadece Rabbine yönelip dayan.”


İlk emir şuna işarettir ki: İnsan hareket ve mücadele için yaratılmış bir varlıktır ve ancak ciddi bir işle meşgul olduğunda enerjisini boşaltıp rahatlayabilir. Nitekim “Mutlu insan, mutlu olup olmadığını düşünecek vakti olmayan insandır.” denilmiştir. Zira ne kadar sağlıklı ve mutlu olsanız da, çalışmayı bırakıp kendinizle uğraşmaya başladığınız an, mutlaka bazı sorunlar, eksikler görür veya üretirsiniz. Gereksiz evham ve düşüncelerde boğulmaya başlarsınız. Oysa hedefi uğruna bir koşturmaca içinde olan kişinin, ufak şeylerle uğraşacak vakti olmaz.


Örneğin diyelim ki çarşıda amaçsızca, boş boş dolaşıyorsanız. “Bu adam omuzuma niye çarptı? Karşıdaki bana neden baktı? Bu çöp buraya neden atılmış?” vs. gibi düşüncelere kapılmanız mümkündür. Ama bir yere yetişmek için hızlıca yürüyorsanız, bu ayrıntıların hiçbiri dikkatinizi çekmez.


Meslek hayatımda şunu net biçimde gördüm ki, insanlar zorlu dönemlerde psikiyatrik hastalıklara pek yakalanmıyorlar. Tersine, zorluklar bitip rahata erdiklerinde bunalıma giriyorlar en çok. O yüzden de en fazla psikiyatrik rahatsızlık, boş oturan emeklilerde görülüyor. Yani "rahatta zahmet, zahmette rahat vardır" sözü önemli bir gerçeği ifade eder.


Ayetteki ikinci cümle olan “Ve sadece Rabbine yönelip dayan.” ise şuna işaret olsa gerektir ki: Dünyanın bunca karmaşık koşturmacaları, girift ilişkileri, insanın kalbini ve zihnini dağıtır. Her şeyden etkilenen ve her şeyi isteyen insan, neye el atacağını bilemez, neleri önceleyeceğini kestiremez, bir kaos içinde kalır. Üstelik yöneldiği ve bağlandığı her şey geçicidir ve eninde sonunda elinden çıkacaktır. Kaybedeceğini bile bile sevmek veya elinden çıkacağını bile bile sahiplenmek, onulmaz bir yaradır.


İşte bu haldeki bir insana huzur verecek olan, her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, her yerde hazır ve nâzır olan sonsuz bir varlığa yönelip, tevhiddeki huzuru bulmaktır. Sadece onun rızasını düşünmek, başkalarından beklentilerini sıfırlamaktır. Her yaptığını sadece onun rızası için yapmak, onu-bunu değil, sadece yaratıcısını memnun etmeyi hedeflemektir.


Zaten tek yaratıcı odur. Görünürde başkalarının eliyle gelen her şey aslında ondan gelir. Ondan başka istenmeye değecek biri yoktur. Ondan başka bize sonsuza dek eşlik edecek kimse de yoktur. Öyleyse ona teslim olmak, tüm kalbiyle ona yönelmek, sadece ona kul olmak lazımdır.


Ve her şeyi yaratan, istediği her şeyi “Ol!” demesiyle olduran birine kul olmak, onun emrinde yaşamak öyle bir mutluluktur ki, anlatılmaz, ancak yaşanır. 


25 Ekim 2023

ERGENLERİN GERGİNLİĞİ


15 yaş civarındaki çocuklara, yani ergenlere nasıl davranılacağı, anne-babaların en ciddi problemlerinden biridir. Gençleri anlamak (ya da anlamamak), dedelerimiz zamanında da sorundu, şimdi de sorun. Ergen olmak da zordur, ergen anne-babası olmak da. Zorlukları kolaylaştıran ise bilgi ve tecrübedir. Bu sorunlarla çok karşılaşmış bir uzmanın önerileri size de faydalı olur umarım.


Yeni bir erişkin geliyor


Psikolojik açıdan ergenlik çağı, çocukluk döneminde altyapısı belirlenmiş olan kişiliğin, toplumda nasıl bir rolle var olacağının belirlendiği dönemdir. Yani bu dönemde genç, erişkin bir birey olarak hayattaki konumunu belirlemeye başlar. Küçükken her şeyi ailesinden bekleyen, sürekli desteğe muhtaç olan çocuğun, kendi ayakları üstünde durup yolunu çizebilmesi de, zorlu bir değişim gerektirir. Artık vakit, yeni ve farklı bir bireyin meydana çıkma vaktidir. Ve anne-baba, çocuklarının kendilerinden daha iyi olmasını isterler tabii ki.


İyi ama, bu 'kendisinden daha iyi olma', nasıl olabilir? Eğer çocuk anne-babanın dizinin dibinde ve onların izinde yürürse, ancak onlar kadar iyi olabilir. Onları aşabilmesi için onlardan ayrılması, yeni yollar denemesi lazımdır. Bu sebeple gencin kendine has bir tarz bulması, değil şikayet etmek, istenmesi gereken bir şeydir. Zaten farklılıkları değil de benzerlikleri onaylamak, gelişmeyi öldürür.


İşte ergenlik çağı problemlerinin en önemli püf noktası budur. Ebeveyn, çocuğun hala o eski uslu, ebeveynin ağzına bakan halinin devamını ister ve değişime direnirse, bu dönem kolay atlatılamaz. Hatta yirmili yaşlara kadar gecikebilir. 25 yaşına gelmiş, hala dizinizin dibinde duran, her sorumluluğu size bırakan bir çocuğunuz olsun istemezsiniz herhalde.


Serseri olmasını istemiyorsak


Yirmili yaşlardan bahsedince, bir tespitimi sizlerle paylaşmak isterim. İlk-orta öğrenim yıllarında hayli uslu, terbiyeli gördüğüm bazı gençler, üniversiteye gittikten sonra büyük bir değişim geçiriyor, haylaz, sorumsuz ve aykırı bir çizgiye sapıyorlar. Bunun sebebi bence açık. Normalde ergenlik döneminde yaşanması gereken değişim, çoğu aile tarafından baskılanınca, birikmiş olan dürtü ve hevesler, üniversitedeki özgürlük ortamında aniden ve dengesiz biçimde patlıyor. O yaşa kadar 'uslu çocuk' konumunda olan gençler, yaydan boşanırcasına diğer uca savruluyorlar. İşte böyle dengesiz oynamalar olmasını istemiyorsak, değişime direnmek yerine, anlamaya ve yönlendirmeye gayret etmeliyiz. Madem ki eninde-sonunda özgür bir hayata yelken açacaklar, o özgürlüğü, bizim yanımızda oldukları dönemde de bir miktar yaşamalıdırlar yaşamalılar ki, sonra böyle aşırı tepkiler ortaya çıkmasın.


İpleri koparmayın


Canlılar aleminde ebeveyn-çocuk ilişkisinin ölüme dek devam ettiği tek canlı, insandır. Zira insan, yaratılış itibariyle acizdir, her zaman, her yaşta şefkate muhtaçtır. Düşünün, 60 yaşında bile olsa bir insan, ebeveyninin kendisini okşayıp sevmesinden hoşlanır. Bu yapıdaki insan, ebeveyni ile bağlarını tümüyle koparmak isteyebilir mi, ya da koparırsa mutlu olabilir mi? Bir genç, ebeveynini beğenmese veya onlara kızsa bile, için için onlardan tümüyle kopmak istemez.


Oysa bazı ailelerin tavırlarına bakınca, çocuğa sadece iki seçenek bırakıldığını görürüz: "Ya benim dediğim gibi olursun, ya da defolur gidersin." Bir üçüncü yol olmalı, değil mi? Eğer aradaki bağı biz zorlayıp çocuğun kopmasına yol açmazsak, bazı hatalar yapsa bile, sonunda bizimle bir uzlaşma noktası bulacaktır. Dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına gelecektir yani, eğer dükkanın kapısı kilitlenmemiş ise tabii.


Disiplini de bırakmayın


Evde anne-baba otoritesi de olmalıdır muhakkak. Ben genellikle "Gençlere daha fazla özgürlük verin." derim ama, bunun sebebi, bizim klasik toplum yapımızda hayli disiplinci bir yaklaşımın hakim olmasıdır. Ama önerdiğim şey kesinlikle bir başıboşluk, mutlak serbestlik değildir. Zaten böyle "ne isterse yapsın" boşvermişliği, aslında sorunlarla yüzleşmekten kaçmanın bir biçimidir. Anne-baba çocuğunu yetiştirme görevlerini yapacak, evde geçerli olan kuralları da koyacaktır tabii ki.


Madem ki genç hala kendi başına yaşayacak imkanlara sahip değildir, ebeveyninin desteğine muhtaçtır, o desteğin karşılığında kendisinden bazı beklentilerin olması da doğaldır. Ama bu kuralları koyarken de gencin fikrini almak ve onun da onayı ile kuralları netleştirmek daha doğru olur. Evde, kendisinin de fikrinin alındığı kuralları uygulamak, zorla dayatılmış kurallara uymaktan çok daha kolaydır zira.


Neden oluyor bu değişimler?


