22 Mayıs 2023

MÜKEMMEL ÇOCUK YETİŞTİRMENİN KURALLARI


Başlığa takılmayın, aslında ne mükemmel çocuk yetiştirmenin kesin kuralları vardır ve hatta ne de 'mükemmel çocuk' diye bir kavram. Ama sık sık buna benzer başlıklarla yazılmış 'mucize reçete'ler okuruz. Modern psikoloji ekolleri, sık sık değişen fikirlerle, ana-babalara yeni yeni reçeteler sunuyorlar zira.


Freud'dan etkilenen 68 kuşağının eğitimcileri "Çocuğu serbest bırakın, her istediğini yapsın, hevesi kalmasın. Hiç azarlamayın, sadece sevgi verin." diyorlardı. Sonuçta ise sabırsız ve sorumsuz bir nesil yetişti. Şimdilerde daha farklı sesler yükseliyor o kesimden: "Çocuğa beklentilerinizi ve görevlerini söyleyin. Hata yaparsa ceza verin, hatta hafifçe dövebilirsiniz bile."


Bu kural karmaşası sebebiyle, üç çocuk babası olarak, çocuk yetiştirmeye dair ipuçlarını kaleme almak istedim. Zaten meslek hayatım bana gösterdi ki, sağlam bir çocuk yetiştirmek, sorunlu bir erişkini düzeltmekten çok daha kolaydır.


Önce kendinizi düzeltin.


Kendini islah etmeyen, başkasını hiç islah edemez. Hatta bozar, zarar verir, bilmeden. Bir psikiyatrist olarak bana sık sık çocuklarını getirir aileler. "Bu çocuk nedense garip davranıyor. Bir tedavi etseniz." Hiç istisnası yok gibidir; odama çocuk girer ve çıkar, sonra aile girer ve kalır. Hemen daima ailededir asıl sorun. Anne-babanın bariz takıntıları, psikolojik problemleri vardır. Ama bunları görmez, görmek istemez, çocuktaki problemleri öne sürerler. Sanki o çocuk o evde yetişmemiştir de, uzaydan gelmiştir. "O kadar da gayret ettik ki, neden böyle oldu bu çocuk bilmem?" havası vardır. Ama biz genellikle aileyi terapiye alırız. Çocuk da zamanla hayli toparlar. 


Bunun klasik bir örneği: Bir baba, çocuğunu tedavi için getirmişti. "Doktor bey, çocuğum çok asabi." Oysa babanın bizzat kendisinin kaşı-gözü oynuyordu, kavgaya hazır bir gerginlik içindeydi. "Siz de biraz gerginsiniz sanki." dedim. "Evet ama siz beni bırakın, çocuğu tedavi edin." dedi. Elimde olmadan güldüm. "Sürekli dibinde olduğu, devamlı gözünün içine baktığı babası bu kadar gerginken, çocuğu nasıl sakin yapabilirim ki?" diye sordum. Sağ olsun, hak verdi. Reçeteyi kendisine yazdım.


Yine İzmit depreminden sonraki yıllarda bir aile, çocuklarının deprem korkusu yaşadığından yakınmışlardı. Onlara ilk sorum: "Peki siz depremden korkuyor musunuz?" oldu. "Evet, hala sürüyor o korku." dediler, "Ama çocuğa belli etmiyoruz." Sordum: "Çocuğunuz (özür dilerim ama) aptal mı ki, yanı başınızdayken, sizdeki bu korkuyu hissetmeyecek? Hem söyler misiniz, en güvendiği ve güçlü gördüğü insanlar olan anne-babasının bile korktuğu bir şeyden, çocuğunuzun da korkması doğal değil mi?" Onlar da hak verdiler. Velhasıl "önce kendimize bakalım" diyorum. 


Temel güvenli olmalı


Bir evin sağlamlığını belirleyen en önemli kısmı temeli olduğu gibi, bir çocuğun ruhsal gelişiminde en önemli dönem de hayatının ilk yıllarıdır. Çocuğun zekasının %80'i ilk 7-8 yaşta geliştiği gibi, kişiliği de büyük ölçüde bu dönemde oturur. Hele ilk 2 yıl, çok önemlidir ve temel güven duygusunun yerleştiği dönemdir. Bu dönemde çocuğun en büyük ihtiyacı, sürekli ve tutarlı bir sevgidir. En yıpratıcı şey ise, özellikle anne figürünün sürekli değişmesidir. Çocuğunuz isterse bir bakıcı tarafından büyütülsün, yeter ki süreklilik olsun. Bu dönemde sürekli değişen kişilerce bakılan çocuklarda, ileri yıllarda çevreye güvensizlik, içe kapanma gibi sorunların gelişmesini netice verebilir. 


Nitekim Filipinler'de yapılan bir saha araştırması, ilk 2 yaşında mutlak ilgi ve sevgi ile yetişen (ve emzirilen) çocukların, ileride çok daha huzurlu insanlar olduklarını göstermiştir. Çocuğunuzun bilinçli olmadığı o ilk yıllar, aslında bilinçaltının şekillendiği en önemli dönemdir. Bunu unutmayın lütfen. 


Cennetteki gazoz nehirleri


Çocuğa kainatın, hayatın ve ölümün anlamına dair temel bilgileri verin. Çocuklar 3-4 yaşlarından itibaren dış dünyanın farkına vardığında "neden, nasıl?" soruları başlar. Sizden her konuda, özellikle de ölüm üzerine açıklama isterler. "Anne, sen de ölecek misin? Ölünce ne olur? Baba, Allah nerededir?" gibi sorular peş peşe gelir bu dönemden itibaren. Çocuğunuzun bütün sorularına onun anlayacağı bir dilde cevap verin. Unutmayın ki, çocuklar öğrenmeye hazır olmadıkları şeyi sormazlar zaten. "Bu yaşta bu konuları anlatmak erken" deyip kaçamak cevap verirseniz, çocukta sebepsiz korkular yeşermeye başlar. Cevabı alınamamış her soru, o minik beyinlerde şüpheler ve problemler doğurur. 


Hiç unutmam, küçüklüğümde anneme sormuştum: 

-Anne biz ölünce ne olacağız? 

-Öbür dünyaya, inşallah Cennet'e gideceğiz yavrum. 

-Tamam da, ondan sonra ne olacak? Yani orada ne kadar yaşayacağız? 

Annem "Bu çocuk bu yaşta sonsuzluktan anlamaz her halde. Uzun bir zaman söyleyeyim de rahat etsin" diye düşünmüş olsa gerek ki, "Cennette bin yıl yaşayacağız." demişti. 

O kadar üzülmüştüm ki. 

"İster on yıl, ister bin yıl, sonuçta yok olacaksak ne anlamı var? Ben sonsuzluk istiyorum, yok olmak istemiyorum" demişti o küçücük zihnim bile. 


Siz anlatın çocuklarınıza bildiklerinizi. Dini inançlarınızı usulünce aktarın. Allah'ı, Cennet'i öğretin. Melekleri de unutmayın. Zira kendilerini koruyup kollayan ve her yerde bulunan varlıklara inanmak, öcülerden korkan ruhlarına ilaç gibi gelecektir. 


Peygamberimizin ve büyük insanların hayatlarını anlatmak da çok önemlidir. Zira büyüyen bir fidan gibi olan çocuk ruhu, kendisine örnek alacağı mükemmel kişiler arar. Siz öyle yüksek kişilikleri çocuğunuzun hayallerine ideal olarak kazımazsanız, uyduruk bir çizgi film kahramanını kendisine rol-model seçebilir. 


Ancak dini eğitim verirken ölçüyü kaçırmayın. Çocuğa onun hoşuna gidecek örneklerle ve kaldırabileceği dozda verilmelidir eğitim. Örneğin henüz ergenlik çağına girmemiş bir çocuğa Cehennem'den bahsetmek, en çok düşülen hatalardan biridir. O masum çocuğun Cehennem'le ne işi var Allah aşkına? Bu tip hatalar bilinç-altına yerleştiğinden, ileri yıllarda insanların dine karşı soğukluk yaşamalarına sebep olabilir. Ergenlik çağına kadar olan dönemde daha ziyade Cennet'i anlatmak, rahmetle müjdelemek lazımdır. 


Burada hayal gücünüzden, özellikle çocuğunuzun zevklerinden yararlanabilirsiniz. Mesela büyük kızım gazoz içmeye bayıldığı dönemlerde ona "Cennet'te gazoz nehirleri vardır. İç iç bitmez." dememden sonra, ölüme bakışı değişmişti. Ve ölen yakınlarına üzülen erişkinleri bile, bu örnekle teselli etmeye çalışırdı. 


Lisan-ı hal ile anlatmak


Çocukları eğiten, ebeveynin konuşmaları değil, halleridir. Önerdiğiniz şeyi sözle anlatmak yerine, halinizle gösterin. Hoşlanmadığı biri aradığında "evde yok deyin" derken, çocuğa "yalan söyleme" demek, kendisi 'tüttürürken' "sigara içme yavrum, zararlıdır" demek, ne kadar etkili olabilir ki zaten? Veya "Yavrum, kitap oku." diyen bir ebeveyn, kendisi eline kitap almıyorsa, çocuktaki okuma hevesi tabii ki artmaz. Hal ve tavırlarınız, sözlerinizi yalanlamasın lütfen. 


Kitap deyince, buna dair bir araştırmayı da aktarayım. Evlerinde kütüphane olan çocuklarda, ileri yıllarda kitap okuma alışkanlığı bariz biçimde yüksek bulunmuş. Hele anne-baba çocukların önünde kitap okuyorlarsa, oran çok daha artmış. 


Bunun sebebini açacak tıbbi bir bilgi paylaşayım. Beynimizde duyusal algılarla, hatırlamayla, düşünmeyle ilgili nöronlar olduğu gibi, 'ayna nöronlar' denilen bir hücre gurubu da vardır. Bu hücreler, kişinin çevresinde gördüğü davranışları öğrenmesini ve anlamasını sağlar, hatta bilinçsiz biçimde o davranışları taklit etmesine yol açar. Gözleri sürekli üzerinizde olan küçük çocuklarınıza, hal ve tavırlarınızla, ne kadar çok etki ettiğinizi biraz düşünün bence.


Ebeveynim beni anlayabilir mi?


Çocuğunuzun seviyesine inin. Unutmayın ki, o erişkin olmadı ama siz çocuk oldunuz. Onun yaşlarında neler yaşadığınızı, hissettiğinizi hatırlayıp, ona daha iyi yaklaşabilirsiniz. Yoksa çocuğunuz sizi 'anlamadığı bir dilden konuşan yabancı bir rehber' gibi görebilir. 'İnsanlara akılları seviyesinde konuşmak' bir peygamber tavsiyesidir. Çocuğunuzun sizi anlamasını istiyorsanız, onun anladığı frekanstan yayın yapmalısınız. 


Aksi halde olacakların en sık rastladığım bir şekli, duygu ve düşüncelerini ebeveynleri ile paylaşmayan çocuklardır. Çocuk aslında bir yığın sorun yaşamakta, içini şüphe ve korkular kemirmektedir ama, ailesine hiçbir şey anlatmamaktadır. Çünkü anne-babanın tüm yaptığı, "Evladım, bir derdin varsa anlat." demekten ibarettir. Oysa çocuk "Onlar büyük ve olgun. Benim korkularımı anlamazlar muhtemelen. Hatta alay edebilirler." diye düşünüp hislerini paylaşmaz. 


Okula gitmek istemeyen bir çocuk getirilmişti bana. Ailesine hiçbir sebep söylemiyordu. Ben çocuğa önce, onun yaşında iken okulla ilgili yaşadığım kendi korkularımı (biraz da abartarak) anlattım. Karanlık okul yolu, çocuk kaçıran çingene söylentileri vs. derken çocuk, "Yok amca, ben onlardan korkmuyorum. Bir arkadaşım beni dövüyor." dedi. Sebep anlaşılmıştı. 


