22 Mayıs 2023

DEPRESYON İNSANLIĞIN KADERİ Mİ?


"Depresyon çağımızın hastalığıdır." Bu sözü sıkça duymuşsunuzdur. Acaba gerçekten de depresyon, çağımıza has bir sorun mu? İsterseniz önce depresyonun tarifine bakalım: 'Kişinin hedeflerini gerçekleştiremediği, istediklerini elde edemediği, sahip olduklarını da koruyamadığı veya kaybetme ihtimali yaşadığı zaman düştüğü ümitsizlik hali.' Bu tarife bakınca, depresyonun sadece bu çağın değil, tarih boyunca tüm insanlığın derdi, hatta 'kaderi' olduğu bile söylenebilir. 


Zira insan yaratılış itibariyle zayıftır, fakirdir, ölümlüdür ve (hayvanların zıddına olarak) bunların farkındadır da. Her şeyi isteyen ama hiçbir şeye gerçek anlamda sahip olamayan, her şeyden korkan, incinen ama hiçbir şeye sözü geçmeyen, üstelik en güzel zamanlarında bile geçici ve ölümlü olduğunu, her şeyin bir gün biteceğini bilen bir insanın, depresyona girmesi değil, girmemesi ilginçtir denilebilir. 


Bu da çoğunlukla gaflet sayesinde mümkün olur; yani 'kafasını kuma sokarak'. Korktuğu şeyleri düşünmemeye çalışır, görünürde sahip olabildikleri ile kendini teselli eder, ölümü ve ayrılığı hatırına getirmez. Devekuşu mantığı ile hayatından zevk almaya çalışır. Ama görmezden gelinemeyecek darbeler o gaflet perdesini yırttığında, ertelenmiş ve hasıraltı edilmiş korkular, ümitsizlikler, bir sel gibi benliği sarar ve depresyon gelir. 


Bu noktadan, depresyon neredeyse insan olmanın doğal bir sonucu gibi görünmektedir. Nitekim yapılan araştırmalar (uyku bozukluğu, sık ağlama, gelecekten ümitsiz olma, kendine güvensizlik, halsizlik, hayattan zevk alamama gibi) depresif bulguların insanların %60 kadarında değişik düzeylerde bulunduğunu göstermektedir. Bir psikiyatristle tanışan insanların pek çoğunun şaka yollu "aslında benim de size görünmem lazım" demeleri, bu gerçeğin itirafı gibidir. 


Peki bu denli yaygın bir sorun olan depresyonla başa çıkmak mümkün değil midir? Bu zayıflık, fakirlik, geçicilik ve ölümlülük dertlerinin ilacı yok mudur? Vardır tabii, arayan da bulur; ama eğer ararsa. Zaten insanların en çok yanıldıkları nokta, bu sıkıntılı durumu çözümsüz zannetmeleri ve üstünde durmamaları, başka şeylerle kendilerini oyalamaya çalışmalarıdır. Oysa bir dert açığa çıksa, çözümü mümkündür ama, gözünü kapayıp kendini hayallerle avutan birisinin gerçek bir çare bulması imkansızdır. 


"Erkekçesine ölümün yüzüne gül. Dinle bak ne ister?" diyerek ölümle yüzleşen, "Evet, ben acizim, fakirim, faniyim, geçiciyim. Bunlar beni çok incitiyor. Peki ama bu dertlerin çaresi nerede olabilir?" diyebilen insan, çözüme yaklaşabilir. Bu da muhakkak ki az-çok çile çekmek demektir. Ama zahmetsiz rahmet yoktur ki. 


Başka türlü soralım: Depresyona girmiş ve "Her şey boş, istediklerim olmuyor, ters giden olaylar beni yıkıyor, zaten sonunda öleceğiz, bu hayat çok anlamsız." diyen bir hasta mı, yoksa "Boş ver bunları, kafana hiçbir şey takma. Ayağını sıcak tut, başını serin; gönlünü ferah tut, düşünme derin." diyen tesellici mi daha tutarlıdır acaba? Devekuşu mantığı kullanan bu kişilerin 'kafaları duvara çarptığında' depresyon kuyusuna tepetaklak yuvarlanmaları kaçınılmaz değil midir? 


Aslında hepimiz, duvarları aynadan küçük bir odada gibi değil miyiz? Tüm duvarlar ayna olduğundan iç içe geçmiş görüntüler bize geniş bir yerdeymişiz hissi verir ama, ufacık bir bela bizi sarsıp da kafamızı çok uzak sandığımız duvara çarptığımızda, aslında daracık bir odada olduğumuzu fark etmez miyiz? Hayaller uçup, uykular kaçmaz mı? En tatlı haller bile bize acı vermez mi? Kurduğumuz yalancı cennetin cilası her ölümle, her kayıpla, her hüzünle çatlamaz mı? 