Ergenlik dönemindeki bu köklü değişimler, ilk etapta çocuğun vücudundaki hormonal değişikliklerle başlar. Ortalama 12 yaş civarında çocuğun hormon salgıları değişir. Bu değişim fiziksel dönüşümü tetikler, beyindeki davranış merkezlerini de etkileyerek köklü bir başkalaşmaya yol açar. Ve unutulmaması gerekir ki, bu değişimler anne-babadan önce, gencin kendisini huzursuz eder. Vücudunda ve duygularında olan değişim, en çok genci tedirgin eder. "Bana ne oluyor?" der, şaşırır. Ama genellikle bu değişimle kendi kendine başa çıkmak ister ve pek de hevesle yardım istemez. Bir yandan onun bu gururunu anlayışla karşılarken bir/diğer yandan da ona rehberlik yapmak, ebeveynin dikkat etmesi gereken hassas bir dengedir. 


Bu dönemin fiziksel değişimlerinin en belirgin biçimi, ‘cinsel uyanış’tır. 6-10 yaşlarında cinsellik konusuna son derecede ilgisiz olan çocuk, ergenlik dönemiyle birlikte cinsellikle ciddi biçimde ilgilenmeye başlar. Bu aşamada ebeveynin çocukları bilgilendirmesi gerekir. Bunu çocukları paylaşarak yapmaları, kız çocukları ile annenin, erkek çocukları ile de babanın daha fazla vakit geçirmesi önerilir. Babanın kızlarına, annenin de oğullarına karşı ise araya biraz mesafe koymalarında fayda vardır. Aksi takdirde oğlan çocuklarının "Koskoca adam oldum, ana kuzusu değilim artık. Annem üstüme düşmeyi bıraksın." diye isyan etmesi ya da kızların, babanın aşırı ilgi ve merakından huzursuz olması mümkündür.


Meğer babam süper değilmiş


Bu dönemin tipik özelliği, daha önceki bağımlı, uysal özelliklerin yerine isyankar ve başına buyruk bir yapının gelişmesidir demiştik. Bu bir anlamda çocuğun kendi başına ve kendi adına var olabilmek için kabuklarını kırması demektir. Ergenliğe kadar çocuk kendisini güçsüz, yardıma muhtaç olarak kabullenir, anne-babasını kendisini koruyan güçlü varlıklar olarak görür veya görmek ister. Hatta onları gözünde yüceltir. "Benim babam senin babanı döver." veya "Benim annem dünyanın en iyi annesidir." der.


Ama ergenlik döneminde bu abartılı makamlar geri alınır. Genç artık "Ben güçlüyüm, her şeyi biliyorum, yardıma muhtaç değilim." demeye başlar ve çocukluk döneminin süper kahramanları olan anne-babasını bu kez de acımasızca eleştirmeye başlar. Onların fikirlerini eskimiş bulur, tavsiyelerine tepki gösterir. Hatta bazen sırf onlara karşı çıkmış olmak için karşı çıkar. Anne-babasını reddetme derecesine gelir ve kendi yolunu çizmeye çalışır. Dediğimiz gibi, bu bir ölçüde olması gereken bir değişimdir de.


Eğer anne-baba bu tavırları kendilerine karşı bir başkaldırı gibi algılar ve aşırı tepki verirlerse, genç "Anlamıştım zaten böyle yetersiz olduğunuzu." diyecektir. Bu sebeple, anne-babanın gence "Ben de senin yaşındayken babam için böyle şeyler düşünürdüm. Seni anlıyorum. Zamanla yumuşar bu fikrin." deyip hoşgörmesi gerekir.


Bu hamura bir kalıp lazım


Bu dönemde henüz şekillenmemiş bir hamur gibi olan kişiliğe, bir kalıp lazımdır, yani 'idol' kişiler. Genç, kendisine taklit edilecek mükemmel (gördüğü) örnekler bulmak ister. Daha önceleri bu idoller anne-baba iken, artık aile dışından örnekler aranır. Bu bir öğretmen de olabilir, bir sporcu da, bir siyasetçi de. Genç onlara benzemeye çalışır. O yüzden bu dönemde gerçekten taklit edilmeye, örnek alınmaya değer, seçkin kişilerin, örneğin peygamberlerin, gence iyi tanıtılması elzemdir. Eroinman bir şarkıcıyı rol-model seçmesini istemezsiniz herhalde. Tabii bu tanıtımın aslında çok daha önce, çocuklukta yapılması gerektiğini, bu dönemdeki yönlendirmelerin, usulünce olmazsa ters tepebileceğini de unutmamak lazım.


Ayrıca bu dönemde genç kendisine bir de amaç, bir varoluş hedefi belirlemek ister. İşte bu noktada meslek seçimi devreye girer (ya da girmelidir). Dikkat ettiyseniz, çoğumuz kendimizi neredeyse sadece mesleğimizle tarif ederiz. Hal böyleyken, meslek seçiminin 18 yaşına, hatta sonrasına ertelenmesi, kişilik gelişiminin gecikmesine yol açar. Gelişmiş ülkelerde erken yaşlarda meslek seçiminin teşvik edilmesi ve eğitimin liseden itibaren branşlaşması boşuna değildir. Ben üniversitede okuduğu halde, hala ileride ne olacağına karar vermemiş bir çok genç tanıdım. Bu belirsizlik, benlik algısının oturmamasına yol açabilir. O yüzden gencin, 15 yaşlarında meslek seçimini yapmasında fayda vardır. Onunla bu konularda sohbet etmek ve yeteneklerine göre (ama zorlamadan, sadece tavsiyelerle) yönlendirmek çok faydalı olacaktır.


Sorumluluğa alıştırın


Bu dönemin bir anahtar kavramı da 'sorumluluk'tur. Ergenin, giderek daha çok sorumluluk alması, anne-babanın ise yavaş yavaş geriye çekilmeleri gerekir. Ama bazı ebeveynlerin bu değişimi zorlaştıran alışkanlıkları vardır. Sanki çocukları aptal ve beceriksizmiş gibi her işlerine karışan, çantasındaki eşyalara kadar müdahale eden anne-babalar çoktur, bilirsiniz. Peki bu şartlarda çocuğun yetenekleri, kişiliği nasıl gelişebilir, söyler misiniz? Lafa gelince övdüğümüz gençlere, örneğin kendi odalarında bile özerklik vermezsek, genç nasıl kendine güven kazanabilir ki?


Oda örneğini özellikle verdim. Bu dönem için önerilen basit ama etkili bir yöntem, 'özerk oda' uygulamasıdır. Yani, ergenlikten itibaren çocuğunuzun odasına karışmayın, odası onun özerk bölgesi olsun. Düzeni, temizliği onun sorumluluğunda olsun. 18 yaşından itibaren evlenip kendi ailesini kurma hakkını elde edecek bir gencin, o vakte kadar odasını idare etmesine bile izin vermemek, çok yanlış değil midir?


Ya da harçlık konusu: Giyim-kuşam, yemek vs. için ona ayırdığınız parayı, belirli bir haftalık olarak kendisine vermek ve kendi bütçesini yapmasını istemek de sorumluluğa alıştırmada etkili bir yöntemdir. Belirlenen harçlıktan bir kuruş bile fazla vermeyin, her istediğinde ekleme yapmayın, buna karşılık harçlığı nasıl kullanacağına da asla karışmayın. Çok güzel sonuçlar alırsınız, emin olun.


Ayrıca fatura ödeme gibi bazı ev işlerinin sorumluluğunu yavaş yavaş ona aktarmak da çocuğun kendine güven kazanmasında yardımcı olacaktır.


İyi örnek olun


Anne-baba arasındaki ilişki, ailenin temelidir. Eğer ebeveynler kendi ilişkilerinde sıkıntı yaşıyorlarsa, bu sıkıntının çocuklara da yansıması kaçınılmazdır. Faraza evde bir ebeveyn diğerini aşağılıyorsa, çocuklar başkalarına saygı gösterme konusunda ne öğrenebilir ki?


Zaten bir çocuğun ruhsal sorunları olduğunda biz önce aileyi inceleriz. Çocuk uzaydan gelmediğine göre, sorunları da ailedeki sorunların bir yansımasıdır tabii ki. Ve neredeyse genel bir kural olarak, terapi görüşmelerine 'önce çocuk girer ve çıkar; sonra anne-baba girer ve kalır.' Zira problemin kaynağı neredeyse her zaman anne-babadadır.


Tabii bu strateji ergenlerde biraz değiştiği için gence daha fazla vakit ayırırız. Bunun sebebi, artık gencin (çevredekiler değişmese bile) kendisini değiştirme yeteneğine sahip olmasıdır. Yoksa sorunların temel kaynağı yine ailededir. O yüzden deriz ki, iyi bir genç yetiştirebilmek için, önce anne-baba ilişkisinin sağlam olması gerekir.


Çocuklar duysun


Aile içi uyumdan bahsedince yeri geldi. Aile terapisine aldığım sorunlu çiftlerde en sık gördüğüm yanlış, aralarındaki sorunları çocuklardan saklamaya çalışmalarıdır. Oysa bu çaba anlamsız ve boşunadır. Çocuklar aptal değildir; ebeveynlerin arasındaki tatsızlığı bal gibi de hissederler. Tartışmalar sadece baş başa kalındığında yapılsa bile, aralarındaki gerginliği ve kopukluğu çocuk mutlaka fark eder. Eğer problemler onlara yeterince açık ve uygun bir dille anlatılmazsa, kafaları karışır, temel güven duyguları zedelenir. "Bir şeyler dönüyor ama, nedir anlamadım." demek ve kaynağı belirsiz bir gerginliğin ortasında yaşamak kadar, insanı rahatsız eden bir şey yoktur.