Siz de zaman zaman kendinizi onun yerine koyun, kendi çocukluğunuzu da hatırlayıp neler hissettiğini tahmin etmeye çalışın. Ayrıca olabildiğince onun dilinden konuşarak duygularını ifade etmesini sağlayın. Siz bir adım atarsanız o koşarak gelecektir. 


"Ben bunu zaten yapıyorum." mu dediniz? Gerçekten mi? Çoğu anne-babanın "ben senin yaşındayken..." diye başlayan konuşmaları, söylediğimin tam zıddı bir havadadır da, ondan tereddüt ettim. O tip konuşmalarda genellikle ana tema, anne-babanın onca zorluk ve yoklukla nasıl kahramanca başa çıktıkları, çocuğun ise bunca imkanların kıymetini bilmeyen sorumsuz, beceriksiz bir haylaz olduğudur zira. Ve çocuğu aşağılayıp özgüvenini kırmaktan başka bir şeye yaramaz. Lütfen bir daha dikkatle okuyun; tavsiye ettiğim şey bunun tam tersi. 


'Dar daire'ye vakit ayırın


Yata yata büyüyen karpuz bile bakım ister. Sizin aracılığınızla dünyaya gelmiş, ilgiye, sevgiye ve eğitilmeye muhtaç o masum yavruların, günde bir-iki saat olsun, ilginize hakkı vardır tabii ki. Size bel bağlamış yavrunuzu bırakıp, dünyanın öbür ucundaki olaylarla ilgilenmek, anlamlı değildir. Bir futbolcunun ayakkabı numarasını bilip kendi çocuğununkini bilmemek, bir siyasetçinin konuşmalarından ince anlamlar çıkarıp, çocuğunun sözlerini yarım kulakla dinlemek, komik olmaz mı? Hatta bir yazar arkadaşımın dediği gibi, soru soran çocuğuna "Lütfen beni rahatsız etme, kitap yazıyorum." demek bile (işin içinde yüksek idealler olsa bile) hata değil midir? "Mum dibine ışık vermez" demeyin lütfen, Güneş dibine de ışık veriyor. 


Şefkat hissini yanlış yerde kullanmayın


Bir önceki uyarı daha çok babalara hitap ediyordu. Bu ise daha çok 'şefkat kahramanı' annelere yönelik. Evet, şefkat çok güzeldir ama, dozunu aşmamak ve hatalı kullanmamak kaydı ile. "Aman çocuğum zahmete girmesin. Aman yavrum hiç üzülmesin" diye diye onu davranışlarında tümden serbest bırakmak, ona iyilik değil, kötülük etmektir. 'Çocuk ağlamasın' diye aşı olmasını engellemek, ne kadar yanlış ise, çocuğun her istediğini yapmak da o kadar yanlıştır. 


Mesela bir çok aile, zararlı veya ahlak dışı bazı TV programlarını, çocuklarına yasak edemedikleri için yakınırlar. Çünkü çocuk, sevdiği program için ağlayıp sızlanmaktadır. "O diziyi çok seviyorum, lütfen anne." Bakın, çocuk ağlar-sızlar her zaman. Sizi sürekli dener. Geri adım attığınız an da, o konu kazanılmış bir hak olur. Oysa küçük çocukların ruhsal yapıları (psikoloji tabiriyle) 'plastik'tir. Siz sağlam durursanız, çocuğunuz kendisini size uydurur, merak etmeyin. Kaldı ki bugün birkaç saat ağlamasın derken, ileride hem onun, hem kendinizin yıllarca ağlamanıza zemin hazırlamış olabilirsiniz. 


Çocuğunu üzücü olaylardan kaçırmaya çalışmak da, şefkat hissinin hatalı bir kullanımıdır. "Aile kavgalarından haberi olmasın, ölüm haberlerini duymasın" gibi koruyucu tavırlar, çocuğunuzu gerçek hayata hazırlamaz, tersine, ilerideki hayatında yaşayacağı hayal kırıklıklarına zemin hazırlar sadece. Bir çocuğun hayatın gerçekleri ile yeterince yüzleşmesi, onun geleceğe hazırlanması için en gerekli unsurlardan biridir. 


Ve bu hayatın en önemli gerçeklerinden birisi de şudur ki, biz bu dünyanın merkezi değiliz; her şey bizim istediğimiz gibi olmak zorunda değil. Öyleyse çocuğu, 'her istediği yapılan bir prens' gibi yetiştirmekten vazgeçin lütfen.


Eşinizle tutarlı olun


En kötü ruhsal hastalık diyebileceğimiz şizofreninin oluşma sebeplerinden biri de, anne-babanın çocuğa verdikleri mesajların tutarsız olmasıdır. Aynı konuda biri bir şey söyler, diğeri başka şey. Biri bir türlü davranır, diğeri başka türlü. Sık sık da sürtüşürler. Sonuç, çocukta zihin bölünmesidir. O yüzden eşler önce kendi aralarında konuşup belli prensiplerde anlaşmalıdırlar. Çocuk hangi durumda nasıl bir tavırla karşılaşacağını bilmelidir. Buradan da hissedilir ki, aslında iyi çocuk yetiştirmek için önce uyumlu ve mutlu bir evlilik yapmak lazımdır. 


Karınıza, onu sevdiğinizi gösterin


Bu başlıkta "eşlerinizi sevin" şeklinde bir genelleme yapmayıp sadece erkeklere seslendim. Zira kadınlar ayna gibidirler; kocaları onlara sevgi gösterdiğinde mutlu olur ve onlar da otomatik olarak kocalarına sevgi gösterirler. Böyle bir ortamda büyüyen çocuklar da mutlu olurlar tabii. O yüzden "Bir erkeğin çocuklarına yapabileceği en büyük iyilik, annelerini sevmektir." denilmiştir. Kesinlikle doğru. Zira ancak mutlu bir anne, mutlu bir çocuk yetiştirebilir. 


Görevinizi yapın, ötesine karışmayın


Şurası açık ki, çoğumuz çocuklarımıza verdiğimiz emeğin karşılığını neredeyse zorla alma hevesindeyiz. "İlla ki şöyle biri olmalı." Oysa unutmamak lazım ki, o çocuk bizim malımız değil. Onu biz yaratmadık. Biz sadece ona hizmetle, onu koruyup eğitmekle görevliyiz. Eğer üstümüze düşeni hakkıyla yapmışsak, ötesi Allah'ın takdiridir. Aşırı zorlamalar ters tepebilir ve çocuğun iyice zıt bir çizgiye girmesine yol açabilir. Bu da ebeveynin iyice gerilip daha da yanlış davranmasına sebep olur. Bunun yerine "Ben sana bildiğimce doğruları gösterdim. Artık seçim senin." demek lazımdır, özellikle ergenlik çağında. 


Zaten bizim tüm bu önerdiklerimiz, sadece sebeplerdir. Biz görevimizi hakkıyla yapar, çocuğumuzun iyiliği için bu sebepleri elimizden geldiğince yerine getiririz ama, sonucuna karışamayız. Rabbim isterse diriden ölü çıkarır, isterse ölüden diri. O yüzden son tavsiye olarak diyorum ki: Siz görevinizi yapın, bol bol da dua edin, sonucunu ise Allah'a bırakın. 


RUH HASTALIKLARI ÜZERİNE


SORU: Ruh hastalığı nedir? Ruh hasta olur mu?


CEVAP: Psikiyatri çerçevesinde kullanılan ruh kelimesi, dinin konusu olan ruh değildir. Dini anlamdaki ruh hakkında zaten fazla bir şey bilemeyeceğimiz ayetle ifade edilmiştir. Ancak bu ruh'un, kişinin benlik algısını oluşturan, beden hücreleri değişse de, kişi felç geçirip yatalak kalsa da değişmeyen bir cevher olduğunu biliyoruz. Bu ruh, bozulmaz, hasta olmaz, ölümle de yok olmaz. Psikiyatrik anlamda kullanılan ruh ile benzerliği bile yoktur denilebilir.


Zaten batı dünyasında psikiyatrik hastalıklar için 'mental (akılla ilgili) bozukluklar' terimi kullanılır. 'Zihinsel hastalıklar' veya 'Akıl hastalıkları' da diyebiliriz. Yani ortada bir isimlendirme hatası vardır sadece. 


S: Peki neden oluyor bu rahatsızlıklar?


C: İnsan beyninde düşünce, heyecan, öfke, uyku gibi fonksiyonları düzenleyen merkezler vardır. Bu merkezlerdeki yapısal ve biyokimyasal dengesizlikler, düşünce ve davranışta bozulmalara yol açar ve psikiyatrik rahatsızlıklar ortaya çıkar. Buna işaret eden meşhur bir söz vardır: "Beyinde bir molekül çarpılmadan, çarpık bir düşünce ortaya çıkmaz." Doğuştan gelen genetik yatkınlık, çocuklukta alınan eğitim, çevre şartları ve kültürel unsurlar da hastalığın açığa çıkmasını etkileyen faktörlerdir. 


S: Psikolog ile psikiyatristin farkı nedir?


C: Psikiyatri tıbbın bir dalıdır. Zihinsel hastalıkların tedavisiyle uğraşır. Psikiyatri uzmanı olmak için Tıp Fakültesi sonrasında uzmanlık eğitimi almak gerekir. Psikoloji ise normal insan davranışlarını inceleyen bir bilimdir. Psikologlar esas olarak insanın normal hayatta karşılaşacağı ergenlik, evlilik, iş değiştirme gibi durumlara uyum sağlaması üzerinde eğitim alırlar. Ayrıca zeka ve kişilik testleri de yaparlar. Hastalıklar söz konusu olduğunda ise bir psikiyatriste yardımcı olarak görev yapabilirler ancak. 


S: Psikiyatrik hastalıklar ilaç tedavisi ile düzelir mi?


C: Tıbbın her sahasında olduğu gibi, psikiyatrik hastalıklarda da ilaç tedavileri vardır ve bazı vakalarda tama yakın düzelme sağlayabilirler. Hatta psikiyatride, hastaların ilaca cevap verme yüzdesi, bazı diğer branşlardan (örneğin Nöroloji'den) daha yüksektir. Tabii ilaçların istenilen etkiyi göstermesi için belli bir süre geçmesi gerekir. Zira beyinde yıllar boyunca oluşmuş biyokimyasal dengesizliğin düzelip, yeni bir dengenin kurulması zaman alır. Bu süre bazen haftalar sürer, bazen yılları da bulabilir. 


Çok gördüğümüz bir sorunu burada vurgulamak istiyorum, bir süre ilaç kullanıp kendini iyi hisseden kişi, vaktinden önce tedaviyi bırakırsa, hastalığı büyük bir ihtimalle tekrarlayacaktır. İlaç tedavisinin doktorun önereceği sürede devam etmesi gerekir. Yıllar içinde gelişen bir rahatsızlığın birkaç gün ilaç almayla kökten bitmesini beklemek, fazla iyimserlik olur. Böyle mucizevi bir ilaç, tıbbın hiçbir dalında yoktur zaten.


S: Psikiyatriste gidenlere bazıları 'deli' gözüyle bakıyorlar. Bu önyargı nasıl çözülür?


C: Bu durum bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Bize başvuranların büyük bir çoğunluğu, çevremizdeki herkeste görülebilecek şikayetlerle gelirler. Moral bozukluğu, halsizlik, heyecan, vesvese veya uykusuzluk gibi. Bunların hangisi için 'delilik' diyebiliriz ki?


S: Psikiyatristler için halk arasında kullanılan bir tabir var. "Deli doktorlarının çoğu, kendileri de biraz delidir." denir. Gerçekten böyle midir sizce?


C: Burada abartılı bir yakıştırma var tabii. Ama bir gerçeklik payı da yok değil. Ülkemizde yapılan bir araştırmada görülmüştür ki, psikiyatri uzmanlığını seçen doktorların bir kısmı, daha bu ihtisasa başlamadan önce ruhsal yönden problemli olan kişilerdir. Böyleleri muhtemelen kendi dertlerine de derman aramak için psikiyatriyi seçmiş olabilirler. 


