22 Mayıs 2023

RUH HASTALIKLARI ÜZERİNE


SORU: Ruh hastalığı nedir? Ruh hasta olur mu?


CEVAP: Psikiyatri çerçevesinde kullanılan ruh kelimesi, dinin konusu olan ruh değildir. Dini anlamdaki ruh hakkında zaten fazla bir şey bilemeyeceğimiz ayetle ifade edilmiştir. Ancak bu ruh'un, kişinin benlik algısını oluşturan, beden hücreleri değişse de, kişi felç geçirip yatalak kalsa da değişmeyen bir cevher olduğunu biliyoruz. Bu ruh, bozulmaz, hasta olmaz, ölümle de yok olmaz. Psikiyatrik anlamda kullanılan ruh ile benzerliği bile yoktur denilebilir.


Zaten batı dünyasında psikiyatrik hastalıklar için 'mental (akılla ilgili) bozukluklar' terimi kullanılır. 'Zihinsel hastalıklar' veya 'Akıl hastalıkları' da diyebiliriz. Yani ortada bir isimlendirme hatası vardır sadece. 


S: Peki neden oluyor bu rahatsızlıklar?


C: İnsan beyninde düşünce, heyecan, öfke, uyku gibi fonksiyonları düzenleyen merkezler vardır. Bu merkezlerdeki yapısal ve biyokimyasal dengesizlikler, düşünce ve davranışta bozulmalara yol açar ve psikiyatrik rahatsızlıklar ortaya çıkar. Buna işaret eden meşhur bir söz vardır: "Beyinde bir molekül çarpılmadan, çarpık bir düşünce ortaya çıkmaz." Doğuştan gelen genetik yatkınlık, çocuklukta alınan eğitim, çevre şartları ve kültürel unsurlar da hastalığın açığa çıkmasını etkileyen faktörlerdir. 


S: Psikolog ile psikiyatristin farkı nedir?


C: Psikiyatri tıbbın bir dalıdır. Zihinsel hastalıkların tedavisiyle uğraşır. Psikiyatri uzmanı olmak için Tıp Fakültesi sonrasında uzmanlık eğitimi almak gerekir. Psikoloji ise normal insan davranışlarını inceleyen bir bilimdir. Psikologlar esas olarak insanın normal hayatta karşılaşacağı ergenlik, evlilik, iş değiştirme gibi durumlara uyum sağlaması üzerinde eğitim alırlar. Ayrıca zeka ve kişilik testleri de yaparlar. Hastalıklar söz konusu olduğunda ise bir psikiyatriste yardımcı olarak görev yapabilirler ancak. 


S: Psikiyatrik hastalıklar ilaç tedavisi ile düzelir mi?


C: Tıbbın her sahasında olduğu gibi, psikiyatrik hastalıklarda da ilaç tedavileri vardır ve bazı vakalarda tama yakın düzelme sağlayabilirler. Hatta psikiyatride, hastaların ilaca cevap verme yüzdesi, bazı diğer branşlardan (örneğin Nöroloji'den) daha yüksektir. Tabii ilaçların istenilen etkiyi göstermesi için belli bir süre geçmesi gerekir. Zira beyinde yıllar boyunca oluşmuş biyokimyasal dengesizliğin düzelip, yeni bir dengenin kurulması zaman alır. Bu süre bazen haftalar sürer, bazen yılları da bulabilir. 


Çok gördüğümüz bir sorunu burada vurgulamak istiyorum, bir süre ilaç kullanıp kendini iyi hisseden kişi, vaktinden önce tedaviyi bırakırsa, hastalığı büyük bir ihtimalle tekrarlayacaktır. İlaç tedavisinin doktorun önereceği sürede devam etmesi gerekir. Yıllar içinde gelişen bir rahatsızlığın birkaç gün ilaç almayla kökten bitmesini beklemek, fazla iyimserlik olur. Böyle mucizevi bir ilaç, tıbbın hiçbir dalında yoktur zaten.


S: Psikiyatriste gidenlere bazıları 'deli' gözüyle bakıyorlar. Bu önyargı nasıl çözülür?


