18 Mayıs 2023

GÖĞE ÇIKARMA İLE YERE BATIRMA ARASINDA


Bu yazıda 'melek-şeytan ikilemi'nden bahsedeceğim. Yani bir insanı ya kusursuz bir melek, ya da hain bir şeytan gibi görme yöneliminden. Tüm insanları iyiler-kötüler diye kategorize edenleri çok yaygın biçimde görüyoruz. Hatta, bu zıt değerlendirmeler farklı zamanlarda aynı kişiye bile yapılabiliyor. Hayatı, klasik Türk filmleri gibi yaşayan çok kişi var. Malum, o filmlerde kişi örneğin karısını, önce 'sen bir meleksin' tarzında göğe çıkarırken, tek bir hatasında (hatta çoğunlukla da yanlış anlama sonrası) 'meğer sen bir yılan imişsin' diye yerin dibine batırır. Ve film boyunca da bu iki uç arasında gidiş gelişler tekrarlanır durur.


Oysa kimse ne melektir ne de şeytan; ne simsiyahtır ne de bembeyaz. Hepimiz hataları ve sevaplarıyla grinin değişik tonlarındayız. Ama bu tarz bir mantığı oturtmak biraz zor, melek-şeytan sınıflaması ise çok kolaydır. Zaten o kolaylık yüzündendir ki, çocuklara yönelik çizgi filmlerde sadece iyiler ve kötüler vardır. İyiler imkanı yok, yanlış bir şey yapmazlar; kötüler ise en ufak bir hayırdan mahrum canavarlardır. Ama hayatın ve insanların gerçekleri, çizgi film basitliğinde değil tabii.


Aile terapisi yaptığım bir hastamdan örnek vermek isterim. İlk görüşmede bana eşinin 'tam bir şeytan' olduğunu söylemişti. Anlattığına göre, kendisini hiç desteklememiş, sevmemiş, hep aşağılamış ve zarar vermişti. Bunlara dair bir yığın olaydan bahsetti. Oysa karısı hiç te öyle berbat birine benzemiyordu. Bir miktar ilaç kullanımından sonra ikinci görüşmemizi yaptık. Bu kez de eşi bir melek olmuştu gözünde. Oysa melek gibi masum da görünmüyordu eşi. Kendisine ilk görüşmede anlattığı şeyleri hatırlatınca da "onları düşünmüyorum artık" demişti, "onu çok seviyorum." Uyarılarım boşa gitti ve "Durum düzelmiştir, teşekkür ederiz." denildi. Bir sonraki  gelişinde ise, eşi yine bir şeytan olmuştu. Böyle siyah-beyaz mantığıyla düşünmeyip gri görebilmeyi, mantıklı ve ortalama yorumlar yapmayı uzun zaman öğrenemedi maalesef.


Dediğim Türk filmi mantığına çok uyan bir genç hastamı daha hatırladım şimdi. Bu delikanlı önceleri büyük bir aşkla sevdiği karısının, aslında hayli ahlaksız olduğunu, zaten öteden beri kendisini ezdiğini, hep mutsuz ettiğini, sonunda da muhtemelen kendisini aldattığını vs. anlatıp, onu terk ettiğini söylemişti bana. "Geçmişte hiç güzel günler yaşamadınız mı? Hiç mi iyi tarafı yoktu?" diye sorunca da, "Bir zamanlar hayli iyiydik ama, şimdi anlıyorum ki o sıralarda bile sinsi sinsi benim kuyumu kazıyormuş." dedi. İçimden "yakında eşine dönerse şaşırmam." diye geçirdim. Zira yorumları mantıklı değildi. Yaşanmış iyi şeyleri görmemeye çalışıyor, yok sayıyor, kara bir gözlükle sadece kötü yönleri görüyordu. Bu yanlış mantıkla kendini uzun süre kandıramazdı. Bir ay sonra gördüğümde mahcup mahcup gülümsedi, "Biz yine bir araya geldik." dedi, "İyiyiz".


Bu göğe çıkarma-yere batırma tarzının örneklerini çevremizde de görebiliyoruz. Mesela futbol. Bir takım eğer iyi bir maç çıkarmış ve farklı kazanmış ise, tüm oyunculara övgüler düzülüyor, teknik direktör bir dahi ilan ediliyor; bir hafta sonra kötü oynanıp maç kaybedilince ise, tüm oyuncuların işe yaramaz sorumsuzlar olduğu, teknik direktörün de 'beceriksiz bir Alman köylüsü' olduğu yazılıyor, bilirsiniz.


Hele siyasette bu hataya düşmeyen, neredeyse yok gibidir. Bir hafta önce genel başkanını göğe çıkarırken, ufak bir sürtüşme sonrasında partisinden istifa edip, aynı kişiyi yerden yere vurmaya başlayanlar çok fazla. Bir şahıs tanımıştım, eski bir siyasetçinin adını duyunca neredeyse sigortası atıyor, öfkeyle atıp tutmaya başlıyordu: "Münafığın tekidir. Bu memleket ne çektiyse ondan çekti, vs." Bu şahsın yıllar önce aynı siyasetçiyi neredeyse evliya gibi gördüğünü, "kurtar bizi" diye peşinden koştuğunu, mitinglerde "sen neredeysen biz oradayız" diye slogan attığını öğrenmek beni hiç şaşırtmadı.