Hatta anlatılır ki, bir üniversitemizin psikiyatri bölüm başkanı, ihtisas için başvuran asistan adaylarına "Hangi probleminizi çözmek için psikiyatrist olmak istiyorsunuz?" diye sorarmış. Bir gün bu soruya bir aday "Peki hocam siz hangi probleminizi çözmek için psikiyatrist oldunuz?" diye sorduktan sonra bu soruyu sormamış.


S: Peki siz hangi sorunlarınızı çözmek için psikiyatriyi seçtiniz desem?


C: Üniversitenin ilk yıllarında geçirdiğim depresyonun, psikiyatriyi seçmemde çok etkisi oldu. Ancak burada tek faktör, kendini tedavi etme arzusu değildir. Daha çok hastalarla empati yapabilmekle ilgisi var. Yani bir insan, hayatı boyunca hiç mide şikayeti yaşamamış ise, mide ağrısı çekenlere yardım etme isteğini çok duymaz. Ama örneğin depresyon geçirmiş, onun sıkıntılarını yaşamış ise, depresyon hastalarına yardım etmekten özel bir haz alır tabii. Nitekim göz bozukluğu olanların göz uzmanı, doğuştan kalça çıkığı olanların ortopedist olmaları gibi örnekleri çok gördüm.


S: Konunun dinle ilgisini de merak ediyorum. Mesela sağlam inançlı insanların akıl hastalıklarına yakalanmaması gerekir sanki. Sizce?


C: Bir karşı soru sorayım: İnançlı insanlar şeker hastası olamaz mı? Tabii ki olur. Kimse bunda bir gariplik görmez. Öyleyse dindar bir insanın psikiyatrik bir hastalığa yakalanmasını da çok garipsememek lazım. Zira (bahsettiğim gibi) psikiyatrik rahatsızlıkların büyük kısmı, fizik bünyeden, yani sinir sistemindeki dengesizliklerden kaynaklanır ve kişinin inancıyla, hayat tarzıyla ilgisiz biçimde ortaya çıkabilir.


Mesela Manik-Depresif hastalık, çoğunlukla görünür bir sebep olmadan, genellikle de mevsimlerle ilişkili olarak seyreder ve bariz biçimde ailesel geçiş gösterir. Doğuştan genetik yatkınlığı olan bir kişi, dengeli yaşayan bir dindar bile olsa, Manik atak geçirebilir. Ama şu var ki, kişinin hastalığı da sağlığı gibidir. Mesela serseri mizaçlı bir insan bu hastalığa yakalandığında, ona-buna sataşıp kavga eder, karşı cinse sarkıntılık eder de, ahlaklı bir insan bu hastalığa yakalanınca, taşkın bir şekilde çevredekilere öğüt verip, ölçüsüzce yardım faaliyetlerinde koşturabilir.


Yine mesela beyindeki Serotonin metabolizmasında bozukluk olan bir kişi, düşünce biçimi ne olursa olsun, depresyona yatkındır. Ancak böyle bir hassasiyeti olan kişi, eğer inancından destek alıyorsa, depresyona daha fazla direnebilir tabii.


Sorduğunuz soruya şöyle ikinci bir cevap daha verebilirim: "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder." denildiği gibi, 'yarım inanç' da hasta edebilir. 'Yarım inanç' derken şunu kastediyorum: Mesela bir insan Allah'ı sadece yasaklayıcı ve cezalandırıcı sıfatları ile tanır, affedici, merhamet edici yönlerini görmezden gelirse, küçük hatalarından dolayı bile depresyona girebilir. Maalesef toplumumuzda din eğitimi daha çok "Böyle giderseniz Cehennem'de yanarsınız." havasında olduğu için, dindar insanlarda kendini suçlamaya ve depresyona daha fazla yatkınlık vardır bile diyebiliriz.


Yine de Peygamber sünnetine uyarak yaşayanların, ruhsal hastalıklara karşı epey korundukları da bir gerçektir. Mesela sabah erken kalkıp sonra yatmamak ve toplam olarak da az uyumak, hem dinimizde tavsiye edilir, hem de depresyona %70 oranında iyi gelmektedir. İskandinav ülkelerinde bu konuda pek çok araştırma yapılmıştır ve 'uyku deprivasyonu' (tam veya kısmi olarak uykusuz kalmak) bir depresyon tedavisi olarak tıp literatüründe yer almıştır.


Yine oruç tutmanın, gergin ve asabi bünyeleri yumuşattığı, birçok psikiyatrik hastalıkta kısmen düzelme sağladığı da çok gözlenen bir olgudur. Hatta çocuk hastalıkları dalındaki bazı yayınlarda, sara (epilepsi) hastası çocuklarda, az yemek yeme ve belli gıdaları alma ile karakteristik bir gıda rejimi önerilir. Bu sıkı rejim sonrası vücutta oluşan ketoasidoz halinin, beyindeki düzensiz çalışan hücreleri kontrol altına aldığı düşünülmektedir. Oruç esnasında vücutta oluşan temel değişim de ketoasidozdur zaten. Oruçlunun ağzındaki kokunun sebebi de budur. Yine son yıllarda aralıklı aç kalma (intermittant fasting) denilen oruç benzeri sistemin de, sağlıklı yaşama katkısı sebebiyle giderek popüler olduğunu bilirsiniz.


Yine sık sık suyla temas etmenin, gerginliği, stresi azalttığı da bilinen bir gerçektir. Nitekim hırçın çocukların bol bol suyla oynamalarını tüm hekimler önerirler. Veya panik atak dediğimiz aşırı heyecan hallerinde hastanın elini-yüzünü soğuk suyla yıkaması da önerilir; gerginliği azaltmaya yardımı olur. Hadislerde de öfkelenince abdest almanın tavsiye edildiğini okumuşsunuzdur.


S: Bazıları da "Fazla derin düşünme. Filan kişi dine çok daldı, hatta tarikata girdi, sonra da akıl hastası oldu." gibi yorumlar yapıyorlar.


C: Aşırı hassas, dengesiz, akıl hastalığına yatkın bazı insanlar, dertlerine derman ararken, "Belki dini yaşantıda devasını bulurum" diyerek o yöne meyledebilirler. Ama bazen tabiatlarındaki dengesizlik yüzünden dini de çarpıtılmış olarak algılayıp, hiç fayda göremezler. Sonra da, zaten "geliyorum" diyen hastalık, açığa çıkar. Ben Allah rızası için değil de, sırf şifa bulmak amacıyla tarikata giren birçok insan tanıdım. Çoğu da fayda görmedi.


S: Hastalık da, şifa da Allah'tandır. İlaç kullanmak şart mı? Dua etmek yetmez mi?


C: Bu soruya Eyüp Peygamber üzerinden cevap verebiliriz. Hz. Eyüp hastalığı Allah'tan bilmiş, şifa için de dua etmişti ama, ona "Tamam, duan kabul oldu, artık şifa buldun." denilmedi. Ayağıyla yere vurması, oradan çıkan suyu içip onda yıkanması emredildi. Hz. Eyüp de o şekilde şifa buldu. Burada geçen ayağıyla yere vurmanın egzersize, yerden çıkan suyu içmenin de şifalı kaynak sularına, hatta dolaysıyla ilaçlara işaret olduğu bile söylenebilir.


Madem ki sebepler dünyasında yaşıyoruz, hastalıklar da bazı sebepler aracılığı ile gelişiyor, şifa için de sebeplere baş vurmak gerekir. Zaten hadislerde de "Allah her derde bir derman yaratmıştır. Arayın, bulun." buyuruluyor. Bu durumda "Şifa veren Allah'tır." diye ilaç kullanmayı bırakmak, "Rızık verip besleyen Allah'tır." diye yemek yemeyi bırakmak gibi garip olmaz mı? 


S: Ama Hz. Eyüp doğal bir vesile ile, kaynak suyu ile şifa bulmuş. İlaçlar ise yapay maddeler değil mi?


C: İlaçlar uzaydan gelmiyor ki. Dünyada bulunan maddelerden yapılıyor. Kimisi bir madenden, kimisi bir bitkiden, kimisi de bir bakteriden elde ediliyor. Ama o doğal kaynaktan bulunan madde laboratuvarda geliştirip doz ayarlaması yapıldıktan sonra ilaç haline getiriliyor. Üstelik bu düzenlemeler yapılmadığı takdirde, sorun çıkma ihtimali de çok yüksektir.


Mesela acı düvelek tohumunun sinüzite iyi geldiği bilinir. "Bu tohumun suyu buruna bir-iki damla damlatılırsa iltihabı söker." denir. Fakat ondaki aktif madde o kadar yoğundur ki, biraz fazla damlatırsanız aşırı bir etki yapar ve tehlikeli olur. Bir tanıdığım bu yüzden ölüm tehlikesi atlattı mesela. Oysa ilaçların dozunu bünyeye göre ayarlamak çok kolaydır.


Üstelik mesela haşhaş da doğaldır ama zararlıdır ve alışkanlık yapabilir. Tütünü, esrarı vs. de sayabiliriz.


S: Ama ilaçların da yan etkileri var. Hem bazıları alışkanlık da yapıyor.


C: Kullanılan ilaçlar bazı yan etkiler gösterebilir tabii. Ona bakarsanız aspirin gibi basit ağrı kesicilerin bile yan etkileri vardır. Ama ilaç yan etkilerin pek azı tedaviyi kesmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Çok bilinmeyen bir bilgiyi de aktarayım. Aslında laboratuvar çalışmalarında bulunan ve bazı hastalıklara çok da iyi gelen nice ilaç, sırf ciddi yan etkileri sebebiyle piyasaya verilmiyor. Hatta keşfedilen ilaçların yarısından fazlası, yan etki sorunu halledilemediği için rafa kaldırılıyor. Sadece kabul edilebilir düzeyde yan etki gösterenler kullanıma sunuluyor. Zaten yan etkiler olduğunda doktorunuza danışırsanız, doz veya ilaç değişikliği ile sorun kolayca çözülebilir. 


Alışkanlık yapma konusuna gelince: Psikiyatride kullanılan ilaçların sadece çok az bir kısmı alışkanlık yaparlar. Ve zaten bunlar da ülkemizde yeşil veya kırmızı reçete ile verilmektedir.


Burada yanlış yorumlanan bir nokta da şudur: Hasta bir süre ilaç kullanıp düzeldiğini hissettiğinde kendi kendine ilacı keserse, kısa süre sonra rahatsızlık tekrarlar. Bu da "ilaç bağımlılık yaptı" diye değerlendirilebilir. Hayır, bağımlılık yapmadı. Siz ilacı vaktinden önce, hastalık tam düzelmeden kestiniz sadece. Ve örneğin bir tansiyon hastası, tansiyonu düzeldi diye ilacı keserse ve tansiyonu yeniden yükselirse, "ilaç bağımlılık yapmış" der mi?


Son olarak şunu da sormak isterim: Faraza diyelim ki ilaç bağımlılık yapmış olsun. Sürekli hasta kalmak mı daha mantıklıdır, sürekli ilaç kullanmak mı?

 

S: Peki bu hastalıklar sadece ilaçla mı tedavi edilir?


C: Tüm psikiyatrik rahatsızlıklarda iki temel tedavi biçimi vardır: İlaç tedavisi ve psikoterapi.


İlaç tedavisi kolay bir yöntemdir ve hastaların çoğunda %70-80 düzelme sağlayabilir. Yani kişi bazen sadece ilaç almakla, on beş-yirmi gün içinde, hastalanmadan önceki haline dönebilir. Ama bu, adı üstünde, 'hastalanmadan önceki hal'dir. O duruma dönen kişinin bir süre sonra yeniden aynı rahatsızlığa yakalanması büyük bir ihtimaldir. O yüzden, gerçek ve kalıcı bir düzelme için, kişinin hayata bakış açısını değiştirmesi, yeni bir düşünce ve yaşama biçimi geliştirmesi gerekir. Bu da ancak psikoterapi ile mümkün olabilir.