C: Bu durum bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor. Bize başvuranların büyük bir çoğunluğu, çevremizdeki herkeste görülebilecek şikayetlerle gelirler. Moral bozukluğu, halsizlik, heyecan, vesvese veya uykusuzluk gibi. Bunların hangisi için 'delilik' diyebiliriz ki?


S: Psikiyatristler için halk arasında kullanılan bir tabir var. "Deli doktorlarının çoğu, kendileri de biraz delidir." denir. Gerçekten böyle midir sizce?


C: Burada abartılı bir yakıştırma var tabii. Ama bir gerçeklik payı da yok değil. Ülkemizde yapılan bir araştırmada görülmüştür ki, psikiyatri uzmanlığını seçen doktorların bir kısmı, daha bu ihtisasa başlamadan önce ruhsal yönden problemli olan kişilerdir. Böyleleri muhtemelen kendi dertlerine de derman aramak için psikiyatriyi seçmiş olabilirler. 


Hatta anlatılır ki, bir üniversitemizin psikiyatri bölüm başkanı, ihtisas için başvuran asistan adaylarına "Hangi probleminizi çözmek için psikiyatrist olmak istiyorsunuz?" diye sorarmış. Bir gün bu soruya bir aday "Peki hocam siz hangi probleminizi çözmek için psikiyatrist oldunuz?" diye sorduktan sonra bu soruyu sormamış.


S: Peki siz hangi sorunlarınızı çözmek için psikiyatriyi seçtiniz desem?


C: Üniversitenin ilk yıllarında geçirdiğim depresyonun, psikiyatriyi seçmemde çok etkisi oldu. Ancak burada tek faktör, kendini tedavi etme arzusu değildir. Daha çok hastalarla empati yapabilmekle ilgisi var. Yani bir insan, hayatı boyunca hiç mide şikayeti yaşamamış ise, mide ağrısı çekenlere yardım etme isteğini çok duymaz. Ama örneğin depresyon geçirmiş, onun sıkıntılarını yaşamış ise, depresyon hastalarına yardım etmekten özel bir haz alır tabii. Nitekim göz bozukluğu olanların göz uzmanı, doğuştan kalça çıkığı olanların ortopedist olmaları gibi örnekleri çok gördüm.


S: Konunun dinle ilgisini de merak ediyorum. Mesela sağlam inançlı insanların akıl hastalıklarına yakalanmaması gerekir sanki. Sizce?


C: Bir karşı soru sorayım: İnançlı insanlar şeker hastası olamaz mı? Tabii ki olur. Kimse bunda bir gariplik görmez. Öyleyse dindar bir insanın psikiyatrik bir hastalığa yakalanmasını da çok garipsememek lazım. Zira (bahsettiğim gibi) psikiyatrik rahatsızlıkların büyük kısmı, fizik bünyeden, yani sinir sistemindeki dengesizliklerden kaynaklanır ve kişinin inancıyla, hayat tarzıyla ilgisiz biçimde ortaya çıkabilir.


Mesela Manik-Depresif hastalık, çoğunlukla görünür bir sebep olmadan, genellikle de mevsimlerle ilişkili olarak seyreder ve bariz biçimde ailesel geçiş gösterir. Doğuştan genetik yatkınlığı olan bir kişi, dengeli yaşayan bir dindar bile olsa, Manik atak geçirebilir. Ama şu var ki, kişinin hastalığı da sağlığı gibidir. Mesela serseri mizaçlı bir insan bu hastalığa yakalandığında, ona-buna sataşıp kavga eder, karşı cinse sarkıntılık eder de, ahlaklı bir insan bu hastalığa yakalanınca, taşkın bir şekilde çevredekilere öğüt verip, ölçüsüzce yardım faaliyetlerinde koşturabilir.


Yine mesela beyindeki Serotonin metabolizmasında bozukluk olan bir kişi, düşünce biçimi ne olursa olsun, depresyona yatkındır. Ancak böyle bir hassasiyeti olan kişi, eğer inancından destek alıyorsa, depresyona daha fazla direnebilir tabii.