Lise yıllarımda bir gazetenin magazin ekinde okuduğum bir haberi hiç unutmam. Bir gurup sanatçı 'felekten bir gün çalalım' diye toplanıp pikniğe gitmişler. Akşama kadar süren eğlenceyi uzun uzun anlatan yazı şu cümle ile bitiyordu: "Gün bittiğinde herkes çok üzgündü. Çünkü çok güzel bir gün geride kalmıştı." Ne garip değil mi? En güzel şeyler bile sadece yaşanırken az bir lezzet verip, bittiğinde elem bırakıyor. Lezzetin kaybı elem oluyor yani. 


Yine hatırlarım, gençliğimde tuttuğum takımın maçlarını radyodan heyecan ve zevkle izlerken en kızdığım şey, spikerin sık sık "Maçın son 15 dakikası.", "Son 5 dakikaya girdik." demesiydi. Zevk aldığım şeyin az sonra sona ereceğini duymak acı veriyordu. Güzellikler daha yaşanırken bile, biteceklerini bilmek, o an alınan zevki bozuyordu. Yani lezzetin kaybını düşünmek bile elem veriyordu insana. 


Burada "Tamam kabul, uzatma. Biliyorsan bir çare öner." diyen olabilir, ama problemleri yarım yamalak dile getirip işin ciddiyetini tam kavramadan çabuk çözümler aramanın tehlikeli bir aldatmaca olduğunu unutmayalım. O yüzden biraz daha devam edelim bence. Ve bir genci düşünelim. Dünyalar kadar sevdiği biri var ve onunla mutlu bir gelecek hayal ediyor. Oysa fark ediyor ki, sık sık dile getirdiği "Sonsuza dek beraber olacağız sevgilim." sözü, tam bir yalan; hem de kuyruklu yalan. Ne sonsuzu, gelecek yıla çıkacakları bile şüpheli. O denli sevdiği kişiden er veya geç bir gün kopacak. O zamana kadar da muhtemelen hayallerine tam uymayan, yarım yamalak bir beraberlikle yetinecek. Ve bunları görmezden gelip, tüm kalbini ona bağlayarak kendini teselli etmeye çalışıyor. Nereye kadar? 


Bir de anne hayal edelim. Uğruna canını bile verebileceği çocuğu, her an bir hastalıkla, bir felaketle karşılaşabilir. Tüm gün yanında bekçilik yapsa bile, ufak bir mikrop o yavrusunu yatağa düşürebilir, sakat bırakabilir veya elinden alabilir. Ne yapabilir bu anne? Şefkat ateşini neyle söndürebilir? Kaybetme korkusunu nasıl unutabilir? Felsefecilerden ve 'laik' psikologlardan cevap bekliyoruz. 


Ama cevap yok. Onların tüm diyecekleri, "Bunlar hayatın acı gerçekleri. Kabulleneceksin. Başka şeylerle meşgul ol, hobiler edin. Başarabildiklerine, sahip olabildiklerine bak; mutlu olmaya çalış vs." O zaman onlara soruyoruz: İdama mahkum olmuş bir mahkum, zindanın süslenmesinden zevk alabilir mi? Dünya kadar geniş ve sonsuz bir cenneti isteyen bir ruh, suyu-elektriği bile kesilebilen uyduruk villalarla kandırılabilir mi? 


Ama inanç gözlüğü ile bakan bir insan için, ne bir korku, ne de bir hüzün yoktur. Çünkü sağlam bir inanca sahip olan kişi, sevdiğini Allah için sever. Sevgilisi Allah'ın rahmet ve güzelliğinin bir yansımasıdır. Ve onunla, sonsuz bir hayatta hiç ayrılmadan yaşayacakları ümidini taşır. Yakınları dünyadan alındığında "Ayrılık geçicidir. Orada kavuşacağız." diye teselli bulur. Şefkat ettiklerini Allah'ın rahmet ve korumasına emanet eder. Bu hayatın belalarını, hastalıklarını ilahi birer ikaz, birer günah temizleyicisi bilir. Dünya malını veya makamını, kazandığında da, kaybettiğinde de kalbini bağlamaz. "Veren de o, vermeyen de." der. "Biz bir sınavdayız, sınavda rahat olmaz." deyip sıkıntıları, zahmetleri hoş karşılar. "Bu dünya bir karalama defteridir." der, düzeltemediği karışıklıklarla zihnini bulaştırmaz, kendi işine bakar. "Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler." der, pencerelerden seyreder, içlerine girmez. Büyük yanlışlar yapmış ve en kötü bir hale düşmüşse bile, "Allah'ın rahmetinden ümit kesilmez." der, hatalarına tövbe edip yeni ve beyaz bir sayfa açar. Böylece bu hayatta da gerçek huzur ve mutluluğu bulur.