S: Psikoterapi nedir, biraz açıklar mısınız?


C: Kısaca söylersek, kişinin duygusal çatışmalarını çözümleyen, gerginliğini, moral bozukluğunu azaltan, ruhsal uyumunu ve iç huzurunu artıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi denilir. Bu tarife göre diyebiliriz ki, hayatın anlamını kavramayı sağlayan, yıpratıcı olaylara karşı teselli veren, yapıcı davranış ve düşünce şekilleri geliştiren her türlü faaliyet, hatta dini bir sohbet dahi terapi sayılabilir. Nitekim batıdaki psikoterapiler, papazların günah çıkartma seanslarından ilham almıştır. Ölçülü olmak ve güvenilir kaynaklardan alınmak kaydı ile, dini eğitim de hatırı sayılır bir terapi yerine geçebilir.


Uzmanlarca yapılan psikoterapi ise, her görüşmesi en az 40 dakika süren ve kişinin duygusal çatışmalarının gerçek sebeplerini bulup çözmeye çalışan, iç huzurunu artıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran bir süreçtir. Yani kişiyi hastalanmadan önceki halinden de iyi bir duruma getirmeyi amaçlar. Tabir yerinde ise sorunun 'dallarını budamayı' değil, 'kökünü kesmeyi' hedefler. Ama bunun kolay bir süreç olmayacağı da açıktır.


S: Kişi bir yakınına, içindekileri anlatıp rahatlasa, karşısındaki de onu dinleyip teselli verse, bu da bir terapi olmaz mı?


C: Bu şekilde içini boşaltma, geçici bir ferahlama verir sadece. Zaten bu şekilde sorunları çözmek mümkün olsaydı, hemen hiç kimse hastalanmazdı ki. Bizde arkadaştan kuaföre dek dert dinleyecek kişi çok. Ama böyle bir dertleşme, zorlu ve karmaşık vakalarda bir fayda vermez.


S: Peki insan kendi iradesi ile bu hastalıkları yenemez mi?


C: Kişinin düzelmek için gayret göstermesi tabii ki çok önemlidir. Ancak bu gayreti nasıl ve nerede göstereceğini, ne gibi yöntemler kullanması gerektiğini herkes bilemez. Bir uzmanın yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Öte yandan zaten terapide yapılmaya çalışılan şey, kişinin olabildiğince kendi ayakları üstünde durması ve sorunlarıyla baş etmeyi öğrenmesidir, onu da belirtmem lazım. Zaten ömür boyu terapist desteği almak, pek mantıklı da değil, mümkün de değildir.


S: Bazıları bu tip hastaları hocalara götürmeyi, muska yazdırmayı vs. öneriyorlar. Siz ne dersiniz?


C: Bu rahatsızlıklar batılılarda da var. Oysa onlar hocaya götürme, okutma gibi yollara baş vurmuyorlar. Peki hastalıkları nasıl düzeliyor? Tabii ki psikiyatrik tedavi ile. Zaten midesi ağrıdığında veya gözü bozulduğunda doktora giden bir kişinin, stres veya öfke yaşayınca doktora değil de hocaya gitmesi, biraz anlamsız oluyor. Araba bakımı için imama, çatı tamiri için müezzine danışmadığınız gibi, hastalıklarınız için de doktorunuzdan başkasına fikir sormayın bence.


DEPRESYON İNSANLIĞIN KADERİ Mİ?


"Depresyon çağımızın hastalığıdır." Bu sözü sıkça duymuşsunuzdur. Acaba gerçekten de depresyon, çağımıza has bir sorun mu? İsterseniz önce depresyonun tarifine bakalım: 'Kişinin hedeflerini gerçekleştiremediği, istediklerini elde edemediği, sahip olduklarını da koruyamadığı veya kaybetme ihtimali yaşadığı zaman düştüğü ümitsizlik hali.' Bu tarife bakınca, depresyonun sadece bu çağın değil, tarih boyunca tüm insanlığın derdi, hatta 'kaderi' olduğu bile söylenebilir. 


Zira insan yaratılış itibariyle zayıftır, fakirdir, ölümlüdür ve (hayvanların zıddına olarak) bunların farkındadır da. Her şeyi isteyen ama hiçbir şeye gerçek anlamda sahip olamayan, her şeyden korkan, incinen ama hiçbir şeye sözü geçmeyen, üstelik en güzel zamanlarında bile geçici ve ölümlü olduğunu, her şeyin bir gün biteceğini bilen bir insanın, depresyona girmesi değil, girmemesi ilginçtir denilebilir. 


Bu da çoğunlukla gaflet sayesinde mümkün olur; yani 'kafasını kuma sokarak'. Korktuğu şeyleri düşünmemeye çalışır, görünürde sahip olabildikleri ile kendini teselli eder, ölümü ve ayrılığı hatırına getirmez. Devekuşu mantığı ile hayatından zevk almaya çalışır. Ama görmezden gelinemeyecek darbeler o gaflet perdesini yırttığında, ertelenmiş ve hasıraltı edilmiş korkular, ümitsizlikler, bir sel gibi benliği sarar ve depresyon gelir. 


Bu noktadan, depresyon neredeyse insan olmanın doğal bir sonucu gibi görünmektedir. Nitekim yapılan araştırmalar (uyku bozukluğu, sık ağlama, gelecekten ümitsiz olma, kendine güvensizlik, halsizlik, hayattan zevk alamama gibi) depresif bulguların insanların %60 kadarında değişik düzeylerde bulunduğunu göstermektedir. Bir psikiyatristle tanışan insanların pek çoğunun şaka yollu "aslında benim de size görünmem lazım" demeleri, bu gerçeğin itirafı gibidir. 


Peki bu denli yaygın bir sorun olan depresyonla başa çıkmak mümkün değil midir? Bu zayıflık, fakirlik, geçicilik ve ölümlülük dertlerinin ilacı yok mudur? Vardır tabii, arayan da bulur; ama eğer ararsa. Zaten insanların en çok yanıldıkları nokta, bu sıkıntılı durumu çözümsüz zannetmeleri ve üstünde durmamaları, başka şeylerle kendilerini oyalamaya çalışmalarıdır. Oysa bir dert açığa çıksa, çözümü mümkündür ama, gözünü kapayıp kendini hayallerle avutan birisinin gerçek bir çare bulması imkansızdır. 


"Erkekçesine ölümün yüzüne gül. Dinle bak ne ister?" diyerek ölümle yüzleşen, "Evet, ben acizim, fakirim, faniyim, geçiciyim. Bunlar beni çok incitiyor. Peki ama bu dertlerin çaresi nerede olabilir?" diyebilen insan, çözüme yaklaşabilir. Bu da muhakkak ki az-çok çile çekmek demektir. Ama zahmetsiz rahmet yoktur ki. 


Başka türlü soralım: Depresyona girmiş ve "Her şey boş, istediklerim olmuyor, ters giden olaylar beni yıkıyor, zaten sonunda öleceğiz, bu hayat çok anlamsız." diyen bir hasta mı, yoksa "Boş ver bunları, kafana hiçbir şey takma. Ayağını sıcak tut, başını serin; gönlünü ferah tut, düşünme derin." diyen tesellici mi daha tutarlıdır acaba? Devekuşu mantığı kullanan bu kişilerin 'kafaları duvara çarptığında' depresyon kuyusuna tepetaklak yuvarlanmaları kaçınılmaz değil midir? 


Aslında hepimiz, duvarları aynadan küçük bir odada gibi değil miyiz? Tüm duvarlar ayna olduğundan iç içe geçmiş görüntüler bize geniş bir yerdeymişiz hissi verir ama, ufacık bir bela bizi sarsıp da kafamızı çok uzak sandığımız duvara çarptığımızda, aslında daracık bir odada olduğumuzu fark etmez miyiz? Hayaller uçup, uykular kaçmaz mı? En tatlı haller bile bize acı vermez mi? Kurduğumuz yalancı cennetin cilası her ölümle, her kayıpla, her hüzünle çatlamaz mı? 


Lise yıllarımda bir gazetenin magazin ekinde okuduğum bir haberi hiç unutmam. Bir gurup sanatçı 'felekten bir gün çalalım' diye toplanıp pikniğe gitmişler. Akşama kadar süren eğlenceyi uzun uzun anlatan yazı şu cümle ile bitiyordu: "Gün bittiğinde herkes çok üzgündü. Çünkü çok güzel bir gün geride kalmıştı." Ne garip değil mi? En güzel şeyler bile sadece yaşanırken az bir lezzet verip, bittiğinde elem bırakıyor. Lezzetin kaybı elem oluyor yani. 


Yine hatırlarım, gençliğimde tuttuğum takımın maçlarını radyodan heyecan ve zevkle izlerken en kızdığım şey, spikerin sık sık "Maçın son 15 dakikası.", "Son 5 dakikaya girdik." demesiydi. Zevk aldığım şeyin az sonra sona ereceğini duymak acı veriyordu. Güzellikler daha yaşanırken bile, biteceklerini bilmek, o an alınan zevki bozuyordu. Yani lezzetin kaybını düşünmek bile elem veriyordu insana. 


Burada "Tamam kabul, uzatma. Biliyorsan bir çare öner." diyen olabilir, ama problemleri yarım yamalak dile getirip işin ciddiyetini tam kavramadan çabuk çözümler aramanın tehlikeli bir aldatmaca olduğunu unutmayalım. O yüzden biraz daha devam edelim bence. Ve bir genci düşünelim. Dünyalar kadar sevdiği biri var ve onunla mutlu bir gelecek hayal ediyor. Oysa fark ediyor ki, sık sık dile getirdiği "Sonsuza dek beraber olacağız sevgilim." sözü, tam bir yalan; hem de kuyruklu yalan. Ne sonsuzu, gelecek yıla çıkacakları bile şüpheli. O denli sevdiği kişiden er veya geç bir gün kopacak. O zamana kadar da muhtemelen hayallerine tam uymayan, yarım yamalak bir beraberlikle yetinecek. Ve bunları görmezden gelip, tüm kalbini ona bağlayarak kendini teselli etmeye çalışıyor. Nereye kadar? 


Bir de anne hayal edelim. Uğruna canını bile verebileceği çocuğu, her an bir hastalıkla, bir felaketle karşılaşabilir. Tüm gün yanında bekçilik yapsa bile, ufak bir mikrop o yavrusunu yatağa düşürebilir, sakat bırakabilir veya elinden alabilir. Ne yapabilir bu anne? Şefkat ateşini neyle söndürebilir? Kaybetme korkusunu nasıl unutabilir? Felsefecilerden ve 'laik' psikologlardan cevap bekliyoruz. 


Ama cevap yok. Onların tüm diyecekleri, "Bunlar hayatın acı gerçekleri. Kabulleneceksin. Başka şeylerle meşgul ol, hobiler edin. Başarabildiklerine, sahip olabildiklerine bak; mutlu olmaya çalış vs." O zaman onlara soruyoruz: İdama mahkum olmuş bir mahkum, zindanın süslenmesinden zevk alabilir mi? Dünya kadar geniş ve sonsuz bir cenneti isteyen bir ruh, suyu-elektriği bile kesilebilen uyduruk villalarla kandırılabilir mi? 