Düşünün, bir ortamda yanınızda oturan iki arkadaşınız arasında bir soğukluk var, bunu hissediyorsunuz ama sebebini bilmiyorsunuz. Ne kadar gerilirsiniz, değil mi? Hele ki bunlar anne-babanız olursa... Oysa sorunu yeterince bilirseniz, en azından olup biteni anlamanın rahatlığını hissedersiniz. Zaten hiç bir problem dünyanın sonu değildir, ama tüm problemler dünyanın gerçeğidir. Gencin bunlarla uygun dozda yüzleşmesi, onun hayatında karşılaşacağı sorunlara hazırlıklı olmasını ve başa çıkma yeteneğini arttırır.


Hem unutmayın ki, biz kendi sorunlarımızı çocuğumuzdan saklarsak, onun da kendi sorunlarını bizden saklamasına sebep oluruz. Mantık aynıdır zira: "Üzülmesin diye anlatmıyorum." O yüzden, meşhur "çocuklar duymasın" sözünün zıddına, aile içi sorunları "çocuklar duysun" diyorum.


İnsanlar konuşa konuşa anlaşır


Tüm aile üyelerine, duygu ve düşüncelerini ifade etme fırsatı verilmelidir. Hatta bunun için belli sıklıkla aile toplantıları düzenlemek çok güzel bir yoldur. Eğer gencin fikirlerini dinlemez ya da ters tepkilerle susturursak, iletişim kapısını kapatmış oluruz. Ve artık o kapının ardında hangi dünyaların kurulduğunu anlamak mümkün olmaz.


Aslında karşıdakini anlama konusunda, anne-baba çocuğuna göre çok daha avantajlıdır. Zira ergenler henüz erişkin olmadılar ama, anne-baba bir zamanlar ergen olmuştu. Geçmişteki tecrübelerini hatırlayıp çocuğunu anlamaya çalışmak, ebeveynin yapacağı en doğru şey olacaktır. "Ben onun yaşlarında iken, buna benzer neler yaşamıştım?" diye zihnini tarayan her ebeveyn, çocuğunu anlamasına yardım edecek ipuçlarını bulacaktır. Hele bu hatıralarımızı çocuğunuzla paylaşırsanız, "O da benzer şeyler yaşamış. Demek ki beni anlayabilir." diye düşünür ve paylaşma hevesi artar. Bunu deneyin mutlaka.


Değer yargılarınızı aktarın


İnsanların davranışlarını belirleyen şey, değer yargılarıdır. Sağlam bir hayat görüşü yerleşmeden, doğru davranışlar edinilemez. Gençlerin davranışlarının istediğimiz yönde olmasını istiyorsak, önce onların hayat görüşlerinin doğru yönde gelişmesini sağlamalıyız. Oysa bu nokta çokça gözden kaçırılıyor. "Onu yapma, bunu yap. O yanlıştır, bu doğru." demekle yetiniliyor çoğu kez. Peki neden? Neden gencin saatlerce ders çalışması ve üniversite kazanması lazımdır? Neden gece geç gelmemesi gerekir? Neden sosyal medya sohbetlerinden kaçınmalıdır? Bunlar açıklanmaz genellikle. Sadece kestirme cevaplar ve emirler verilir.


Oysa konulan kuralların içindeki mantık doğru biçimde anlatılsa, çocuk anlayabilir. Çocuğunuzun zeka özürlü olduğunu düşünmüyorsunuz, değil mi? Yoksa kendi değer yargılarınıza mı güvenmiyorsunuz? Belki de siz de o kuralları ezbere öğrendiniz ve aslında doğru değiller? Ha, eğer değerlerinize güveniyorsanız, o zaman buyurun münazara meydanına. Gençler biraz isyankardır evet, ama ne aptaldırlar ne de şeytan. Doğru anlatın, mutlaka anlarlar.


Nitekim rabbimiz de Kur'an'da emir ve yasaklarını bildirirken, hikmetleri ile birlikte açıklar daima. "Hikmetini sormayın. Siz anlamazsınız. Emrettiklerimi yapın, yeter." demez. Önce akla kapı açarak, temel mantığı izah eder, emir ve yasakları hikmetleriyle birlikte açıklar, sonra da insanı özgür seçimi ile baş başa bırakır. Ayrıca her hatada hemen ceza vermez, sabırla düzelmesini bekler. Bazen ikaz edip uyarır, ama tövbe kapısını da kapatmaz. Bizim de böyle yapmamız gerekmez mi?


Çok önemli bir püf noktası


Bu bahsi en sona bıraktım. Zira çok sıklıkla düşülen büyük bir hatayı vurgulamak istiyorum: Çocuklar ergenliğe kadar eğitilir, sonrasında sadece yönlendirilirler. Çocukken serbest bırakıp ergenlik sonrası eğitim vermeye çalışmak ise etki etmez, hatta ters tepebilir.

Çocuklar ergenliğe kadar eğitilir, sonrasında sadece yönlendirilirler. Çocukken serbest bırakıp ergenlik sonrası eğitim vermeye çalışmak ise etki etmez, hatta ters tepebilir.

Çocuklar ergenliğe kadar eğitilir, sonrasında sadece yönlendirilirler. Çocukken serbest bırakıp ergenlik sonrası eğitim vermeye çalışmak ise etki etmez, hatta ters tepebilir.

Yanlışlık yok. Bilerek 3 kez yazdım. Akılda kalsın diye.


Ergenlere hiç karışmayın demiyorum tabii. Ama örneğin bir arkadaşınızın iyiliği için ne yapıyorsanız, bu dönemde onlar için de öyle yapın. Zaten ergen, dinen ayrı bir bireydir. Hayatına despotça karışmanız hatadır. Dostça fikir ve tavsiye verir, istediğinde de yardım edersiniz, o kadar.


*


Özetlersek:


Ergenlik çağındaki çalkantılar doğaldır ve hatta zorunlu değişimlerdir. Bunları anlamamak, ya da engellemeye çalışmak da hatadır, tamamen boş verip sadece izlemek de. Kendi ergenlik dönemimizi de hatırlayıp çocuğumuza rehberlik yapmamız gerekir.


Bunun için de,

1-Onu sevdiğimizi ve anladığımızı hissettirmemiz,

2-Kendisini ifade edebileceği bir ortam oluşturmamız,

3-Örnek alabileceği ideal insanlar, yıldız kişiler göstermemiz,

4-Bilgi ve tecrübelerimizi, değer yargılarımızı aktarmamız,

5-Ve sonuçta seçeceği yola saygı göstermemiz, onun artık ayrı ve bağımsız bir birey olduğunu kabullenmemiz gerekir.


KORKUTMA TERAPİSİ


Geçenlerde Bediüzzaman’ın ‘İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi’ adlı eserini okurken, bir cümle dikkatimi çekti: Günümüzün ifadesiyle: “Öyle bir deliliğim var ki, askeri mahkeme bile korkutarak tedavi edemedi.”


Bediüzzaman'ın eserlerinde bazı ilimlerin püf noktalarına dair işaretler olduğunu birkaç kez görmüştüm. Bir psikiyatrist olduğum için de, akıl hastalıklarının tedavisinden bahseden bu ifade ilgimi çekti. Açıktı ki, bu cümlede Bediüzzaman, 'delilik' olarak nitelenen ağır akıl hastalıklarının korkutma ile tedavi edilebileceğini ima ediyordu.


O an aklıma, ortaçağda Avrupa'da akıl hastalarına işkence yapıldığına dair rivayetler geldi. Bugünden o zamana bakıp, “Ne kadar yanlış yapmışlar. İnsanlık dışı bir yöntem.” demek, en kolayı muhakkak. Ama biraz düşününce, olayın ilk anda göründüğü gibi olmadığı anlaşılabilir.


Neden akıl hastalarına, onları korkutmaya yönelik uygulamalar yapıyorlardı, biraz düşünelim. Klasik cevap, “İçlerindeki kötü ruhları çıkarmak için.” şeklindedir. İyi de, o orta çağ denilen 'garip' çağda, kötü ruhlar tarafından ele geçirildiği düşünülen on binlerce kişiyi çıra gibi yakanlar, akıl hastalarını neden yakmamışlar da, masrafa girip, hastaneler yapıp, işkence aletleri kurup, korkutarak tedavi etmeye çalışmışlar? Bu çok mantıksız değil mi? Bunu yapanların hepsi de aptal, sadist veya sapık mıydı? Hem eğer bu yöntem hiç bir işe yaramamış olsa, bunu yüzyıllarca devam ettirirler miydi? Yoksa gerçekten amaçları o hastaları tedavi etmekti de, ‘korkutma’nın akıl hastalıklarına iyi gelen bir tarafı mı vardı?


Tabii araya bir not daha eklemem gerek. Bu ifadelerden, işkenceyi hoş gördüğüm anlamı çıkaranlara, hakkımı helal etmem. Anlatmaya çalıştığım, saçma ve vahşi görünse dahi, her yaygın uygulamanın bir gerçeklik payı olduğundan hareketle, bazı ipuçları bulmaya çalışmaktır, o kadar.


