27 Ekim 2023

AŞK ÜZERİNE


Girişte aşk üzerine bir tarif cümlesi kurmayacağım. Kolay değil, gerekli de değil. Tarih boyunca tüm insanlık için aşkın ne kadar önemli bir yeri olduğu açık zira. Bu önem yüzünden, öteden beri filozoflar ve ilim adamları, aşkın sebeplerini ve mekanizmasını anlamak için kafa patlatmışlar. Ama dinlerden alınan ilhamla yapılan, yaratıcıyı ve 'ilahi aşk'ı merkeze alan yorumların dışında, tatmin edici bir tarif bulmak biraz zor. Filozofların ve bilim adamlarının çoğu, "Aşk üçe ayrılır. A tipi aşk, cinsiyet hormonlarının etkisiyle oluşur. Bir tutkudur. B tipi aşk zihinsel uyumdan beslenir. Yoldaşlık tarzındadır. C tipi aşk ise serotonin maddesinin eksikliğinden kaynaklanan hastalıklı bir bağlanmadır." şeklinde analizler yapmışlar. Bunların hepsinde de doğruluk payı var. Ama bu tespitlerde ne büyük resmi görebilirsiniz, ne de o muazzam duyguya yakışacak bir derinlik bulabilirsiniz. O yüzden din dışı yorumları burada bırakıp, Allah'a döneceğiz.


Allah, her şeyin yaratıcısı, kainatta gördüğümüz güzelliğin ve yüceliğin kaynağıdır, biliyoruz. Esma-i hüsna'nın, en güzel isimlerin sahibidir ve o güzel isimleriyle kainatta değişik şekillerde tecelli eder, yani görünür. Biz de Allah'ı o isimleriyle tarif ederiz zaten. İşte bu ilahi isimleri, alimler ikiye ayırmışlar: 'Cemalî ve celalî' isimler. Günümüz diliyle söylersek, 'güzellik ve yücelik' ifade eden isimler. 


Örneğin kainatın uçsuz bucaksız büyüklüğü, her an her yerde durmak bilmez bir faaliyetin varlığı, Allah'ın celal (yücelik) tecellisi iken, her şeyin çok ince bir sanatla, muazzam bir özenle ve kusursuz derecede güzel olarak yaratılmış olması da onun cemalini (güzelliğini) gösterir. Sakin ve huzur veren bir gökyüzü cemal tecellisi iken, karanlıklarla çöken bir fırtına, celal tecellisidir. Sevinç veren doğum cemali, hüzün veren ölüm celali gösterir. 


İşte bu iki kutup, iki cinsi meyve vermiştir: Kadın ve erkek. Kadın, Allah'ın cemalini, güzelliğini, rahmetini, erkek ise celalini, yüceliğini ve hükmediciliğini yansıtır esas olarak. Yani her cins, Allah'ın tecellisinin ancak yarısını yansıtır. Ve sadece bu iki yarım bir araya geldiğinde, Allah'ı tüm isimleriyle birden anlamak ve hissetmek mümkün olabilir. Tek oldukları zaman, erkekte güzelliği ve inceliği olmayan bir güç ve düzen, kadında ise gücü ve düzeni olmayan bir güzellik ve incelik kalır. İşte bu yüzden kadın da, erkek de, birleşmeye, bütünleşmeye, 'tam' olmaya yönelik doğal bir arzu hissederler; karşı cinse doğru, karşı konulmaz bir çekim yaşarlar. Aşkın temeli de budur.


Zaten genel bir kural olarak insan, kendi eksiğini tamamlayanı sever, kendine benzeyenle ise zıtlaşır. Yani kişi, kendisinde eksik olan şeye ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç zamanla arzuya, o da sevgiye, o ise aşk'a dönüşür. Yani her sevgi başlangıçta kişisel çıkarları doyurmak ve lezzet almak içindir. Ama eğer doğru yönlendirilirse, son aşamada kendini aşmayı, bütüne ulaşmayı, hatta o uğurda hayatını feda edebilmeyi netice verir.


Aşk, tüm dinlerde 'ilahi aşk' kavramı ile birlikte yorumlanmıştır. Örneğin Yahudilik ve Hristiyanlıkta "Tanrın Rabb'i bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin." sözü, en temel buyruklardan biridir. İslam'da ise özellikle tasavvuf ekolleri bu konuda hayli derinleşmişlerdir. Zaten tasavvuf, akıl ve bilgi ile değil, kalp ve aşk ile Allah'a yönelmek demektir. 


Elbette "Madem bu kainatın bir yaratıcısı var, ben de ona itaat etmeliyim. Hem böylece sonsuz Cennet'i kazanırım." şeklinde, düz mantıkla (ve sadece mantıkla) dinini yaşayanlar da övgüye layıktırlar, ama Allah'a aşk ile yönelmiş bir insanın derinliğini ve yoğunluğunu, öylelerinde asla bulamazsınız. 


İşte o yüzdendir ki bazı tarikat şeyhleri, mürit adaylarına şu soruyu sorarlar: "Hiç âşık oldun mu?" Cevap "Hayır." ise, o kişiyi tarikatlarına kabul etmezler. Zira bir kişinin sevgi potansiyeli, onun bir başka insana karşı aşk yaşamış olmasıyla anlaşılır. Eğer bu potansiyel varsa, un, şeker ve yağ var demektir. 


Bu malzemelerden ilahî aşk çıkarmanın yolu ise, o potansiyeli, âşık olunan özelliklerin gerçek sahibine yönlendirmektir. Bu da çok zor değildir aslında. Zira:


-Bir başka insana âşık olan kişi, kısa sürede şunu fark eder ki, ondaki (örneğin) güzellik, onun kendi malı değildir. Zira yaşlandığında çirkinleşecek, ölünce de çürümüş bir cesede dönüşecektir. Demek ki o güzellik onun değil, 'onda yansıyan'ın güzelliğidir. İşte bunu ifade etmek için mutasavvıflar "Her güzelin güzelliği, Allah'ın güzelliğinden aksetmiş bir parçadır." ve "Bir kadına olan aşk, onun aynasında Allah'ı görebilmekten dolayıdır." hatta "Aşığın sevgilide gördüğü, O'dur." demişlerdir. 


-Ayrıca Allah'tan gayrı her şey ve herkes ölümlü ve geçici olduğuna göre, kalbi onlara değil Allah'a bağlamak gerektiği açıktır. Zira her insanın kalbi, "Batıp gidenleri sevmem.", "Faniyim, fani olanı istemem." diye haykırır. Her an ayrılma ihtimali bulunan, sonunda da kesinlikle ölecek olan birisine kalbini tümüyle bağlamak, sürekli acı çekmek demektir. Çoğu şarkı ve şiirde, âşıkların nasıl feryat ve şikayet ettiklerini biliriz. Oysa bu kadar güzel bir duygu, insana acı çektirmek için verilmiş olamaz. Olsa olsa, sevdiklerinde yansıyan, kusursuz ve ölümsüz bir zatı sevmek için verilmiş olsa gerektir.


Kişi bu aşamaları geçtiğinde ise Allah'ı, bir insanı sevdiğinden çok daha büyük bir aşkla sevmeye başlar. Kalbi titrer, uykusu kaçar, iştahı kesilir, gözü yaşarır, secdeden kalkmak istemez. Gerçek aşk da budur zaten. 


Aslında bu konuda yazılabilecek daha çok şey var ama, bazıları sakıncalı olabileceği için konuyu özet bir cümleyle bağlayalım: Aynada Güneş'i gören, aynayı sevebilir ama, asıl Güneş'e âşık olmalıdır.