Ama inanç gözlüğü ile bakan bir insan için, ne bir korku, ne de bir hüzün yoktur. Çünkü sağlam bir inanca sahip olan kişi, sevdiğini Allah için sever. Sevgilisi Allah'ın rahmet ve güzelliğinin bir yansımasıdır. Ve onunla, sonsuz bir hayatta hiç ayrılmadan yaşayacakları ümidini taşır. Yakınları dünyadan alındığında "Ayrılık geçicidir. Orada kavuşacağız." diye teselli bulur. Şefkat ettiklerini Allah'ın rahmet ve korumasına emanet eder. Bu hayatın belalarını, hastalıklarını ilahi birer ikaz, birer günah temizleyicisi bilir. Dünya malını veya makamını, kazandığında da, kaybettiğinde de kalbini bağlamaz. "Veren de o, vermeyen de." der. "Biz bir sınavdayız, sınavda rahat olmaz." deyip sıkıntıları, zahmetleri hoş karşılar. "Bu dünya bir karalama defteridir." der, düzeltemediği karışıklıklarla zihnini bulaştırmaz, kendi işine bakar. "Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler." der, pencerelerden seyreder, içlerine girmez. Büyük yanlışlar yapmış ve en kötü bir hale düşmüşse bile, "Allah'ın rahmetinden ümit kesilmez." der, hatalarına tövbe edip yeni ve beyaz bir sayfa açar. Böylece bu hayatta da gerçek huzur ve mutluluğu bulur. 


18 Mayıs 2023

GÖĞE ÇIKARMA İLE YERE BATIRMA ARASINDA


Bu yazıda 'melek-şeytan ikilemi'nden bahsedeceğim. Yani bir insanı ya kusursuz bir melek, ya da hain bir şeytan gibi görme yöneliminden. Tüm insanları iyiler-kötüler diye kategorize edenleri çok yaygın biçimde görüyoruz. Hatta, bu zıt değerlendirmeler farklı zamanlarda aynı kişiye bile yapılabiliyor. Hayatı, klasik Türk filmleri gibi yaşayan çok kişi var. Malum, o filmlerde kişi örneğin karısını, önce 'sen bir meleksin' tarzında göğe çıkarırken, tek bir hatasında (hatta çoğunlukla da yanlış anlama sonrası) 'meğer sen bir yılan imişsin' diye yerin dibine batırır. Ve film boyunca da bu iki uç arasında gidiş gelişler tekrarlanır durur.


Oysa kimse ne melektir ne de şeytan; ne simsiyahtır ne de bembeyaz. Hepimiz hataları ve sevaplarıyla grinin değişik tonlarındayız. Ama bu tarz bir mantığı oturtmak biraz zor, melek-şeytan sınıflaması ise çok kolaydır. Zaten o kolaylık yüzündendir ki, çocuklara yönelik çizgi filmlerde sadece iyiler ve kötüler vardır. İyiler imkanı yok, yanlış bir şey yapmazlar; kötüler ise en ufak bir hayırdan mahrum canavarlardır. Ama hayatın ve insanların gerçekleri, çizgi film basitliğinde değil tabii.


Aile terapisi yaptığım bir hastamdan örnek vermek isterim. İlk görüşmede bana eşinin 'tam bir şeytan' olduğunu söylemişti. Anlattığına göre, kendisini hiç desteklememiş, sevmemiş, hep aşağılamış ve zarar vermişti. Bunlara dair bir yığın olaydan bahsetti. Oysa karısı hiç te öyle berbat birine benzemiyordu. Bir miktar ilaç kullanımından sonra ikinci görüşmemizi yaptık. Bu kez de eşi bir melek olmuştu gözünde. Oysa melek gibi masum da görünmüyordu eşi. Kendisine ilk görüşmede anlattığı şeyleri hatırlatınca da "onları düşünmüyorum artık" demişti, "onu çok seviyorum." Uyarılarım boşa gitti ve "Durum düzelmiştir, teşekkür ederiz." denildi. Bir sonraki  gelişinde ise, eşi yine bir şeytan olmuştu. Böyle siyah-beyaz mantığıyla düşünmeyip gri görebilmeyi, mantıklı ve ortalama yorumlar yapmayı uzun zaman öğrenemedi maalesef.


Dediğim Türk filmi mantığına çok uyan bir genç hastamı daha hatırladım şimdi. Bu delikanlı önceleri büyük bir aşkla sevdiği karısının, aslında hayli ahlaksız olduğunu, zaten öteden beri kendisini ezdiğini, hep mutsuz ettiğini, sonunda da muhtemelen kendisini aldattığını vs. anlatıp, onu terk ettiğini söylemişti bana. "Geçmişte hiç güzel günler yaşamadınız mı? Hiç mi iyi tarafı yoktu?" diye sorunca da, "Bir zamanlar hayli iyiydik ama, şimdi anlıyorum ki o sıralarda bile sinsi sinsi benim kuyumu kazıyormuş." dedi. İçimden "yakında eşine dönerse şaşırmam." diye geçirdim. Zira yorumları mantıklı değildi. Yaşanmış iyi şeyleri görmemeye çalışıyor, yok sayıyor, kara bir gözlükle sadece kötü yönleri görüyordu. Bu yanlış mantıkla kendini uzun süre kandıramazdı. Bir ay sonra gördüğümde mahcup mahcup gülümsedi, "Biz yine bir araya geldik." dedi, "İyiyiz".


Bu göğe çıkarma-yere batırma tarzının örneklerini çevremizde de görebiliyoruz. Mesela futbol. Bir takım eğer iyi bir maç çıkarmış ve farklı kazanmış ise, tüm oyunculara övgüler düzülüyor, teknik direktör bir dahi ilan ediliyor; bir hafta sonra kötü oynanıp maç kaybedilince ise, tüm oyuncuların işe yaramaz sorumsuzlar olduğu, teknik direktörün de 'beceriksiz bir Alman köylüsü' olduğu yazılıyor, bilirsiniz.


Hele siyasette bu hataya düşmeyen, neredeyse yok gibidir. Bir hafta önce genel başkanını göğe çıkarırken, ufak bir sürtüşme sonrasında partisinden istifa edip, aynı kişiyi yerden yere vurmaya başlayanlar çok fazla. Bir şahıs tanımıştım, eski bir siyasetçinin adını duyunca neredeyse sigortası atıyor, öfkeyle atıp tutmaya başlıyordu: "Münafığın tekidir. Bu memleket ne çektiyse ondan çekti, vs." Bu şahsın yıllar önce aynı siyasetçiyi neredeyse evliya gibi gördüğünü, "kurtar bizi" diye peşinden koştuğunu, mitinglerde "sen neredeysen biz oradayız" diye slogan attığını öğrenmek beni hiç şaşırtmadı.


Velhasıl, "Sevdim mi tam severim, sildim mi bir kalemde." diyen bir toplumuz yani. O yüzden "Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni." şarkısı çok sevilir ama pek uygulanmaz.


Bu siyah-beyaz tarzının temelleri hayatın ilk yaşlarda atılır ve 'inkar' dediğimiz bir savunma mekanizması ile ilişkilidir. Şöyle ki: Mesela bir çocuk eğer anne-babasını kusursuz görme çağlarında iken, onların ciddi bir yanlışıyla karşılaşırsa (haksız bir dayak gibi) ve eğer bu gördüğü lekeyi kafasındaki kusursuz insan figürüne oturtamazsa, bu üzücü tecrübeyi zihninin bir köşesine atar ve yok saymaya çalışır. Ama hatıralar yok saymayla yok olmaz. Giderek zihinde o kişi hakkında birbirine taban tabana zıt iki ayrı imaj oluşmaya başlar. 'İyi ebeveyn' ve 'kötü ebeveyn'. Eğer ailede işler yolunda ise, problem yoksa, kötü taraflar reddedilir, yaşanmamış sayılır, iyi imaj ön plana çıkar. "Benim babam dünyanın en iyi babası" denir. Ama bir sürtüşme zamanında, bilinç altında hazır bekleyen, birikmiş kötü izlenimler hep birden bilinç düzeyine çıkıp hakim olurlar ve bu sefer de ‘kötü baba’ olur, iyi yanları inkar edilir.


Çocuklukta yerleşen bu tutarsızlık çoklukla ömür boyu sürer. Üstelik sadece ebeveyne karşı değil, tüm insanlarla ilişkilerde etkili olurlar. Bunu hastalarımın çocukluklarını sorguladığımda çok görüyorum. Maalesef bu sorun, ileri yıllarda bir zihin bölünmesi (şizofreni) gelişmesine bile zemin hazırlayabilir.


Böyle olmaması için yapılacak şey ise hayli basit. Anne-babalar hatalı davranışlarda bulunduklarında, bunları yok saymaya, unutturmaya çalışmak yerine "Yaptığım yanlıştı, özür dilerim. Bazen insanlar böyle hatalar yapabilirler. Ben kusursuz değilim zaten." diyebilseler, çocukların zihninde bu tür bölünmeler oluşmaz. Ama bunu gururumuza yedirip yapmadığımız için, toplumumuzda siyah-beyaz mantığı (ya da mantıksızlığı) hayli yoğun biçimde işliyor.


Meşhur siyah-beyaz filmlerimiz bir yana, mesela ulusal tarihimiz bile ya tümüyle hatasız kahramanlar ya da tümüyle kötü hainlerle doludur. Ortasını bulamazsınız. Kimilerinin iyi yönleri hiç görülmezken, kimilerinin de en ufak bir hatasının bile olmadığı farz edilir. Tabii bu sürecin yansıması olarak, toplum içinde de keskin bölünmeler olur. Birbirini 'öcü' gibi gören, anlamaya çalışmayan, en ufak bir diyaloğa bile yanaşmayan alt guruplar oluşur. ‘Bizimkiler iyi, onlar kötü'dür; her şey bu kadar basittir kimilerinin kafasında. 


Bu mantığı, bir dini topluluk içine girmiş insanlarda da görebiliriz. Örneğin hocasını, liderini, olabilecek en üst makamda hayal eden ve bağlandığı kişiye 'her sözünde bir hikmet var, her ne yapsa keramettir' nazarıyla bakanlar, o kişinin açık hatalarını bile görmezden gelebiliyor, Hz. Yusuf'un bile, "Ben nefsimi temize çıkarmam. Nefsim her fenalığı ister." dediğini yok sayıyorlar. Ya da o kişinin hatalarını görmezden gelmek mümkün olmadığı zaman da çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayıp, yüz seksen derece dönebiliyorlar.


Oysa rabbimiz kitabında "ben hatasızları severim" buyurmuyor, "tövbe edip temizlenenleri severim" buyuruyor. Zira hatasız insan yoktur, olamaz da. Hatta peygamberlerin dahi hataları olmuş ve bazı peygamberler büyük günahların eşiğinden dönmüşlerdir. Bu konuda peygamberimizin günah işleyen bazı sahabelere karşı sergilediği tavır çok öğreticidir. O böyle bir olayı öğrendiğinde "Mümkün değil, o böyle bir hata yapmış olamaz; kabul edemem. O kusursuzdur." da demezdi, "Bu ne rezalet? Gözüm görmesin onu! Allah affeder, ben affetmem!" şeklinde bir tavır da almazdı. İnsanoğlunun hatasız olmayacağını bilir, hatalara üzülmekle beraber olgunlukla karşılayıp, güzel yönlerinin hatırına o kişiyi affetmeye ve hoş görmeye çalışırdı.


O yüzden derim ki, insanları siyah-beyaz mantığıyla görüp basit kategorilere ayırmaktansa, gri bir resim çizmeye çalışın. Daha az hata yapar, hayal kırıklığı da yaşamazsınız.


CİNLERDEN KORKMAK


Soru: Cinlerin varlığı Kur'an’da açıkça ifade ediliyor. Peki ama, bunun bize bildirilmesinde bir gariplik yok mu? Allah bize neden cinlerden bahsediyor ki? Cin korkusu yüzünden psikolojik problem yaşayan onca insan var. Hem biz cinleri görmediğimiz halde, onların bizi görmeleri, adaletsiz bir durum değil mi?


Cevap:


1: Kur'an hem insanlara, hem de cinlere hitaben inmiş bir kitap olduğu için, cinlerden de bahsetmesi ve onlara da seslenmesi gayet doğaldır.