Konuya dönersek: 'Korkutma'nın akıl hastalıklarına etkisinden bahsedince aklıma, 1999 İzmit depremi sonrasındaki tecrübelerim geldi. O feci olay sonrasında çoğu psikiyatrist arkadaş gibi ben de “Eyvah, akıl hastaları bu olaydan sonra herhalde iyice bozulurlar.” diye düşünmüştüm. Oysa tam tersi olmuştu. Çoğu hasta deprem sonrasında çok belirgin bir düzelme göstermişti. O dönemde şaşkınlıkla sorduğum “Nasıl olur?” sorusu, aklımın bir köşesinde kalmıştı hep.


Şimdi anlıyorum ki, muhtemel sebebi şuydu: Daha önce hayali düşmanlarla uğraşan, gerçek dışı hezeyanlarla meşgul olan zihinler, somut bir tehditle, göz önündeki açık zorluklarla karşılaşınca, hayal dünyasından gerçeğe dönmüşlerdi. “Bir deprem daha olursa evim yıkılır mı?” şeklindeki somut korku, “Uzaylılar bana mesaj mı yolluyor?” hayalinin önüne geçmişti. Yani açık, net ve yakın olan düşman ve korkular, hayali düşman ve korkuları perdelemiş, onları ikinci plana atmıştı.


Psikiyatri servis çalışmalarımda, buna benzer birkaç gözlemim daha oldu. Hayali düşmanlara yönelik hezeyanlarla yatırılmış hastalar, servisteki bir başka hasta ile bir sebepten ciddi bir sürtüşme içine girdikleri, tehditler aldıkları zaman, hezeyanlarında hafifleme olurdu. Tam olarak "çivi çiviyi söker" denilen mekanizma. "Biraz tehlike, beni sakinleştiriyor." cümlesini, Yalom boşuna yazmamıştı yani.


İşte burada Kur'an hakkında çok sorulan bir sorunun cevabı belirdi zihnimde. Hep derler ya: “Neden Allah Kur'an’da insanları çokça korkutup Cehennem'le tehdit ediyor?” Bunun bir cevabı da şu olsa gerekti ki: İnsanları hayali ve anlamsız korkulardan kurtarmak için.


Zira insanın ruhunda korku damarı yaratılıştan var. Her insan mutlaka bir şeyden korkar. Hiç olmazsa, korkmaktan korkar. Öyleyse bu korku damarını doğru yere yönlendirmek gerekir ki, anlamsız konularda harcanmasın. Örneğin kötü arzularına uymaktan, hesap gününde mahcup düşmekten, sonunda da Cehennem azabından korkan (ama hakkıyla korkan) bir kişinin, “Beynime çip takıldı. Uzaylılar beni öldürecek.” türünden anlamsız korkulara enerjisi kalmaz tabii ki. Yani diyebiliriz ki, rabbimiz bizi Kur'an’da tehdit edip korkutuyor ki, asıl korkulması gerekenlerden korkalım, anlamsız hayallerden değil.


Elbette burada bahsettiğimiz etki, korkunun veriliş hikmetlerinden sadece birisidir. Esas hikmeti ise bilinen bir benzetmeyle anlatılır: Nasıl ki bir anne, kendisinden riskli biçimde uzaklaşan çocuğunu, “havhav geliyor” diyerek korkutup kucağına çağırır, aynen öyle de, rabbimiz de bizi korkutarak kendi şefkatine sığınmaya teşvik ediyor. Aynı zamanda da, korku damarını anlamsız yerlerde değil, uygun yerlerde kullanmaya sevk ediyor.


Öyleyse, Kur'an’daki korkutma ayetleri sayısınca Allah’a hamd olsun.


PARANOİD MİYİZ?


Tıpkı insanlar gibi, milletlerin de kendilerine göre kişiliklere sahip oldukları, öteden beri dile getirilir. Mesela Amerikan toplumu 'borderline, histrionik ve narsisistik' olarak tanımlanır. Yani kimlik karmaşası içinde, gösterişe önem veren, yüzeysel, bencil, yeniliklere açık ve özgürlükçü. Bizim toplumumuz için de bir hocamız, 'bağımlı ve epey paranoid' şeklinde tarif yapmıştı. Şu kitaplara bir bakalım da, paranoid kişilik nasılmış ve bize uyuyor muymuş, beraber değerlendirelim.

Deniliyor ki: "Paranoid kişilikte olanlar kendilerine güvenirler ama diğer insanlara güvenmezler. Sürekli çevreden tehdit beklerler. Bu yüzden samimi dostları azdır. Ama o samimi dostları içindeyken de, biriktirdikleri duygular yoğun biçimde açığa çıkar. Tutkulu aşıklar olurlar ama aşırı kıskançtırlar. Biraz gergindirler, çabuk öfkelenirler. Tartışmayı ve rekabeti severler. Şakayı ise (hele kendilerine yapıldığında) hiç sevmez, ciddi olmakla övünürler. Çevrede olup-biten olaylar arasında ilişkiler kurar, komplo teorileri kurarlar. Bazen de hatalı yargılara varır, hezeyan bile üretebilirler. Fikirlerinden kolay kolay vazgeçmezler. Eğer bu özellikler dozunda ve yerinde kullanılırsa, inatçı, cesur ve meraklı yapıları ile başarıya ulaşabilirler. Ama ölçüyü kaçırırlarsa, yoğun ve karmaşık düşüncelerden kurtulabilmek için alkol ve uyuşturucuya yönelebilirler."

Toplumumuza uyuyor sanki. Gerçekten de bizde kimseye güvenmeme, herkesten tehdit bekleme özelliği çok bariz.

Geçenlerde bir karikatür dikkatimi çekmişti.
Çocuk okuldan gelmiş, annesine öğrendiklerini anlatıyor:
-Anneciğim, bugün derste, 'bizim bizden başka dostumuz olmadığını' öğrendik.
-Başka yavrum?
-Bir de 'en büyük düşmanımızın da kendi içimizde olduğunu'.

Mantığa bakar mısınız? 'Tüm komşularımız bize düşman. En büyük düşman ise içimizde.' Mantık dedim, özür.

Kıskançlık da toplum olarak tipik bir özelliğimiz zaten. Kıskanç oluşumuzla övünürüz hatta. Bu da uyuyor, başka?

Örneğin ülkemizde birbirini seven iki komşu şehir yok gibidir. Urfa ile Antep birbirine ters bakarlar, Sivas'la Kayseri kavgalıdır, Gümüşhane'yle Bayburt zıttır vs. Bu da paranoid kişiliğin bir özelliği.

"Kimseye güvenip açılmazlar" denilmişti. Yabancılara kendimizi anlatamayışımız, bunun izdüşümü olabilir mi acaba?

Komplo teorileri üretmekte ise üzerimize yok zaten. "Dış güçler bizi kıskanıyor ve haince tuzaklarla kuyumuzu kazmaya çalışıyor." "Bizdeki depremler yabancılar tarafından tetikleniyor." Örnekler çok.

Bu gerginliğe dayanamayıp stresimizi atmak için dünyanın en fazla içki ve sigara tüketen, uyuşturucu kullanımının da en hızlı arttığı ülkesi olmamız da biliniyor. (Yoksa bilmiyor muydunuz?)

Velhasıl paranoid kişilik, toplumumuza hayli uyuyor gibi.

Peki nasıl oluşuyor bu kişilik, onu da okuyalım: "Öz vatanından uzağa göç edenlerde bu tip özellikler sıklıkla ve kısmen de doğal olarak gelişebilir." Gerçekten de tarih boyunca çoğu kavim fazla yer değiştirmemiş. Çinliler, Araplar, Almanlar, Yunanlılar asırlardır hemen aynı topraklarda yaşıyorlar. Ama biz uzun bir göç sonrası Orta Asya'dan gelip tanımadığımız topraklara yerleşmişiz. Sonra da çevremizdeki herkesten kuşkulanır olmuşuz tabii. "Acaba bizi buradan atmaya çalışırlar mı?" Bu durumda biraz şüpheci olmamız normal sayılır.

Başka ne sebep varmış, bakalım: "Kişinin çocukluk çağında ailesi, anne-babası ile mesafeli ve zıt bir ilişki içinde olması da bu kişiliğe zemin hazırlayabilir." Zira zihinde şöyle bir fikir oluşur: "Babama bile güvenmiyorsam, kime güveneceğim ki bu dünyada?" Bu da uydu sanki. Bu ülke, atası olan Osmanlı'yı reddetmekle, hatta Osmanlı düşmanlığı ile yoğrulmadı mı onlarca yıl? Aslımızı bile inkar edip, hatta ona düşman olunca, diğerleri haydi haydi şüpheli sınıfına girer zaten.

Peki, nasıl toparlanabilir bu kişilik yapısı, ona da bakalım: "Normalde bu kişilikte olanlar, hatalarını kabullenmez, fikirlerini telkin veya özeleştiri ile değiştirmezler. Ama ciddi bir kriz yaşadıklarında veya depresyona girdiklerinde, özeleştiri ve değişim mümkün olabilir." Eyvah eyvah! Mutlaka ciddi bir kriz veya bela mı gerekiyor?