Sorduğunuz soruya şöyle ikinci bir cevap daha verebilirim: "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder." denildiği gibi, 'yarım inanç' da hasta edebilir. 'Yarım inanç' derken şunu kastediyorum: Mesela bir insan Allah'ı sadece yasaklayıcı ve cezalandırıcı sıfatları ile tanır, affedici, merhamet edici yönlerini görmezden gelirse, küçük hatalarından dolayı bile depresyona girebilir. Maalesef toplumumuzda din eğitimi daha çok "Böyle giderseniz Cehennem'de yanarsınız." havasında olduğu için, dindar insanlarda kendini suçlamaya ve depresyona daha fazla yatkınlık vardır bile diyebiliriz.


Yine de Peygamber sünnetine uyarak yaşayanların, ruhsal hastalıklara karşı epey korundukları da bir gerçektir. Mesela sabah erken kalkıp sonra yatmamak ve toplam olarak da az uyumak, hem dinimizde tavsiye edilir, hem de depresyona %70 oranında iyi gelmektedir. İskandinav ülkelerinde bu konuda pek çok araştırma yapılmıştır ve 'uyku deprivasyonu' (tam veya kısmi olarak uykusuz kalmak) bir depresyon tedavisi olarak tıp literatüründe yer almıştır.


Yine oruç tutmanın, gergin ve asabi bünyeleri yumuşattığı, birçok psikiyatrik hastalıkta kısmen düzelme sağladığı da çok gözlenen bir olgudur. Hatta çocuk hastalıkları dalındaki bazı yayınlarda, sara (epilepsi) hastası çocuklarda, az yemek yeme ve belli gıdaları alma ile karakteristik bir gıda rejimi önerilir. Bu sıkı rejim sonrası vücutta oluşan ketoasidoz halinin, beyindeki düzensiz çalışan hücreleri kontrol altına aldığı düşünülmektedir. Oruç esnasında vücutta oluşan temel değişim de ketoasidozdur zaten. Oruçlunun ağzındaki kokunun sebebi de budur. Yine son yıllarda aralıklı aç kalma (intermittant fasting) denilen oruç benzeri sistemin de, sağlıklı yaşama katkısı sebebiyle giderek popüler olduğunu bilirsiniz.


Yine sık sık suyla temas etmenin, gerginliği, stresi azalttığı da bilinen bir gerçektir. Nitekim hırçın çocukların bol bol suyla oynamalarını tüm hekimler önerirler. Veya panik atak dediğimiz aşırı heyecan hallerinde hastanın elini-yüzünü soğuk suyla yıkaması da önerilir; gerginliği azaltmaya yardımı olur. Hadislerde de öfkelenince abdest almanın tavsiye edildiğini okumuşsunuzdur.


S: Bazıları da "Fazla derin düşünme. Filan kişi dine çok daldı, hatta tarikata girdi, sonra da akıl hastası oldu." gibi yorumlar yapıyorlar.


C: Aşırı hassas, dengesiz, akıl hastalığına yatkın bazı insanlar, dertlerine derman ararken, "Belki dini yaşantıda devasını bulurum" diyerek o yöne meyledebilirler. Ama bazen tabiatlarındaki dengesizlik yüzünden dini de çarpıtılmış olarak algılayıp, hiç fayda göremezler. Sonra da, zaten "geliyorum" diyen hastalık, açığa çıkar. Ben Allah rızası için değil de, sırf şifa bulmak amacıyla tarikata giren birçok insan tanıdım. Çoğu da fayda görmedi.


S: Hastalık da, şifa da Allah'tandır. İlaç kullanmak şart mı? Dua etmek yetmez mi?


C: Bu soruya Eyüp Peygamber üzerinden cevap verebiliriz. Hz. Eyüp hastalığı Allah'tan bilmiş, şifa için de dua etmişti ama, ona "Tamam, duan kabul oldu, artık şifa buldun." denilmedi. Ayağıyla yere vurması, oradan çıkan suyu içip onda yıkanması emredildi. Hz. Eyüp de o şekilde şifa buldu. Burada geçen ayağıyla yere vurmanın egzersize, yerden çıkan suyu içmenin de şifalı kaynak sularına, hatta dolaysıyla ilaçlara işaret olduğu bile söylenebilir.