2: Cinlerin de (insanlar gibi) iyisi de vardır, kötüsü de. Hepsini şeytan gibi görmek yanlıştır. Hatta bazı cinler, sevdikleri insanlara yardım edip onları korurlar bile.


3: Cinlerin ‘ifrit’ denilen pek az bir kısmı insana zarar verebilecek güce sahiptir. Çok büyük bir çoğunluğu, bizim için risk oluşturmayacak kadar zayıftır. Evde dolaşan bir kedi gibi bile düşünebilirsiniz.


4: Onların bizi görmeleri, bizim ise normalde onları göremememiz konusuna gelirsek: Önceki maddeden devam edelim. Onlar genelde bizden çok daha zayıftırlar. Örneğin sıradan bir cin, sizi istese bile öldüremez. Ama bir insan istemeden bir cinin ölümüne yol açabilir. Hadislerde buna dair çok rivayetler vardır, bilirsiniz. O yüzdendir ki “Sizin onlardan korktuğunuzdan daha fazla, onlar sizden korkarlar.” denilmiştir. Bu yüzden, bazıları korkudan, onların adını anmamak için '3 harfliler' dedikleri zaman espri yaparım: "Belki cinler de (bizden korkmalarından dolayı) bize ‘5 harfliler’ diyorlardır."


Yani biz, güç farkı sebebiyle, bilmeden onlara zarar verebildiğimiz için, Allah onların bizi görmelerine izin vermiştir ki kendilerini bizden korusunlar. Örneğin bir filin bir kurbağayı görmesi zordur. Zaten görmesi gerekmez de. Zira o ufacık hayvanın file zarar vermesi imkansız gibidir. Ama bir kurbağa, fili mutlaka görür. Zira fil kolayca onu ezebilir.


Benzer biçimde, insan en son yaratılan ve manevi potansiyeli en yüksek canlı olduğu, cinler ise insana kıyasla daha basit ve zayıf olduğu için, biz genellikle onları görmeyiz, ama onlar bizi görebilirler. Bu da Allah’ın rahmet ve adaletinin bir tecellisidir aslında.


Tabii (az bulunsalar da) ‘ifrit’ denilen, insana zarar verebilecek, tehlikeli cinler söz konusu olduğunda, korkmakta haklı olabiliriz. Ama abartmaya da gerek yok. Şöyle bir örnek vereyim: Bulunduğumuz semtte birkaç tane kiralık katil yaşıyor olabilir, değil mi? Ama bu ihtimalden dolayı sürekli korku hissetmeyiz. Zira onlara bulaşmadığımız takdirde, bize zarar vermeleri beklenmez. İfritleri de bu gözle görebilirsiniz. 


Hem unutmayalım ki, bu dünya Cennet değil, sınav meydanıdır. Burada hiç bir sorun olmasaydı, ne sınav olurdu, ne de kimse Cennet’i arzu ederdi. Tabii ki sınav meydanında bazı sıkıntılar, korkutucu veya üzücü şeyler olacak. Ve insan maddi-manevi kırılgan ve hassas bir varlık olduğu için birçok şey onu üzüyor, korkutuyor. İşte bu halden tek bir çıkış yolu vardır: Zayıflığını ve muhtaçlığını kabullenip, sonsuz kudret ve rahmet sahibi rabbine sığınmak.


O yüzden Allah bu dünyada insanları tedirgin edecek, korkutacak nice şeyler yaratmıştır; depremler, yangınlar, hastalıklar gibi. Ta ki rablerine sığınsınlar, kibirli bir firavun gibi değil, gerçek bir kul gibi yaşasınlar.


Örneğin bir hadiste Peygamberimiz (asm) dünyanın sonuna doğru, ahir-zamanda, eski devirlerde olmayan yeni hastalıkların çıkacağını haber vermiş. Nitekim AIDS, Covid gibi yeni hastalıkları hepimiz görüyoruz. Bunun bir hikmeti şu olsa gerektir ki, tıp ilerleyip bilinen hastalıklara çözüm bulunduğunda, insanlar gevşekliğe kapılmasınlar ve çevrelerinde daima Allah’a sığınmalarını netice verecek, tedirgin edici hastalıklar bulunsun.


Cin konusu da aynı bunun gibidir. Normalde bizim görmediğimiz, ama bizi görebilen ve nadir de olsa bize zarar verebilen cinlerin Kur'an’da haber verilmesi de, insanı gevşeklikten kurtarıp rabbine yöneltmeye yarar. Hatta şeytanın yaratılması bile, benzer bir hikmet içerir. Allah şeytanı, insan ondan Allah’a sığınsın diye yaratmıştır bile diyebiliriz.


Bir de tersini düşünelim. Farz edelim ki şeytan yaratılmamış, cinler yok, hastalıklar yok, felaketler yok, herkesin keyfi yerinde. Bu konumdaki insanlar Allah’a yönelir miydi sizce? Yoksa “Her şey yolunda, sorun yok, yardım gerekmez. Ben kendi işimi hallederim.” gibisinden bir gevşekliğe, hatta küstahlığa mı düşerlerdi?


Kısacası, Allah her işini hikmetle yapar. İlk anda çirkin gibi görünen şeylerde bile sonsuz rahmeti ve adaleti tecelli eder. Zaten onun korumasına sığındıktan sonra, ne cinler, ne de şeytanlar insana bir zarar veremezler.


4 Mayıs 2023

ATEİZM-DEİZM YÖNELİMİ


Soru: 

Son zamanlarda yaratıcıyı tümden inkar eden ateizm ve "bir yaratıcı var, ama dinler uydurma" diyen deizm akımları çok fazla konuşulur oldu. Kamuoyu yoklamalarında ise ülkemiz nüfusunun en az %5'inin bu çizgilerde olduğu ve bu oranın özellikle gençlerde hayli yüksek olduğu görülüyor. Bu da dindar kesimde bir tedirginlik oluşturuyor. "Sebebi nedir? Bu işin sonu nereye varacak? Ne yapmalıyız?" soruları Müslümanları hayli meşgul ediyor. Siz bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?


Cevap: 

Bahsettiğiniz tarzda bir yönelimin olduğu açık. Bunun sonucu dindar kesimde oluşan tedirginlik de ortada. Hatta bu gidişle, 10-20 yıl öncesinin 'endişeli laik' tanımına, 'endişeli dindar' tanımı da eklenecek gibi görünüyor. Ancak burada bazı temel noktaları atladığımızı düşünüyorum.


Öncelikle şunu hatırlamak lazım ki, ateizm eski bir terim ama, deizm tanımı son zamanlarda popülerleştiği için, sanki yeni ve modern bir akımmış gibi algılanıyor. Oysa ateistler gibi deistler de tarih boyunca vardı. Bilinen bir isimleri yoktu sadece. Örneğin 30-40 yıl öncesinde de "Allah var, kabul ediyorum ama, bu asırda Kur'an hükümleri uygulanamaz ki." diyenler, ya da "Yaratıcıyı inkar etmiyorum ama dini konular ilgimi çekmiyor." deyip dinden uzak bir hayat yaşayanlar hayli çoktu. 


Şimdilerde ise bu insanlar, yaşam biçimlerini felsefî bir görüntüye sokan 'deizm' tanımını pek sevdiler ve o reddedici tarzlarına derin bir ideoloji havası verdiği için bolca kullanıyorlar. Ayrıca bu isimlendirmeler sayesinde, kendileri gibi düşünen kişilerle bir 'izm' etrafında buluşmak, birbirini manen desteklemek, bir tür şahs-ı manevi oluşturmak, onlara psikolojik güç veriyor. Ne de olsa 'zaman cemaat zamanıdır.'


Soru: 

Yani deizm bir ideoloji değil de, hayat tarzı mıdır?


Cevap:

Aynen. Deist yaklaşımın tutarlı bir ideoloji olduğunu kimse söyleyemez zaten. Rastgele 10 deist bir araya gelseler, 'dinler yalan' dışında hiçbir cümle etrafında fikir birliği sağlayamazlar. Zira deizm bir inşa değil, inkardır. Yani insanı, kainatı, hayatı ve ölümü anlamlandıran bir ideoloji değil, dinleri reddetmekten ibarettir. Bu reddedişin temel hareket noktası, şekli ve dozu da kişiye göre farklılıklar gösterir. O yüzden 'deizmin temelleri' diye bir kitap yazamazsınız. Bir yaratıcıyı kabul etmekle beraber kutsal kitapları eleştirmeniz, deist olmanız için yeterlidir. Buna da ideoloji denilemez tabii. 


Soru:

Peki son dönemdeki bu yaygınlaşmanın sebepleri neler sizce?


Cevap:

Buna dair birçok değerlendirme yapıldı. Tüm bu analizleri özetleyelim:


1-Dinimizi, yaratıcımızı, özellikle de peygamberimizi iyi anlatamadık.

2-İnancımızı hayata geçiremedik, güzel temsil edemedik.

3-Bazı dindar siyasetçilerin hataları, siyasetçi oluşlarına değil de dindar oluşlarına mal edildi.

4-Modern çağın ürettiği buhranlara çözüm üretemedik.

5-Medyadaki gizli-açık propaganda ve yönlendirmelere engel olamadık.


Bunların hepsi de doğru. Ama çok önemli bir noktanın sıklıkla gözden kaçırıldığını düşünüyorum. Şöyle ki: İman, bir vicdan işidir ve kişisel bir tercihtir. Kişi iman etmek isterse, buna dair delilleri bulabildiği gibi, inkar etmek isterse de, kendince deliller bulması mümkündür. 


Burada 1979'da Nobel ödülü alan ilk Müslüman olan Pakistanlı fizikçi Muhammed Abdüsselam'ın bir sözünü aktarmak isterim: "Kainattaki düzen, inanmak isteyen bir kişi için, bir yaratıcının varlığına delildir ama, inanmak istemeyen bir kişi için de bir yaratıcının gereksizliğine işaret olabilir." Önemli bir tespit bence. 


Çok dile getirilen bir örnek verelim: Sümer yazıtlarındaki dini metinlerin, Tevrat ve Kur'an ifadeleriyle çok benzer olduğu biliniyor. İşte bu somut veriyi bazıları "Semavi dinler Sümerler'in inançlarından ve efsanelerinden esinlenmiştir." diye yorumlayıp inkarlarına delil olarak kullanıyorlar. Oysa aynı veri, tüm dinlerin aynı kaynaktan geldiği, Sümerler zamanında gelen peygamberlerin de sonraki peygamberlerle aynı gerçekleri tebliğ ettiği şeklinde yorumlanabilir. Örneğin Hz. İbrahim'in Sümerler devrinde yaşadığına dair ipuçları çoktur.


Yani eldeki verileri, isteyen, istediği gibi yorumlayabilir. O yüzden de dini inkar etmek isteyen bir kişiyi, imana ikna edemezsiniz. 


Soru: 

Peki bir insan neden dini inkar etmek ister? 


Cevap:

Ya henüz hayatın darbeleriyle törpülenmemiş olan gururu sebebiyle, bir otoriteyi kabul edip ona boyun eğmek istemediği için, ya da istediği günahı işleyip, kendince keyifli bir hayat yaşamak, bu esnada da vicdan azabı duymamak için. Bu iki sebep de temelde birbiriyle ilintili tabii.


Otoriteye karşı kibir konusundan başlayalım. Bu eğilime sebep olan şöyle bir yaygın hata var: Günümüzde, özellikle modern ailelerin çoğu, çocuklarını kontrol etmek ve eğitmek yerine, şartsız biçimde destekleyip serbest bırakmak yönelimindeler. Bu da sonunda, içi boş bir özgüvene sahip, otoriteye itaat etmekten hoşlanmayan gençleri sonuç veriyor. Anne-babasına saygı duymadan yetişen bir genç de, ne öğretmenine, ne yöneticisine ve ne de peygamberine saygı duymayıp, kolayca isyan ve inkar edebiliyor. Temel sorun burada. 