"Bu değişimin bir yolu, aileye, özellikle ebeveyne yakınlaşmak, onları anlamaya çalışmak, ortak noktaları bulmaktır." Yani Osmanlı'yı anlamamız ve kabullenmemiz gerekecek. 

"Bir yöntem de kişinin en çok rahatsız olduğu, sevmediği kişilerin üstüne giderek, onlarla diyalog kurması ve onların 'kendi zannettiği gibi' olmadıklarını görmesidir." Yani zıt fikirdeki insanlarla diyaloğa girmemiz şart. Yapabilir miyiz acaba?

Belki de bu özellikleri değiştirmeye çalışmak yerine doğru yönde kullanmayı başarsak daha uygun olabilir. Zaten asırlarca bu millet, inatçı, gergin ve kavgacı tavrı sayesinde dünyaya meydan okuyup İslam'ın bayraktarlığını yapmamış mı? 

Rabbim işini biliyor.

9 Ekim 2023

ÇEŞİTLEME

(Psikoterapi esnasında kullandığım fıkra, film vb. örnekler)


BİR FIKRA:

Nasrettin Hoca bir gün, çocuğuyla komşu köyün pazarına gider. Kendisi eşeğin sırtında, çocuğu yürür vaziyette yola koyulurlar. 

Görenler "Yazık zavallı çocuğa, niye yürütüyorsun zavallıyı?" derler. 

Hoca hak verir, hayvandan iner, çocuğu bindirir, kendisi yayan gider. 

Görenler bu sefer derler: "Büyüğe saygı kalmadı. Çocuk eşeğin tepesinde, koca ihtiyar yürüyor". 

Hoca onlara da hak verir, bu kez ikisi beraber binerler hayvana. 

Görenler buna da kulp takar: "Acıyın yahu, ikiniz birden binmişsiniz zavallının tepesine, yazıktır hayvana." 

Hoca "o da doğru" der. İkisi de inerler ve eşeğin yanında yayan giderler. 

Bu sefer de görenler "Madem hayvana binmeyecektiniz, niye yanınıza aldınız?" deyince Hocanın tepesi atar: "Hiçbirini beğendiremedik, herhalde böyle olması gerekiyor" deyip eşeği sırtlanır.

Hisse: Herkesin her dediğiyle hareket edilmez. Ne yaparsanız yapın, herkesi memnun edemezsiniz. Siz kendi tarzınızı seçin, o yolda gidin. Beğenen beğenir, beğenmeyen de olur mutlaka. Canları sağ olsun. Herkesin her dediğini yaparsanız, tam tersine, hiç kimseye yaranamazsınız.


BİR KARİKATÜR:

Fazlasıyla temiz giyinmiş, kravatlı, takım elbiseli, saçları özenle taranmış, 'hanım evladı' tipli bir genç görürüz. Az ileriden onu seyreden hippi kılıklı gençler aralarında konuşurlar: "Tipe bak, sanki Osmanlı tarihi müzesinde konu mankeni. Bunu bizim partiye götürsek kızlar ne kafa bulurlar bununla? Kah, kah, kah!" Ve davet ederler. Genç bu teklifi, biraz mahcup, kabul eder. 

Son kare: Partideki kızlar bu ilginç gence bayılmışlardır. O da kendini kaptırmış, Dede Efendi'den, tezhip sanatından, Osmanlı mimarisinden bahsetmektedir. Herkes onunla ilgilenmektedir ve onu çağıran gençler de fena halde bozum olmuşlardır.

Hisse: Ne kadar aykırı da olsanız, önce kendiniz olun. Eğer belli bir çizginiz varsa ve onu samimi olarak yaşıyorsanız, çevrenizdekiler en azından size saygı duyacaklardır.

Tersi olsaydı, yani eğer o genç, "partide bu halim garip kaçar, onlara benzemeliyim" deyip diğer gençler gibi giyinse ve çılgın danslar yapmaya çalışsaydı, beceremeyip yüzüne gözüne bulaştırır ve esas o zaman rezil olurdu. 

Karikatürün gerçekçi sonu ise şöyle olmak gerektir: Partidekilerin çoğu bir süre sonra o gençten sıkılacaktır muhtemelen. Ama sonuçta yanında, benzer zevkleri paylaşan birkaç yeni ve gerçek dost kalacaktır. Yolu olanın yoldaşı da olur.


BİR SORU:

Yalnızlığı sevmesi, toplumdan uzak durmasıyla meşhur sahabe Hz. Ebu Zer'e Peygamberimiz nasıl davrandı?

a) "Yapma Ebu Zer, böyle davranman doğru değil, kendini zorla, kalabalığa karış, sosyal ol biraz. Bu halin garip kaçıyor" diyerek baskı mı yaptı?

b) "Böylesi bize yaramaz, ne halin varsa gör, sen adam olmazsın" deyip ilgisiz mi davrandı?

c) Onun kişiliğini olduğu gibi kabullenip, o yönüyle de hizmet edebilmesi için yol göstererek yardımcı mı oldu? 

Doğru cevap tabii ki c şıkkıdır.

Bundan hisse alması gerekenler, özellikle çocuklarının girişken, konuşkan, sosyal vs. olması için baskı yapan, sonuç alamayınca da çocuğun kişiliğini eleştirip aşağılayan ailelerdir. Unutmayalım ki herkes sosyal ve girişken olmaya, topluma karışmaya zorlansaydı, yalnızlıkta derinleşmiş nice bilim adamı, filozof, sanatçı ve maneviyat büyüğü, sıradan insanlar olarak kalırlardı.


BİRAZ BİYOLOJİ BİLGİSİ:

Çoğu kuş türlerinde yavrular belli bir olgunluğa ulaştığında ailede bir sürtüşme belirir. Anne, hal diliyle "Artık uçabilirsin. Haydi uç, git, rızkını kendin bul." der. Yavru ise buna direnir: "Hayır, ben uçamam, korkuyorum." Aslında bu biraz da "Burada keyfim yerinde. Yuvada oturup ağzımı açıp hazır yemek, daha kolayıma geliyor" demektir. Anne ise kuru gürültüye pabuç bırakmaz ve uçabilecek olgunlukta gördüğü yavruyu yuvadan aşağı iter. Düşmeye başlayan yavru can havliyle kanat çırpar ve... Tabii ki uçar.

Hisse: Sorumluluk almadan yetişmiş, bağımlı bir kişilik geliştirmiş, sürekli yakınan ve basit şeyler için bile yardım isteyen insanları gördüğünüzde, bu örneği hatırlayın ve hatırlatın, ilk anda hoşlarına gitmese de.


BİR FIKRA DAHA:

Kaplumbağa ailesi pikniğe gitmeye karar verirler. Toparlanmaları iki gün sürer. Yola çıkarlar. Dört günde piknik yerine varırlar. Bir günde de sofra kurulur. Ama o da ne? Tuz almayı unutmuşlardır. Anne, küçük kaplumbağaya "Haydi yavrum, hemen eve git, tuzluğu kap, gel" der. Yavru kaplumbağa itiraz eder. "Gitmem. Siz beni beklemeden yemeğe oturursunuz." Ailecek dil dökerler: "Yok yavrum, biz seni bekleriz. Koşarak gitsen bir haftada dönersin. Haydi lütfen." Yavru kaplumbağa isteksizce yola çıkar. Aile onun dönüşünü beklemeye başlar. Üç gün geçer, beş gün geçer, yedi gün geçer, gelen yok. Onuncu gün baba, "Artık dayanamayacağım, çok acıktım, yemeye başlıyorum" der demez, çalıların arkasından küçük kaplumbağa fırlar, "Biliyordum beni beklemeyeceğinizi. O yüzden de gitmedim, burada sizi gözledim." der.

Hisse: Bir şeyin kötü gideceğine inanırsanız (ve o yönde çabalarsanız) gerçekten de kötü gider.


BİR SORU DAHA:

Peygamberimiz kendisine ilk kez vahiy geldiğinde nasıl davrandı?

a) Hemen yüksek bir yere çıkıp, "Dinleyin ey ahali, bana vahiy geldi" mi dedi?

b) Bu olayı kimseyle paylaşmayıp bir sır olarak kendine mi sakladı?

c) Yaşadığı olayı önce eşiyle paylaşıp sonra bilgili birisine danıştıktan sonra, vahiy olduğuna kanaat getirip, güvendiği kişilerden başlayarak yavaş yavaş tebliğ mi etti?

Doğru cevap tabii ki c şıkkıdır.

Hisse: His, algı ve fikirlerimizi, tartmadan, danışmadan, test etmeden doğru kabul etmek ve olur-olmaz herkese anlatmak da yanlıştır, hiç kimseye açmayıp, paylaşmayıp kendimize saklamak da.


BİR BAŞKA FIKRA:

Adamın biri arabasıyla otoyolda gidiyormuş. Radyodan polis anonsu duyulmuş: "Dikkat, dikkat! Otoyolda bir araç ters yönde gitmektedir!" Bizimki kızmış: "Hangi biri, hangi biri? Hepsi ters yönden geliyor!"

Bu fıkra hep başkalarını suçlayan, "herkes benimle uğraşıyor, bana zıt gidiyor" diyen paranoid özellikli insanlara anlatılabilir. Ama fayda vereceği şüphelidir.