Madem ki sebepler dünyasında yaşıyoruz, hastalıklar da bazı sebepler aracılığı ile gelişiyor, şifa için de sebeplere baş vurmak gerekir. Zaten hadislerde de "Allah her derde bir derman yaratmıştır. Arayın, bulun." buyuruluyor. Bu durumda "Şifa veren Allah'tır." diye ilaç kullanmayı bırakmak, "Rızık verip besleyen Allah'tır." diye yemek yemeyi bırakmak gibi garip olmaz mı? 


S: Ama Hz. Eyüp doğal bir vesile ile, kaynak suyu ile şifa bulmuş. İlaçlar ise yapay maddeler değil mi?


C: İlaçlar uzaydan gelmiyor ki. Dünyada bulunan maddelerden yapılıyor. Kimisi bir madenden, kimisi bir bitkiden, kimisi de bir bakteriden elde ediliyor. Ama o doğal kaynaktan bulunan madde laboratuvarda geliştirip doz ayarlaması yapıldıktan sonra ilaç haline getiriliyor. Üstelik bu düzenlemeler yapılmadığı takdirde, sorun çıkma ihtimali de çok yüksektir.


Mesela acı düvelek tohumunun sinüzite iyi geldiği bilinir. "Bu tohumun suyu buruna bir-iki damla damlatılırsa iltihabı söker." denir. Fakat ondaki aktif madde o kadar yoğundur ki, biraz fazla damlatırsanız aşırı bir etki yapar ve tehlikeli olur. Bir tanıdığım bu yüzden ölüm tehlikesi atlattı mesela. Oysa ilaçların dozunu bünyeye göre ayarlamak çok kolaydır.


Üstelik mesela haşhaş da doğaldır ama zararlıdır ve alışkanlık yapabilir. Tütünü, esrarı vs. de sayabiliriz.


S: Ama ilaçların da yan etkileri var. Hem bazıları alışkanlık da yapıyor.


C: Kullanılan ilaçlar bazı yan etkiler gösterebilir tabii. Ona bakarsanız aspirin gibi basit ağrı kesicilerin bile yan etkileri vardır. Ama ilaç yan etkilerin pek azı tedaviyi kesmeyi gerektirecek kadar önemlidir. Çok bilinmeyen bir bilgiyi de aktarayım. Aslında laboratuvar çalışmalarında bulunan ve bazı hastalıklara çok da iyi gelen nice ilaç, sırf ciddi yan etkileri sebebiyle piyasaya verilmiyor. Hatta keşfedilen ilaçların yarısından fazlası, yan etki sorunu halledilemediği için rafa kaldırılıyor. Sadece kabul edilebilir düzeyde yan etki gösterenler kullanıma sunuluyor. Zaten yan etkiler olduğunda doktorunuza danışırsanız, doz veya ilaç değişikliği ile sorun kolayca çözülebilir. 


Alışkanlık yapma konusuna gelince: Psikiyatride kullanılan ilaçların sadece çok az bir kısmı alışkanlık yaparlar. Ve zaten bunlar da ülkemizde yeşil veya kırmızı reçete ile verilmektedir.


Burada yanlış yorumlanan bir nokta da şudur: Hasta bir süre ilaç kullanıp düzeldiğini hissettiğinde kendi kendine ilacı keserse, kısa süre sonra rahatsızlık tekrarlar. Bu da "ilaç bağımlılık yaptı" diye değerlendirilebilir. Hayır, bağımlılık yapmadı. Siz ilacı vaktinden önce, hastalık tam düzelmeden kestiniz sadece. Ve örneğin bir tansiyon hastası, tansiyonu düzeldi diye ilacı keserse ve tansiyonu yeniden yükselirse, "ilaç bağımlılık yapmış" der mi?


Son olarak şunu da sormak isterim: Faraza diyelim ki ilaç bağımlılık yapmış olsun. Sürekli hasta kalmak mı daha mantıklıdır, sürekli ilaç kullanmak mı?

 

S: Peki bu hastalıklar sadece ilaçla mı tedavi edilir?


C: Tüm psikiyatrik rahatsızlıklarda iki temel tedavi biçimi vardır: İlaç tedavisi ve psikoterapi.