Yani günümüzün modern çocuk yetiştirme biçimi, isyankar bir nesili netice veriyor. Ve "Anne-babamı yok saymıyorum, ama bana karışamazlar." diyen gençlerin, konu din olunca "Yaratıcıyı yok saymıyorum, ama bana karışamaz." demeleri, şaşılacak bir şey değil. 


Burada çok önemli bir noktayı da dile getirmek isterim. İman, sadece bilmek değil, kabullenmek ve benimsemektir. Mesela bir çocuğun, babasını bilmesi ayrıdır, onu babası olarak kabullenip sözünü dinlemesi ayrıdır. Babasıyla zıtlaşan, onu eleştiren ve önemsemeyen bir gencin, teorik olarak bir babasının olduğunu bilmesi, bir anlam ifade etmez. Ateistlerin inkarları da bu tarzdadır çoğu kez. Bir yaratıcının olduğunu kesinlikle hissederler. Ama onu yok farz etmek, önemsememek, hayatını kendi kafalarına göre yaşamak isterler. 


Vicdan azabı çekmeden keyfince yaşama arzusuna gelelim. Günümüz insanı, modern hayatın sunduğu çekici günahlarla sürekli yüz yüze kalıyor. İnternetin de yaygınlaşması ile her türlü günaha kolayca girebiliyor. Kimseye görünmeden evine içki ısmarlayabiliyor, her türlü uyuşturucuya erişebiliyor, sanal veya gerçek cinselliği serbestçe yaşayabiliyor, bahis, kumar veya faiz işlerine girebiliyor. Neredeyse hiçbir engelle karşılaşmadan, tüm günahları tadarak keyfinin istediği gibi yaşayabiliyor. Ve tabii ki her günahın kısa vadede lezzeti de var. Üstelik çoğu günah bir ölçüde bağımlılık da yapıyor. Böylece bazıları öyle bir noktaya varıyor ki, günahlar hayatının ayrılmaz bir parçası haline geliyor.


Ama tabii ki bu arada vicdanı susmuyor, onu sürekli rahatsız ediyor. "Günaha daldın gittin. Bu gidişle Cehennem'i boylayacaksın." diye uyarıyor. Bu şekilde sürekli vicdan azabı duyarak yaşamak ise mümkün değildir, insana acı verir. Bu iç çelişki yüzünden bazıları tövbe edip dönüyorlar ama, bir kısmı da dini tümden inkar etmek istiyorlar. İnkar edip vicdan azabından, iç çelişkiden kurtulmayı, o bohem hayatı 'dibine kadar' yaşamayı seçiyorlar. 


Ve eğer zamanla "inkar etmeliyim" yönelimi ağır basarsa, kişi bunu destekleyecek delilleri internette bolca bulabiliyor da. Hani neredeyse 'dinsizlik dini'ni yaymak amacıyla hazırlanmış bir sürü site var, bilirsiniz. Bazı ayetleri veya hadisleri bağlamından koparıp akıl dışı gösteren, her şeyin tesadüfen ve evrimle oluştuğunu (güya) bilimsel olarak anlatan tonlarca makale bulmak mümkün. Ama ilginçtir ki, tüm bu iddiaların cevapları da bulunabileceği halde, o cevaplar okunmuyor çoğunlukla. 


Diyaloglar genellikle şöyle:

-Ben 'Sapiens' kitabını okudum ve ateist oldum.

-Peki Bediüzzaman'ın eserlerini okudun mu? 

-Gerek görmüyorum.

veya

-Ateist-deist sitelerde birçok ayet ve hadisin akıl dışı olduğu ispat edilmiş. Onları okusan sen de inkarcı olurdun.

-Hepsini okudum. Tümünün de cevabı var. Ararsan sen de bulursun. Mesela 'Sorularla İslamiyet' sitesini önerebilirim. Oraya da baksana.

-Boş ver. Böyle mutluyum.


Hatta eğer kişi, faraza bu yaygın tavrın dışında davranıp, bazı İslami eserleri ve açıklamaları okusa bile, gerçekten anlamak ve inanmak için değil, eleştirmek ve inkar etmek için okuduğundan dolayı, fayda görmüyor. Nitekim bu inceliğe Kur'an'da da işaretler vardır. Birçok ayette, Kur'an'dan faydalanmak için Allah korkusu taşımak, samimiyetle yönelmek gibi şartların gerektiği belirtilmiştir. Hatta bir ayette "Kur'an, müminler için bir şifa ve rahmettir; zalimlerin ise sadece ziyanını arttırır." denilir.


Yani bu kişilerin büyük çoğunluğu, akıl ve mantık yürüterek, gerçekten doğruyu bulmak arzusuyla hareket edip de dinden çıkmıyorlar. İnkar edince hür ve mutlu olacaklarını, hayatı keyiflerince, dolu dolu yaşayacaklarını zannediyor ve inkarı tercih ediyorlar. Ha, bunların bir kısmı tümden inkara gidip ateist oluyor, bazısı ise yaratıcıyı da inkar edip tümüyle karanlık bir boşluğa düşmeyi göze alamayıp, "Bir yaratıcı var ama bize karışmaz. Dinler de yalan." deyip deist oluyor. Az bir fark var tabii, ama temel yaklaşım aynı. 


Bir süre ateist olup da sonradan İslam'a dönen kişilerin "Nasıl müslüman oldum?" konulu sohbetlerini bizzat veya internette çok dinlemişimdir. İlk başlarda zannederdim ki "Aklıma takılan birkaç soruyu cevaplayamadığım için ateist olmuştum. Ama filan kitapta cevapları bulunca dine döndüm." diyecekler. Bir kez bile böyle bir açıklama duymadım. Hemen hepsi şöyle bir süreç anlattılar: "Üniversite yıllarımda dinleri sorgulamaya başladım. Giderek ateist oldum. Kafama göre yaşamaya başladım. Sonra bu yolda bir hayır olmadığını hissettim. Ölümün de aslında çok yakın olabileceğini gördüm. Kur'an'ı başka bir gözle okudum ve tekrar dine döndüm." 


Özetle, inanmak istemeyen bir kişiyi, biz zorla imana getiremeyiz. "Sen sevdiğini hidayet edemezsin. Ancak Allah 'dileyeni ve dilediğini' hidayet eder." mealindeki ayeti hiç unutmayalım. Bu arada, bu ayette de yer alan ve Kur'an'da sıklıkla geçen "yehdiy men yeşa" ifadesine ikili bir anlam verdiğimi fark etmişsinizdir. Zira Arapça'da bu ibare iki anlama da gelir. Hem "Allah dileyeni doğru yola iletir" hem de  "Allah dilediğini doğru yola iletir." manası vardır. Yani kalben inanmak istemeyen birisini, zorla ve somut delillerle imana getiremeyiz. 


Belki de rabbim bu neslin bazı günahları yaşayıp, o yolda hayır olmadığını gördükten sonra dine dönmelerini, böylece dinin kıymetini daha iyi hissetmelerini irade etmiştir. Zaten düşünürseniz, faraza bir insan nefsinin ve şeytanın tüm telkinlerini yerine getiriyor olsa, bunun karşılığında ne bulabilir ki, kısa bir lezzet dışında? Hiçbir şey. Beklediği mutluluğu bulamadığını, tersine anlamsız bir koşturmacada ömrünü heba ettiğini bir gün anlayacaktır. Gerçeğin, eninde-sonunda açığa çıkmak gibi güzel bir huyu vardır.


Soru: 

"Görelim Mevla neyler. Neylerse güzel eyler." diyorsunuz yani. Tevekkül açısından size katılıyorum ama, bize düşen görevler de olmalı sanki. 


Cevap:

Tabii ki var. Bir kere, başlarda aktardığım maddeleri iyice düşünmek ve onlara çözüm üretmeye çalışmak lazım. Ama en önemlisi şu ki, gerçek mutluluğun imanda olduğunu, inkarda ise yüzeysel ve kısacık bir lezzetle beraber, Cehennem azabına benzer elemler olduğunu, bu dünyada gerçek mutluluğun ancak ve ancak iman dairesinde yaşanabileceğini anlatmamız lazım. Ve ondan da önce, bunu bizzat kendimiz yaşayıp, halimizle göstermemiz gerek. Bu noktayı çok önemsiyorum. Zira karşısındakine "İman etmek, sıkıntı değil, huzur verir." diyen bir kişi, daha kendi sıkıntılarını çözememiş ise, anlatacakları boşa gidecektir.


Soru:

Önce lisan-ı hal ile tebliğ etmek lazım yani. Peki sıra sözlü tebliğe geldiğinde, yani bir ateist veya deist ile tartışma ortamı oluştuğunda, nasıl davranmalıyız?


Cevap: 

En önemlisi şu: Asla 'minder dışına' çıkmamalıyız. Zira biz, bir inancı ve davası olan ve bunları izah ve ispat eden tarafız. Ateist ve deistler ise bir ideoloji inşa etmiyor, inancımızı red ve inkar etmekle uğraşıyorlar. Bu durumda sadece kendi davamıza odaklanıp, kendi doğrularımızı doğru biçimde anlatmakla yetinmemiz lazım. Onların fikirlerinin yanlış olduğunu ispat etmekle uğraşmak, sonuçsuz ve riskli bir çabadır. Hele hele ayrıntılara dair sordukları her soruya cevap yetiştirmeye çalışmak, boşuna bir gayrettir. Her fırsatta işin temeline dönmek gerek.


Yani, biz bu kainata bakınca kusursuz bir sanat görüyoruz. Bu da kusursuz bir sanatçıyı, yaratıcıyı gösteriyor. Bu yolla o yaratıcının varlığını ispat ve sıfatlarını da izah etmek, bizim temel uğraşımız olmalı. Ayrıca böyle bir yaratıcının tabii ki yarattıklarını başıboş bırakmayacağını, elçiler, kitaplar göndereceğini, sonunda da iyilikleri ve kötülükleri karşılıksız bırakmayacağını anlatmalıyız. 


Soru:

Bu konularda önereceğiniz eserler hangileri?


Cevap:

Tüm bu yöntem, izah ve ispatlar için Risale-i Nur eserlerinden daha iyisini bilmiyorum. Bu eserlerden faydalanarak yapılacak bir iman hizmeti, günümüzün en kıymetli din hizmetidir bence. 


Burada aklıma gelmişken, bazı arkadaşların İslam'ı savunmak için çektikleri videolarda, bazı izah ve ispatların ardından ateist ve deistlerle alay eden, hatta onları aşağılayan ifadelerine rastlıyorum. Eğer amaç onların damarlarına basıp daha da dinden uzaklaşmalarını sağlamak ise, yöntem doğru. Ama bu şekilde kimseyi dine ısındıramazsınız. Söyler misiniz, Resulullah (asm) hangi müşrikle alay etmişti? Veya tüm putları teker teker eleştirip onların ilah olamayacaklarını mı anlatmıştı? Ya da örneğin Ebu Cehil'in ne kadar berbat bir insan olduğundan bahsetmiş miydi?


Bu dine hizmet etmek, peygamberin yöntemiyle olur ancak. O sadece müspet bir dille kendi doğrularını, bıkmadan, usanmadan anlatmış, 'minder dışına' çıkmamış, ötesini de Allah'a bırakmıştı. Bu dinin sahibi, bu dini mağlup etmez zaten. Paniğe gerek yok.


BİR AŞK HİKAYESİ


Yerinde duramıyordu Burak. Ona gitme arzusuna engel olamıyordu. "Tülay iki sokak ötede ve ben hala buradayım. Neyi bekliyorum ki? Hemen şimdi gidip aşkımı ilan etmeliyim. Mutluluğa bu denli yaklaşmışken durulur mu? Hayallerim gerçekleşmeli artık." Ve koşarcasına çıktı evden. Yolda hiç bir şey düşünemedi. Sadece duygular vardı, 'o' vardı. Aşk gelince akıl giderdi zaten. Onu sevdiğini söyleyecek, aşkına karşılık alırsa aradığı gerçek mutluluğu bulacaktı.