BİR FIKRA DAHA:

Bir sadistle bir mazohist yolda karşılaşmışlar. Mazohist demiş: "İşte benimki geliyor, hadi döv beni, canımı acıt!" Sadist sırıtmış: "Yapmayacağım işte!"

Bu fıkra kişilik testi olarak anlatılabilir. Sadist veya mazohist meyilleri olan insanlar, bu fıkraya çok daha fazla gülerler. Çünkü herkes, kendisine benzeyenden zevk alır.

Dikkat: Sadizm ve mazohizm zıt gibi görünmekle beraber, genellikle aynı kişide değişik derecelerde bir arada bulunurlar.


BİR FİLM:

Woody Allen'in "Hanna ve kız kardeşleri" filminde filmin kahramanı 'mükemmel kadın' Hanna, kocası tarafından aldatılmaktadır. Woody Allen, arkadaşı olan aldatan kocaya sorar: "Hanna harika bir kadın, mükemmel bir anne, ideal bir eş. Neden onu aldatıyorsun?" Koca cevap verir: "Hanna o kadar mükemmel bir kadın ki, bana ihtiyacı yok."

Hisse: Yorum sizin.


BİR KARİKATÜR:

1.kare: Genç kız hayal kurmaktadır. Kanatlı bir prens gelecek. Onu alıp uçuracak. Çok güzel yerlere götürecek. Sonra evlenip mutlu olacaklar.

2.kare: Gerçekten de yakışıklı, kanatlı bir prens uçarak gelir ve genç kızı kucaklayıp göklere doğru yükseltir. 

3.kare: Beraber uçarak gezerler, harika yerler görürler, birbirlerine aşık olurlar.

4. ve son kare: Bir evin salonunda, kanepede, ikisi yan yana oturmaktadır. Kız çok mutludur ama delikanlı hayli hüzünlüdür. Çünkü kanatları koparılıp duvara asılmıştır.

Gerçek son kare, çizilmemiş 5. karedir. Kız "sen evlendiğimizde böyle değildin, artık beni sevmiyorsun." diye bağırmakta, adam da öfkeyle ona karşılık vermektedir. "Sadece benim olsun" diye kanatları kopartılan prensin, kısa süre sonra enerjisi, coşkusu ve sevgisi bitmiştir.


İYİLİK DOĞUŞTAN MIDIR?


İnsanın iyi-kötü gibi ahlâkî değerlere doğuştan mı sahip olduğu, yoksa bunları zamanla mı öğrendiği, üzerinde çok tartışılmış bir konudur. 2000’lerin başında Yale Üniversitesi’nde yapılan bir dizi araştırma, bu konuda çok çarpıcı sonuçlar vermiştir. Üstelik bu araştırmalar, en fazla 5 aylık olan bebekler üzerinde yapılmıştır; yani tümüyle saf ve 'bozulmamış' dönemde. Sonuçları kısaca aktaralım:


Deneylerden birinde, bebeklere kuklaların rol aldığı oyunlar izletilir. İlk bölümde A kuklası bir başka kuklaya yardım eder. Sonra da B kuklası bu yardımı engeller. Oyunun ardından, bebeğe A ve B kuklaları sunulur ve hangisini seçtiğine bakılır. İlginç biçimde, daha 5 aylık bebeklerin hemen tamamı, iyilik yapan A kuklasını seçerler. Yani 5 aylık bir bebek bile, iyi ile kötüyü ayırabilmekte ve iyiden yana olmaktadır. Bu da iyiliğin, doğuştan gelen bir özellik olduğuna işaret eder.


Sonraki bölümde A ve C kuklaları top oynarlar. Bu esnada A kuklası topu alıp kaçar. Yani hırsızlık gibi kötü bir davranış sergiler. Üstelik bu kukla, bir önceki oyunda ‘iyi’ olan ve bebeklerin de seçtiği kukladır. Ve görülür ki, daha önceden sevilip seçilen A kuklası, hırsızlık gibi kötü bir davranış yaptığında, bebekler artık o kuklayı istemezler. Hem de %81 gibi büyük bir oranla diğer kuklayı seçerler. Yani bebekler, daha önce sevmiş olsalar bile, yanlış yapanı cezalandırmakta, adalet istemektedirler. Demek ki adalet duygusu ve suçluyu cezalandırma yönelimi de insan ruhunda doğuştan vardır.


Peki insan doğuştan iyi ve adaletli ise, kötü davranışlar ve zulümler nasıl gelişir? İşte takip eden deneylerde, bu sorulara dair ipuçları elde edilmiştir. 


Sıradaki deneyde önce bebeklere iki yiyecek sunulur (mesela mısır gevreği ve bisküvi) ve bebeğin hangisini sevdiği belirlenir. Ardından bir kukla gösterisinde, iki kuklaya aynı gıdalar sunulur ve kuklalar da yiyecekleri seçerler. Ardından bu kuklalar bebeklere gösterilir. Ve bebekler, başka hiç bir ayırıcı sebep yokken, kendi sevdikleri gıdayı seçen kuklayı tercih ederler. Örneğin bisküvi seven bebek, yine bisküviyi tercih eden kuklayı alır. Yani kendine benzeyene yakınlık duymak da doğal bir yönelimdir.


Son aşama ise çok ilginç sonuçlar verir. Bu deneyde yiyecek seçimi yapmış olan kuklalara, anlattığımız iyi kukla-kötü kukla oyunu tekrar oynatılır. Ve bebekler bu kez iyi kuklayı değil, sevdikleri yiyeceği tercih eden kuklayı seçerler; kötü bir davranışta bulunsa bile. Hem de %87 gibi ezici bir oranda. Yani bebekler, kötü bile olsa, ortak zevkleri olan kuklayı tercih etmektedirler. Kendi tarzlarına uymayan, farklı beğenileri olan kuklalara haksızlık yapılmasını önemsemedikleri görülmüştür.


Tüm bu deneylerden anlaşılan şudur: İnsanlar daha doğuştan, iyiliğe, adalete yatkın olmakla beraber, yine doğal bir yönelimle, kendilerinden farklı gördükleri kişilere karşı umursamaz davranmakta, kendilerine benzeyen kişilere ise, haksızlıkları önemsemeyecek derecede destek çıkabilmektedirler. Yani kendisi gibi olanı mükafatlandırma, farklı olanı ise dışlama eğilimi, doğal bir özelliktir. İşte bu son yönelim, dünyada gördüğümüz tüm adaletsizlikleri ve zulümleri açıklamaktadır. Hatta bazıları bu yönelimi, insanın doğuştan getirdiği ‘karanlık yön’ olarak isimlendirmiştir.


Ancak her işini hikmetle yapan yaratıcının, insana bu doğal yönelimi vermesinin, ne boşuna, ne de ‘karanlık’ olduğunu düşünmüyoruz. Olsa olsa bu yönelim, insanın kendine benzer kişilerle ortak hareket etmesi, böylece yardımlaşarak uyumlu bir sosyal gurup oluşturması için verilmiş olsa gerektir. Kendine benzeyeni sevip biraz da kayırmak, toplum hayatının olmazsa olmazıdır zaten. Bu yönelimin haksızlık ve zulme yol açmasını nasıl önleriz, bunun üzerinde düşünmek, daha doğru olacaktır.


Bunun yolu ise gayet açıktır: Farklı görülen insanlarla aslında nice ortak paydamız olduğunu vurgulamak, yani “İkinizin de yaratıcınız bir, rızık vericiniz bir, rabbiniz bir, atanız bir.” mantığını devreye sokmak lazımdır. Eğer bu yapılırsa, bizden çok farklı gördüğümüz kişilerle bile ne kadar çok ortak yönümüz olduğu fark edilir ve ufak farklılıklardan büyük düşmanlıklar çıkmaz. Güliver'in meşhur öyküsündeki gibi, 'yumurtayı sivri tarafından kıranlarla künt tarafından kıranlar' arasında çatışma çıkması engellenir.


Sonuç olarak diyebiliriz ki, iyilik duygusu insana doğuştan verilmiştir. Ancak bu doğal yönelim, toplumda iyiliğin hâkim olması için tek başına yeterli değildir. İnsanları birleştirecek ortak değer yargılarına ihtiyaç olduğu açıktır. 


İşte burada sözü Resulullah’a (asm) bırakıyoruz. İnsanlığın yol göstericisi, veda hutbesinde şöyle buyurmuş: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’densiniz. Adem de topraktandır. Allah katında en değerli olanınız, ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Arap'ın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Kimsenin başkaları üzerinde soy-sop üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah korkusu iledir.”


3 Ekim 2023

KADER İŞARETLERİ


İnsanoğlu, hem geçmiş hem de gelecekle ilgili bir varlıktır. Bir yandan geçmişte yaşadıklarını hatırlayıp muhasebe eder, bir yandan da gelecekte neler olabileceğini tahmin etmeye çalışır. Geçmişi değerlendirmek ne denli insani bir davranışsa, geleceği tahmin etmeye çalışmak da o denli doğaldır. Ve tarih boyunca insanlar “geleceği bilebilir miyiz?” sorusuna cevap bulmaya çalışmışlardır.