İlaç tedavisi kolay bir yöntemdir ve hastaların çoğunda %70-80 düzelme sağlayabilir. Yani kişi bazen sadece ilaç almakla, on beş-yirmi gün içinde, hastalanmadan önceki haline dönebilir. Ama bu, adı üstünde, 'hastalanmadan önceki hal'dir. O duruma dönen kişinin bir süre sonra yeniden aynı rahatsızlığa yakalanması büyük bir ihtimaldir. O yüzden, gerçek ve kalıcı bir düzelme için, kişinin hayata bakış açısını değiştirmesi, yeni bir düşünce ve yaşama biçimi geliştirmesi gerekir. Bu da ancak psikoterapi ile mümkün olabilir.


S: Psikoterapi nedir, biraz açıklar mısınız?


C: Kısaca söylersek, kişinin duygusal çatışmalarını çözümleyen, gerginliğini, moral bozukluğunu azaltan, ruhsal uyumunu ve iç huzurunu artıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi denilir. Bu tarife göre diyebiliriz ki, hayatın anlamını kavramayı sağlayan, yıpratıcı olaylara karşı teselli veren, yapıcı davranış ve düşünce şekilleri geliştiren her türlü faaliyet, hatta dini bir sohbet dahi terapi sayılabilir. Nitekim batıdaki psikoterapiler, papazların günah çıkartma seanslarından ilham almıştır. Ölçülü olmak ve güvenilir kaynaklardan alınmak kaydı ile, dini eğitim de hatırı sayılır bir terapi yerine geçebilir.


Uzmanlarca yapılan psikoterapi ise, her görüşmesi en az 40 dakika süren ve kişinin duygusal çatışmalarının gerçek sebeplerini bulup çözmeye çalışan, iç huzurunu artıran, insanlarla ilişkilerini olgunlaştıran bir süreçtir. Yani kişiyi hastalanmadan önceki halinden de iyi bir duruma getirmeyi amaçlar. Tabir yerinde ise sorunun 'dallarını budamayı' değil, 'kökünü kesmeyi' hedefler. Ama bunun kolay bir süreç olmayacağı da açıktır.


S: Kişi bir yakınına, içindekileri anlatıp rahatlasa, karşısındaki de onu dinleyip teselli verse, bu da bir terapi olmaz mı?


C: Bu şekilde içini boşaltma, geçici bir ferahlama verir sadece. Zaten bu şekilde sorunları çözmek mümkün olsaydı, hemen hiç kimse hastalanmazdı ki. Bizde arkadaştan kuaföre dek dert dinleyecek kişi çok. Ama böyle bir dertleşme, zorlu ve karmaşık vakalarda bir fayda vermez.


S: Peki insan kendi iradesi ile bu hastalıkları yenemez mi?


C: Kişinin düzelmek için gayret göstermesi tabii ki çok önemlidir. Ancak bu gayreti nasıl ve nerede göstereceğini, ne gibi yöntemler kullanması gerektiğini herkes bilemez. Bir uzmanın yol göstericiliğine ihtiyaç vardır. Öte yandan zaten terapide yapılmaya çalışılan şey, kişinin olabildiğince kendi ayakları üstünde durması ve sorunlarıyla baş etmeyi öğrenmesidir, onu da belirtmem lazım. Zaten ömür boyu terapist desteği almak, pek mantıklı da değil, mümkün de değildir.


S: Bazıları bu tip hastaları hocalara götürmeyi, muska yazdırmayı vs. öneriyorlar. Siz ne dersiniz?


C: Bu rahatsızlıklar batılılarda da var. Oysa onlar hocaya götürme, okutma gibi yollara baş vurmuyorlar. Peki hastalıkları nasıl düzeliyor? Tabii ki psikiyatrik tedavi ile. Zaten midesi ağrıdığında veya gözü bozulduğunda doktora giden bir kişinin, stres veya öfke yaşayınca doktora değil de hocaya gitmesi, biraz anlamsız oluyor. Araba bakımı için imama, çatı tamiri için müezzine danışmadığınız gibi, hastalıklarınız için de doktorunuzdan başkasına fikir sormayın bence.