18 yaşındaydı. Yıllar önce tanımış ve sevmişti Tülay'ı. O küçük yaşta neyinden etkilenmişti tam bilemiyordu ama çocukça aşık olmuştu işte. Pıt pıt atan yüreği birini sevmek istemiş ve ona yapışmıştı. Bu aşkın, ilkokulu okuduğu şehirden ayrılıp başka bir şehire taşınmalarının hemen ardından başlamış olması da ilginçti. Yaşadığı ayrılık, her şeyin sonlu ve geçici olduğunu göstermiş, bundan doğan acıyı 'özel' birine bağlanarak telafi etmek istemişti sanki. Zordu ayrılıklar, ölümü andırıyordu. Alıştığı, sevdiği insanların otobüsleri kalkarken ağlayışları aklından çıkmıyordu. Sonsuzu isteyen bir kalp, tek bir ayrılıktan bile sonsuz yara alırdı; çünkü sonsuz ayrılıkları hatırlatırdı. İşte bu yaraya bulduğu çare ise, Tülay'a kalbini bağlamak, o sevgiyle avunmak olmuştu belli ki.


Sonraki birkaç yıl farklı sınıflarda okumak, hatta hiç görüşmemek, içindeki sevgiyi yok etmek şöyle dursun, iyice arttırmıştı. Erişilemeyen şeyler, gözde, hayalde ve kalpte büyürdü zaten. Ve hiç bir yerde bulunamayan mutluluk, gerçekleşmemiş hayallere bağlanırdı. Artık çocukça bir sevgi değil, ateşli bir gençlik aşkıydı bu. Şarkılar dinleten, yollar gözleten, rüyalar gördüren cinsten.


Ama yıllar boyunca aşkını belli etmemiş, edememişti. Gurur da denilebilirdi buna, utangaçlık da. Hoşlandığı kıza duygularını açamayanların, başka şekillerde, mesela tam tersine o kişiyi kızdırarak ilgilerini belli ettiklerini fark ettiği için de, bu tür davranışlardan bile kaçınıyordu. Yakınında olmak, ufak bir dokunuş, göz ucuyla bir bakış bile yetiyordu ona. İleride ona kavuşmak, onunla mutlu bir hayat sürmek ise en büyük hayaliydi. Ve hayaller büyüyordu hep, hüzünlerle, arzularla beslenerek.


Lise bitip üniversiteyi kazandığında içi cız etmişti. Ondan kopuyor muydu yoksa? Ama hayır, Tülay da kendisiyle aynı şehirde bir okul kazanmıştı. O kadar sevinmişti ki bunu duyunca. Zaten bugüne dek ne istediyse vermişti Allah. Onu da verecekti, emindi bundan artık. Ve sonra gerçek mutluluğu bulacaktı mutlaka. Yoksa?


Açıkçası düşünmek bile istemiyordu ama, bu aşkın da onu mutlu edemeyeceğinden korkuyordu bazen. Zira mutlu olmak için şart gördüğü hemen her şeyi elde etmişti son birkaç yılda. İyi bir üniversite kazanmak, ailesini gururlandırmak, kültürel faaliyetler, rahat bir ev, yeni bir müzik seti vs. 'O' hariç, istediği ne varsa elde etmişti. Ama bunların hiç biri kısa bir sevinç dönemi dışında tatmin etmemişti ruhunu. Gerçek mutluluğu bulma ümidini sadece aşkına bağlamıştı artık. Tülay'a kavuşacak ve mutlu olacaktı.


Tülay'ın evine vardığında kapıyı çalmadan birkaç dakika bekledi. Kalbi fırlayacak gibiydi zira. Kapıyı 'o' açtı ve film koptu. Heyecandan abuk-sabuk konuşmuş, evelemiş, gevelemiş ama 'o sözü' bir türlü söyleyememişti. Yine de mesaj yerine varmıştı. Ne de olsa bu kadar saçma sapan konuşmayı, ancak aklı iptal eden o duygu yaptırabilirdi: Aşk. Tülay da bunu anlamış ve duygularına karşılık da vermişti. O da kendisini seviyordu işte, yaşasın! Aşkına kavuşmuş, mutluluk kapıları ardına kadar açılmıştı. Yıllarca süren özlem bitiyordu sonunda.


Ama sonra, ummadığı bir şey oldu. Eve dönerken içindeki heyecanın azaldığını ve beklediği kadar mutlu olmadığını fark etti. Onca sevgi duyduğu, hayalinde yücelttiği Tülay, herkes gibi biriydi. Ayşe gibi, Fatma gibi, herhangi bir kız gibi. Etten kemiktendi o da. Zaafları, hataları vardı mutlaka. Ayda bir hasta olurdu, baş ağrısı tutardı. Bazen tartışacak, birbirlerini yeterince anlamayacaklardı. Sonunda da çevrede gördüğü çoğu insan gibi öylesine bir beraberlikle hayatları geçecek ve belki de ilişkileri bir gün bitecekti.


Hemen uzaklaştırdı bu düşünceleri aklından. Nankörlük yapmamalıydı, mutlu olması gerekiyordu. Sonraki aylarda çok mutlu bir aşık gibi yaşamaya çalıştı. Mektuplar döşendi, şiirler yazdı, dostlarına sevgisini ve sevgilisini anlattı. Her fırsatta onunla buluştu, onu çok sevdiğini söyledi defalarca. Zaten içten içe şüphe duyulan şeyler çok sık söylenir, gereksiz yere vurgulanırdı. Kendini ikna etmeye çalışmaktı bu aslında. Söylediklerine Tülay inanıyordu ama kendisi inanmakta zorlanıyordu.


Öteden beri 'Ayışığı' derdi onun için. Duru güzelliği, kibar ve uyumlu tavırları bu ismi çağrıştırmıştı. Ama başka şeyleri de çağrıştırıyordu artık. Evet Ay güzeldi ama, doğar, sonra da batardı. Geçiciydi yani. Kah bir bulut perde olur ışığını keser, kah incelir görünmez olurdu. Üstelik ışığı kendinden değildi. Güneş ışığının az bir kısmını aksettirirdi, o kadar. Eksikti ve acizdi yani. İçinden bir ses "Faniyim, fani olanı istemem; acizim, aciz olanı istemem." demeye başlamıştı.


Dünyaları dolduracak bir sevgi vardı kalbinde ama Tülay bu sevgiyi kaldıramıyordu. Değmiyordu tüm zerrelerinde hissettiği aşka. Onu olduğundan mükemmel görmeye çalıştıkça da eksikler daha bir gözüne batıyordu. En dayanamadığı şey ise sonlu olmaktı. "Bir gün mutlaka öleceğiz. Ne kadar sevsem ve mutlu olsam da, bu beraberlik bir gün ecel celladınca kesilecek ve ayrılacağız. Sonsuzluk isteyen bir kalp nasıl taşır bu yükü? Bir gün ayrılacağını bile bile, insan kalbini nasıl bağlar bir sevgiliye? Nasıl kandırır kendini 'sonsuza dek beraber olacağız' diye?" Kaybedeceğini bile bile sevmek, acıların en dayanılmazıydı.


Tam o sıralarda bir arkadaşından duyduğu bir söz zihnine kazınmıştı: "İdama mahkum birisi, idam sehpasının süslenmesinden zevk alabilir mi?" Ne anlama geldiği açıktı bu sözün. Hepimiz ölümlüydük. Bir gün öleceğimizi bile bile yaşıyorduk. Her şey, saatin tik-takları, takvim yaprakları, dökülen saçlar, hepsi ölümü hatırlatıyordu. Ne kadar güzel olursa olsun, bu hayat bitecekti. İdam mahkumlarıydık hepimiz. Sadece tarihi belli değildi idamın. Ve zindan eğlenceleri, darağacı süslemeleri ile avutuyorduk kendimizi, ya da bir başka idam mahkumuyla.


Çıldıracak gibi oluyordu bunları düşündükçe. Ama ne yapacağını da bilemiyordu. Sorunu görmezden gelmek de doğru değildi, olgunlaşmamış yaraya neşter vurmak da. Düşünüyor ve bekliyordu. "Her derdin devası, her sorunun çözümü var. Bir gün bulacağım çözümü." diyordu. Tülay'a da açmıştı bu duygularını. "Seni seviyorum ama, bu sevgi kalbimdeki o muazzam aşkı karşılamıyor." demişti. "Kusursuz ve sonsuz olanı sevmek istiyor kalbim. Ama nasıl olur bu, bilemiyorum. Senden bir şikayetim yok aslında. Şikayetim, senin de benim gibi, herkes gibi, hataları, eksikleri olan, geçici, ölümlü bir insan oluşundan."


Tülay'ı çok üzüyordu bu konuşmalar, farkındaydı. "Galiba sen beni artık sevmiyorsun" demişti bir gün. Derdini anlatamadığını anladı ve sustu ondan sonra. Kaçınılmaz sonun yaklaştığını hissetti. Başını kuma soktu.


Ve bir gün, kasvetli bir sonbahar günü, görüşmek istedi Tülay. Kısa bir konuşmadan sonra da "Ayrılmak istiyorum" dedi. Kafasının içinde bir şimşek çaktı o an. Beynini titreten elektrik, tüm hücrelerine 'her şey fani' gerçeğini kazıdı. Rüzgar durdu, sesler sustu, kantin yıkıldı, dünya boşaldı. Bitmişti işte. Dışarı çıktığında sarhoş gibiydi. Ağlayamadı bile. Zaten yağmur çiseliyordu dökülmüş yaprakların üstüne.


Eve dönüşte ailesini çarşıya götürmesi gerekti. Alışveriş merkezinde müzik yayını yapılıyordu. Şıkıdım bir parça eşliğinde neşeyle çığlık atıyordu vokalistler. İnanamadı buna. Nasıl keyifli olabiliyordu ki insanlar? Ne varsa onları mutlu eden, geçici değil miydi? Bilmiyorlar mıydı her şeyin fani olduğunu, bir gün er-geç öleceklerini? Nasıl gülebilirdi, neşeli olabilirdi bir insan bu halde iken? Aklı almadı.


Sonraları, hayatının en hayırlı günü olduğunu anlayacaktı o günün. Neyin onu mutlu edeceğini arıyordu yıllardır. Ve en azından neyin mutlu edemeyeceği belli olmuştu artık. Kim ki geçicidir ve fanidir, taparcasına aşık olmaya layık değildir. Ne ki geçicidir ve elden çıkmaya mahkumdur, tüm varlığıyla bağlanmaya değmez.


Evet, Ay batmıştı, 'ayışığı' artık yoktu ve her yer karanlıktı ama, Güneş'in doğuşu da yakındı.


*


Not: Bu yazının mesajı "sadece Allah'ı sevin, insanları sevmeyin" değildir. İnsanları tabii ki seveceğiz, ama Allah'ın yansıması olmaları yönüyle. Zira her varlık Allah'ın eseri ve onun isimlerinin yansımasıdır. İnsan ise en kapsamlı yansıtıcıdır. Allah'ı gösteren bir ayna gibidir. Onun hemen tüm sıfatlarını, kudretini, şefkatini, ilmini vs insandaki küçük örnekleri ile görüp tanıyabiliriz.


Ancak bir aynanın içinde Güneş'i gördüğünüz ve içimiz sevinçle dolduğu zaman, asıl olarak Güneş'i sevdiğinizi unutmamanız lazım. Güneş'i bırakıp da aynayı sevmek, aptallıktır. Öte yandan aynayı kırıp atmazsınız da herhalde. Hatta sever ve korursunuz. Çünkü onda Güneş'i görüyorsunuz. Yani aynada Güneş'i gören, aynayı sevebilir ama, asıl Güneş'e aşık olmalıdır.


Nitekim peygamberimiz (a.s.m.) Allah'ı her şeyden çok severdi ama Hz. Ayşe'yi de severdi. Çünkü onda Allah'ın cemalini görüyordu.