Bu yönelimin yanı sıra, eskiden beri bütün dinlerin “Olacak her şey kader levhalarında yazılıdır. Gelecekteki her şey, daha olmadan önce bellidir.” inancını bir temel olarak sunması veya bazı sezgileri kuvvetli insanların yaklaşan olayları 'hiss-i kablel-vuku' şeklinde önceden haber vermeleri ya da rüyalarda görülen bazı olayların aynıyla çıkması gibi gerçekler de insanoğlunun ortak bilinçaltına asırlarca şu fikri kazımıştır: “Geleceği bilmek mümkün mü ve nasıl?” Ve bunun ardından meraklı zihinler her ipucunu dikkatle incelemeye başlamış, her yerde geleceğe ve kadere dair işaretler aranmıştır.


EL ÇİZGİLERİ:


Önce eline bakmıştır insanoğlu ve avucundaki ilginç çizgilere gözü takılmıştır. “Bu derece ayrıntılı ve insandan insana farklı çizgiler, sadece avucun açılıp kapanmasını kolaylaştırmak için veya onun sonucunda olamaz; bunların içinde başka bir iş var.” demiştir kimileri. Ve dikkatli gözlemler, bu çizgilerin gerek kişiliğe, gerek kadere dair işaretler taşıdığını göstermiştir.


Mesela serçe parmağının altından işaret parmağının altına kadar uzanan çizgiye 'kalp çizgisi' denilmiş, bu çizgisi derin ve zincir şeklinde karışık olan insanların duygusal problemler yaşadıkları, his dünyalarının çalkantılı olduğu, düz bir kalp çizgisinin ise istikrarlı, biraz da tekdüze bir ruh haline işaret ettiği görülmüştür.


Kalp çizgisinin altında ona paralel olarak uzanan çizgi 'akıl çizgisi' olarak adlandırılmış, akıl çizgisi uzun ve derin olan insanların zihin kapasitelerinin yüksek olduğu, eğer bu çizgi kalp çizgisine paralel gidiyor ise mantık ağırlıklı, aşağıya, el ayasına doğru eğimli gidiyor ise sezgi ağırlıklı bir düşünce yapısını gösterdiği fark edilmiştir. Bu çizgi üstündeki kırık ve kıvrılmaların da o bölgeye denk düşen yaşlardaki zihinsel bunalımlara ve köklü fikir değişikliklerine işaret ettiği düşünülmüştür.


Baş parmağı boydan boya çevreleyip bileğe doğru uzanan çizgi ise 'hayat çizgisi' diye isimlendirilmiş ve pürüzsüz ve uzun bir hayat çizgisi olan insanların uzun ve sağlıklı bir hayat yaşadıkları, bu çizgi üstündeki kırıkların belli dönemlerdeki hastalıklara işaret ettiği gibi pek çok ipuçları bulunmuştur.


Hatta bu konuda İtalyan doktorlarca bir araştırma bile yapılmış, ölmüş insanların hayat çizgileri ölçülmüş ve hayat çizgisi uzunluğu ile ölüm yaşı arasında pozitif korelasyon olduğu, yani uzun hayat çizgisi olanların uzun yaşadığı, tıp literatüründe bile yer almıştır.


Bu üç ana çizgi dışında kalan küçük çizgiler de ayrı ayrı adlandırılmış (meslek, sağlık, evlilik, çocuk çizgisi vs.) ve bunlar üzerine de sayfalarca yorum yapılmıştır.


Elin ve parmakların yapı ve şekilleri de değerlendirilmiştir tabii ki. Mesela başparmağı küçük olan insanların hayır demekte güçlük çektikleri, zayıf iradeli oldukları fark edildiğinden, eski Çinliler yabancı ülkelere diplomatik pazarlık için yolladıkları elçileri, baş parmağı uzun ve kalın olan kişilerden seçmişlerdir. Parmakları geriye doğru fazla kıvrılıp bükülebilen kişilerin ruhsal olarak elastik, yani her ortama uyum sağlayabilen bir yapıda oldukları, ama hileye de yatkın oldukları, bir diğer tesbittir.


Yasin Suresinde geçen “o gün onların yaptıklarını bize elleri anlatır” mealindeki ayeti, bu ilme bir işaret olarak yorumlayan bazı İslam alimleri de bu konuya hayli eğilmişlerdir.


Ve bu ilim günümüzde de hâlâ ilgi çekmekte, insanların çoğu bu çizgilerde bazı işaretler olduğunu hissetmekte ve “El falına bakayım mı?” diyenlere hâlâ el açmaktadırlar.


YÜZ HATLARI:


Gözünü elinden kaldırıp yüzüne bakan insan, bu sayfadaki işaretlerin de anlamlarını keşfetmekte gecikmemiştir.


Çenesi belirgin ve çıkık olanların 'kolay dolduruşa geldikleri', kalın dudaklı insanların zevkine düşkün, ince ve normalde sıkıca kapalı duran dudaklara sahip olanların sıkı ağızlı, ketum, kemerli (karga) burunlu olanların lider ruhlu, kalkık burunlu olanların da isyankâr oldukları, hemen fark edilmiştir. Zamanlar göz yapısından benlere varıncaya dek yüz sayfasındaki bu ince yazılardan, karaktere ve kadere yönelik yüzlerce ipucu çıkarılmıştır.


“Herkes yüz yapısına göre bir kişiliğe ve davranışa sahiptir” şeklinde de tefsir edilebilen “küllün ya’melune ala şakiletihi” ayeti ve “güzel ahlakı güzel yüzde arayınız” mealindeki hadis de, bu ilgi alanını çoğu İslam alimlerince anlamlı kılmıştır. Peygamber efendimizin (a.s.m.) son derecede dengeli ve uyumlu bir yüz yapısına sahip oluşu da, ahlakındaki güzellik ve uyuma bir işaret olarak kabul edilmiştir.


Bu ilme dair ayrı bir risale de yazan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın başından geçen ilginç bir olay şöyle anlatılır: Bir gün talebeleriyle beraber bir handa konaklayan bu zat, han sahibini görünce çok rahatsız olur. Zira hancının gök mavisi gözleri, acımasız bir kişilikten haber vermektedir. Oysa hancı kendilerini çok iyi karşılar. Bir dedikleri iki edilmez, çok rahat bir gece geçirirler, güler yüz ve iltifat görürler. Hoca da, bu ilmi bilen talebeleri de şaşkındır. İlm-i heyet'in en bilinen işaretlerinden biri yanlış mıdır?


En sonunda tekrar yola koyulacakları zaman, hancının müthiş şişkin bir ücret talep edip sert bir tavır takınması ile İbrahim Hakkı rahatlar, gülmeye başlar ve talebelerine “parayı kaptırdık ama kitabı kurtardık” der.


Bu konuda Bediüzzaman da Mesnevi-i Nuriye eserinde mealen şöyle demektedir: Âlemde her şeyin yüzünde hikmet eserleri göründüğü gibi, en uzak, en geniş, en ince ayrıntılarda da hikmet eserleri vardır. Evet, insanın yüzünde, cildinde, ellerinin içlerinde, kader kalemi ile pek çok çizgiler, nakışlar yazılmıştır. Malumdur ki bunlar, insanın ruhunda bulunan manalara, ruhsal özelliklere işaret ettikleri gibi, yaradılışında kader tarafından yazılmış mektuplara da işaretleri vardır.


ASTROLOJİ:


Ama küçük bir âlem olan insanın elinde ve yüzünde böyle ince yazılmış işaretleri bulanlar, yine de 60-70 yıllık bir hayatı ve binlerce kişilik özelliğini küçük çizgilerde özetlemekle tatmin olmamış ve gözlerini göğe çevirip, büyük insan olan âlemde koca yıldızlarla yazılmış okunaklı işaretler aramış ve bulmuşlardır da. İlk fark edilenlerden birisi, kırmızı parlak yıldızın (Mars) en büyük ve parlak göründüğü (yani dünyaya en yakın olduğu) dönemlerde savaşların artması olmuştur. Ardından belli zaman dilimlerinde doğan insanların hayli benzer kişilik özelliklerine sahip oldukları görülmüş ve burçlar belirlenmiş, giderek astroloji ilmi gelişmiştir. Astroloji, yani Güneş, Ay ve gezegenlerin burçlardaki dağılımları ve birbirleri ile yaptıkları açılardan hareketle, kişinin karakteri ve geleceği hakkında yorum yapan ilim.


Bu koca yıldızlardan oluşmuş devasa düzenek (ki 'felek çarkı' olarak da adlandırılır) tarih boyunca gerek kişilik tahlili yapmak, gerekse de geleceği, kaderi öğrenebilmek için kullanılan en popüler yollardan biri olmuştur. Özellikle Babillilerin astroloji merakı neredeyse toplumsal çılgınlık düzeyine varmıştır. Hz. Davud zamanında da bazı kavimlerin harbe gönderilecek askerleri astrolojik hesaplara göre 'eceli gelmemiş' olanlardan seçtikleri ve bu şekilde pek çok savaş kazandıkları kitaplarda yazılıdır. En meşhur örneklerden biri de, Peygamberimizin (a.s.m.) doğduğu gece bir Yahudi müneccimin, “Son peygamberin yıldızı bu gece doğdu. O geldi!” dediği rivayetidir ve bir peygamberlik delili olarak zikredilir. İncil'de de Hz. İsa'nın doğumunu bir yıldızın haber verdiği ve müneccimlerin bu sayede ondan haberdar oldukları yazılıdır.