Velhasıl, "Sevdim mi tam severim, sildim mi bir kalemde." diyen bir toplumuz yani. O yüzden "Hatasız kul olmaz, hatamla sev beni." şarkısı çok sevilir ama pek uygulanmaz.


Bu siyah-beyaz tarzının temelleri hayatın ilk yaşlarda atılır ve 'inkar' dediğimiz bir savunma mekanizması ile ilişkilidir. Şöyle ki: Mesela bir çocuk eğer anne-babasını kusursuz görme çağlarında iken, onların ciddi bir yanlışıyla karşılaşırsa (haksız bir dayak gibi) ve eğer bu gördüğü lekeyi kafasındaki kusursuz insan figürüne oturtamazsa, bu üzücü tecrübeyi zihninin bir köşesine atar ve yok saymaya çalışır. Ama hatıralar yok saymayla yok olmaz. Giderek zihinde o kişi hakkında birbirine taban tabana zıt iki ayrı imaj oluşmaya başlar. 'İyi ebeveyn' ve 'kötü ebeveyn'. Eğer ailede işler yolunda ise, problem yoksa, kötü taraflar reddedilir, yaşanmamış sayılır, iyi imaj ön plana çıkar. "Benim babam dünyanın en iyi babası" denir. Ama bir sürtüşme zamanında, bilinç altında hazır bekleyen, birikmiş kötü izlenimler hep birden bilinç düzeyine çıkıp hakim olurlar ve bu sefer de ‘kötü baba’ olur, iyi yanları inkar edilir.


Çocuklukta yerleşen bu tutarsızlık çoklukla ömür boyu sürer. Üstelik sadece ebeveyne karşı değil, tüm insanlarla ilişkilerde etkili olurlar. Bunu hastalarımın çocukluklarını sorguladığımda çok görüyorum. Maalesef bu sorun, ileri yıllarda bir zihin bölünmesi (şizofreni) gelişmesine bile zemin hazırlayabilir.


Böyle olmaması için yapılacak şey ise hayli basit. Anne-babalar hatalı davranışlarda bulunduklarında, bunları yok saymaya, unutturmaya çalışmak yerine "Yaptığım yanlıştı, özür dilerim. Bazen insanlar böyle hatalar yapabilirler. Ben kusursuz değilim zaten." diyebilseler, çocukların zihninde bu tür bölünmeler oluşmaz. Ama bunu gururumuza yedirip yapmadığımız için, toplumumuzda siyah-beyaz mantığı (ya da mantıksızlığı) hayli yoğun biçimde işliyor.


Meşhur siyah-beyaz filmlerimiz bir yana, mesela ulusal tarihimiz bile ya tümüyle hatasız kahramanlar ya da tümüyle kötü hainlerle doludur. Ortasını bulamazsınız. Kimilerinin iyi yönleri hiç görülmezken, kimilerinin de en ufak bir hatasının bile olmadığı farz edilir. Tabii bu sürecin yansıması olarak, toplum içinde de keskin bölünmeler olur. Birbirini 'öcü' gibi gören, anlamaya çalışmayan, en ufak bir diyaloğa bile yanaşmayan alt guruplar oluşur. ‘Bizimkiler iyi, onlar kötü'dür; her şey bu kadar basittir kimilerinin kafasında. 


Bu mantığı, bir dini topluluk içine girmiş insanlarda da görebiliriz. Örneğin hocasını, liderini, olabilecek en üst makamda hayal eden ve bağlandığı kişiye 'her sözünde bir hikmet var, her ne yapsa keramettir' nazarıyla bakanlar, o kişinin açık hatalarını bile görmezden gelebiliyor, Hz. Yusuf'un bile, "Ben nefsimi temize çıkarmam. Nefsim her fenalığı ister." dediğini yok sayıyorlar. Ya da o kişinin hatalarını görmezden gelmek mümkün olmadığı zaman da çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayıp, yüz seksen derece dönebiliyorlar.


Oysa rabbimiz kitabında "ben hatasızları severim" buyurmuyor, "tövbe edip temizlenenleri severim" buyuruyor. Zira hatasız insan yoktur, olamaz da. Hatta peygamberlerin dahi hataları olmuş ve bazı peygamberler büyük günahların eşiğinden dönmüşlerdir. Bu konuda peygamberimizin günah işleyen bazı sahabelere karşı sergilediği tavır çok öğreticidir. O böyle bir olayı öğrendiğinde "Mümkün değil, o böyle bir hata yapmış olamaz; kabul edemem. O kusursuzdur." da demezdi, "Bu ne rezalet? Gözüm görmesin onu! Allah affeder, ben affetmem!" şeklinde bir tavır da almazdı. İnsanoğlunun hatasız olmayacağını bilir, hatalara üzülmekle beraber olgunlukla karşılayıp, güzel yönlerinin hatırına o kişiyi affetmeye ve hoş görmeye çalışırdı.


O yüzden derim ki, insanları siyah-beyaz mantığıyla görüp basit kategorilere ayırmaktansa, gri bir resim çizmeye çalışın. Daha az hata yapar, hayal kırıklığı da yaşamazsınız.