İslam alimleri de “bu koca yıldızlar, süslü burçlar, görevsiz, hikmetsiz, başıboş olamazlar. Bu büyük felek çarkları bir büyük kader kanunu ile çevriliyor olsa gerek” deyip bu ilimde hayli yol kat etmişlerdir.


Muhyiddin-i Arabi bu konuda özel bir kitap kaleme almış ve önsöze “Daha nice işaretler yarattı. Onlar yıldızlarla da yollarını doğrulturlar.” mealindeki ayeti yazmıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı da Marifetname’sinde astrolojiye özel bir bölüm ayırmıştır.


Yine de çoğu İslam alimlerinin “gaybı öğrenmeye çalışmak, kulluk edebine aykırıdır. Kader gizli bırakıldıysa, gizli kalması gerekiyor demektir.” itirazı, İslam âleminde astrolojinin (özellikle de gelecek tahminine yönelik kısmının) fazla kabul görmesini engellemiştir. Ortaçağda astrolojinin okullarında ders olarak okutulduğu Batı dünyası da, aklı ve somut sebepleri önceleyen Rönesans sonrası astrolojiden hayli soğumuştur.


Buna rağmen 'Psikiyatrinin üç büyüğü'nden birisi olan Karl Gustav Jung, astrolojiyle ciddi biçimde ilgilenmiş, hemen tüm hastalarının yıldız haritasını çıkarıp bir de bu yolla kişiliklerini analiz etmiştir. Hatta Jung’un bir seferinde astrolojik bir deney olarak, kendisine verilen 7 erkek, 7 kadın, 14 kişinin yıldız haritalarını inceledikten sonra, hangi harita sahiplerinin birbiriyle evli olduklarını doğru olarak tahmin ettiği, yanlışlıkla evli olduklarını sandığı iki kişinin de sonradan tanışıp evlendikleri yazılıdır.


Hitler’in de astrologları danışman olarak kullandığı ve Rusya’ya saldırana kadar onların önerilerine uyup başarılı olduğu, ama “Rusya’ya girmeyin” diyen astrologlarına “ne olursa olsun gireceğim, siz yıldızlar uydurun” demesi ile de hezimete gittiği anlatılmaktadır.


Son zamanlarda ise astroloji giderek daha popüler olmakta ve “Satürn yükselen burcumda, bu sıralar keyifsizim” gibi yorumlar daha sık duyulur hale gelmekte, kimi insanlar bebeklerinin doğum tarihini bile yıldızlara göre ayarlamaya çalışmaktadır.


VE BEN:


Bu satırların yazarı da gençliğinden beri astroloji ile ilgilendiğinden, uzun zamandır sizlere bu ilimle ilgili fikirlerini aktarmak istemiş ve nihayet bu yazıda muradına ermiştir.


İlk gençlik yıllarında okuduğu bir broşürde, kendi burcu için kullanılan bazı olumsuz ifadeleri, nefsine çok ağır gelmekle beraber (azıcık insaflı olduğundan) sonunda kabullenmesi, onun ilk ciddi nefis muhasebesine vesile olmuş, bundan sonra kendini artı ve eksileriyle daha iyi tanımak amacıyla astrolojiyle ilgilenmeye başlamıştır. Zaten astrolojinin en önemli faydası, kişinin kendisini tanımasına vesile olmasıdır. Yazar, kişiliğine çok uyduğunu hissettiği bir diğer burcun da yükselen burcu olduğunu öğrendiğinde “bu kadar da tesadüf olamaz, bu işin içinde bir iş var” diyerek bu konuda derinleşmeye karar vermiştir.


Kendi yıldız haritasını çıkarıp yorumunu yaptığında ise, o zamanlar gençlik sarhoşluğu ile zannettiği gibi, dünyanın en mükemmel insanı olmadığını acı bir şekilde fark etmiş ve kısa süreli bir depresyona bile girmiştir. Ancak bu ruhsal ameliyat da bir süre sonra şifa hükmüne geçmiş ve “kapasiteni bil, olabileceğinle yetin, kaldıramayacağın yüklerin altına girme, kaderine razı ol, rahat et” mantığını doğurmuştur.


Yazar, yıllar süren incelemeleri sonucunda şu fikre varmıştır: İnsanın nasıl bir kişiliğe sahip olduğu, düşünce yapısı, mücadele biçimi, şanslı olduğu veya zorlandığı konular, anne-babası ile ilişkileri, meslek tercihi, özel yetenekleri, zaafları, evliliği gibi hemen her şey, tesadüfe havalesi imkansız bir doğrulukla yıldız haritasından anlaşılabilmektedir.


Ancak bunun için sadece Güneş'in hangi burçta olduğunu bilmek yetmemekte, doğum anındaki tüm gezegenlerin konumlarının ve aralarındaki açıların yorumlanması gerekmektedir. Her ilimde olduğu gibi yarım ve eksik bilgi yanıltıcı olmaktadır yani. Bu ilimde de, ya derinleşmek lazımdır ya da hiç girmemek. Kişilikle ilgili bu bilgilerin yanı sıra, sürekli yer değiştiren gezegenlerin haritanın hangi bölgelerini ne zaman ve nasıl etkilediğine bakılarak başa gelecek olaylar bile tahmin edilebilmektedir, bunu yaşayarak görmüştür.


Astrolojinin mekanizmasını da şöyle izah etmektedir: “Allah her şeyi sebepler aracılığı ile yarattığı gibi, insanın ruhsal yapısını ve kaderini de gök cisimlerinin etkilerini görünür bir sebep tutarak yaratır. Bu etkinin hangi yolla olduğunu bilmememiz, gördüğümüz açık ilişkiyi inkar etmemizi gerektirmez. Felek çarkı bir mutfak tezgahı gibidir. Burçlar tencere-tava, yıldızlar da tuz-biber gibidirler. O büyük tezgahta daima değişen karışımlarla her biri kişilik özelliklerine sahip insanları asıl yoğuran da, tabii ki Kudret Eli’dir. Görünürdeki sebepleri gerçek etki sahibi olarak görmez, sadece birer işaret, birer araç olarak kabul ederseniz, Astroloji aynasında da Yaratan’ın ince ve derin hikmetlerini görürsünüz.”


Hiç görmediği kişileri bile haritalarına bakıp tarif edebilmesi sonrasında, yazarımız astrolojiye giderek daha fazla vakit ayırmış, işini, eşini, bir işe başlayış tarihini, arkadaşını vs. seçerken bile bu ilimden faydalanmış ve genellikle de isabet kaydetmiştir. Ama genellikle, her zaman değil. Zira astroloji hala eksik bir bilim dalıdır. Muhtemelen on iki güç odağı olması gerekirken, henüz sadece dokuz gezegen bilinmektedir. Yani en ayrıntılı haritada bile üç önemli güç odağı eksiktir. Zaten o yüzden, en iyi astrologların tahminleri bile bazen yanılmaktadır. O yüzden astrolojiye çok fazla bel bağlamamak gerektiğini, bilmediğimiz gezegenlerin etkilerinin birçok şeyi değiştiriyor olabileceğini söylemektedir.


Yazar, aslında karakter tahlili amacıyla başladığı astrolojinin, geleceğe işaret eden kısmına önceleri tedirgin yaklaşmış, gaybı bilmeye çalışmanın doğru olmadığını kendine defalarca söylediği halde, çok geçmeden kendisini tahminler yaparken bulmuştur. Genellikle de doğru çıkan bu tahminleri “olabilecek olaylara ruhen hazırlanmaya vesile oluyor” diye savunmuş ama, aynı zamanda kaderin önüne geçilemeyeceğini de fark etmiştir.


Mesela 11 Ağustos 1999 Güneş tutulmasından sonra, muhtemelen 18 Ağustos civarında büyük bir deprem olacağını (bir çok astrolog gibi) tahmin etmiş, hatta bu dönemde büyük kızının kafa travması geçirme ihtimalini görmüş, ama depremde kızının başına dolap devrilmesine engel olamamıştır. Yine de bu ihtimal için okuduğu duaların hürmetine kızının belki de muhtemel bir ölümden burnu bile kanamadan kurtulduğunu hissetmektedir.


“Allah sebeplerle muamele eder, icraat yapar. Ama özel rahmeti devreye girince sebepler de susar. Yıldızları yaratan ve olaylara görünürde birer aracı olarak kullanan Allah, istediği kişiye rahmeti ile yardım edebilir” demektedir artık. Ne de olsa 'her şeyin dizgini onun elinde, her şeyin anahtarı onun yanında'dır. Sebepleri yaratan, tabii ki onlara mahkum değildir.


Ve astrolojiden giderek soğumaya başlar. Son vardığı nokta şudur: “Önceden bilsek bile, her şey olacağına varıyor. Dua ve Allah’ın yardımı da her belayı def edebiliyor. Üstelik onun yardımı olduktan sonra, çirkin gibi görünen şeylerden bile güzellikler çıkarken, onun yolunda değilsek de, güzellikler bile fayda vermiyor. “Ne olacak?” diye yıldızları incelemek yerine, o vaktimizi duaya ayırıp “Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler” demeliyiz.”