4 Mayıs 2023

BİR AŞK HİKAYESİ


Yerinde duramıyordu Burak. Ona gitme arzusuna engel olamıyordu. "Tülay iki sokak ötede ve ben hala buradayım. Neyi bekliyorum ki? Hemen şimdi gidip aşkımı ilan etmeliyim. Mutluluğa bu denli yaklaşmışken durulur mu? Hayallerim gerçekleşmeli artık." Ve koşarcasına çıktı evden. Yolda hiç bir şey düşünemedi. Sadece duygular vardı, 'o' vardı. Aşk gelince akıl giderdi zaten. Onu sevdiğini söyleyecek, aşkına karşılık alırsa aradığı gerçek mutluluğu bulacaktı.


18 yaşındaydı. Yıllar önce tanımış ve sevmişti Tülay'ı. O küçük yaşta neyinden etkilenmişti tam bilemiyordu ama çocukça aşık olmuştu işte. Pıt pıt atan yüreği birini sevmek istemiş ve ona yapışmıştı. Bu aşkın, ilkokulu okuduğu şehirden ayrılıp başka bir şehire taşınmalarının hemen ardından başlamış olması da ilginçti. Yaşadığı ayrılık, her şeyin sonlu ve geçici olduğunu göstermiş, bundan doğan acıyı 'özel' birine bağlanarak telafi etmek istemişti sanki. Zordu ayrılıklar, ölümü andırıyordu. Alıştığı, sevdiği insanların otobüsleri kalkarken ağlayışları aklından çıkmıyordu. Sonsuzu isteyen bir kalp, tek bir ayrılıktan bile sonsuz yara alırdı; çünkü sonsuz ayrılıkları hatırlatırdı. İşte bu yaraya bulduğu çare ise, Tülay'a kalbini bağlamak, o sevgiyle avunmak olmuştu belli ki.


Sonraki birkaç yıl farklı sınıflarda okumak, hatta hiç görüşmemek, içindeki sevgiyi yok etmek şöyle dursun, iyice arttırmıştı. Erişilemeyen şeyler, gözde, hayalde ve kalpte büyürdü zaten. Ve hiç bir yerde bulunamayan mutluluk, gerçekleşmemiş hayallere bağlanırdı. Artık çocukça bir sevgi değil, ateşli bir gençlik aşkıydı bu. Şarkılar dinleten, yollar gözleten, rüyalar gördüren cinsten.


Ama yıllar boyunca aşkını belli etmemiş, edememişti. Gurur da denilebilirdi buna, utangaçlık da. Hoşlandığı kıza duygularını açamayanların, başka şekillerde, mesela tam tersine o kişiyi kızdırarak ilgilerini belli ettiklerini fark ettiği için de, bu tür davranışlardan bile kaçınıyordu. Yakınında olmak, ufak bir dokunuş, göz ucuyla bir bakış bile yetiyordu ona. İleride ona kavuşmak, onunla mutlu bir hayat sürmek ise en büyük hayaliydi. Ve hayaller büyüyordu hep, hüzünlerle, arzularla beslenerek.


Lise bitip üniversiteyi kazandığında içi cız etmişti. Ondan kopuyor muydu yoksa? Ama hayır, Tülay da kendisiyle aynı şehirde bir okul kazanmıştı. O kadar sevinmişti ki bunu duyunca. Zaten bugüne dek ne istediyse vermişti Allah. Onu da verecekti, emindi bundan artık. Ve sonra gerçek mutluluğu bulacaktı mutlaka. Yoksa?


Açıkçası düşünmek bile istemiyordu ama, bu aşkın da onu mutlu edemeyeceğinden korkuyordu bazen. Zira mutlu olmak için şart gördüğü hemen her şeyi elde etmişti son birkaç yılda. İyi bir üniversite kazanmak, ailesini gururlandırmak, kültürel faaliyetler, rahat bir ev, yeni bir müzik seti vs. 'O' hariç, istediği ne varsa elde etmişti. Ama bunların hiç biri kısa bir sevinç dönemi dışında tatmin etmemişti ruhunu. Gerçek mutluluğu bulma ümidini sadece aşkına bağlamıştı artık. Tülay'a kavuşacak ve mutlu olacaktı.


Tülay'ın evine vardığında kapıyı çalmadan birkaç dakika bekledi. Kalbi fırlayacak gibiydi zira. Kapıyı 'o' açtı ve film koptu. Heyecandan abuk-sabuk konuşmuş, evelemiş, gevelemiş ama 'o sözü' bir türlü söyleyememişti. Yine de mesaj yerine varmıştı. Ne de olsa bu kadar saçma sapan konuşmayı, ancak aklı iptal eden o duygu yaptırabilirdi: Aşk. Tülay da bunu anlamış ve duygularına karşılık da vermişti. O da kendisini seviyordu işte, yaşasın! Aşkına kavuşmuş, mutluluk kapıları ardına kadar açılmıştı. Yıllarca süren özlem bitiyordu sonunda.


Ama sonra, ummadığı bir şey oldu. Eve dönerken içindeki heyecanın azaldığını ve beklediği kadar mutlu olmadığını fark etti. Onca sevgi duyduğu, hayalinde yücelttiği Tülay, herkes gibi biriydi. Ayşe gibi, Fatma gibi, herhangi bir kız gibi. Etten kemiktendi o da. Zaafları, hataları vardı mutlaka. Ayda bir hasta olurdu, baş ağrısı tutardı. Bazen tartışacak, birbirlerini yeterince anlamayacaklardı. Sonunda da çevrede gördüğü çoğu insan gibi öylesine bir beraberlikle hayatları geçecek ve belki de ilişkileri bir gün bitecekti.


Hemen uzaklaştırdı bu düşünceleri aklından. Nankörlük yapmamalıydı, mutlu olması gerekiyordu. Sonraki aylarda çok mutlu bir aşık gibi yaşamaya çalıştı. Mektuplar döşendi, şiirler yazdı, dostlarına sevgisini ve sevgilisini anlattı. Her fırsatta onunla buluştu, onu çok sevdiğini söyledi defalarca. Zaten içten içe şüphe duyulan şeyler çok sık söylenir, gereksiz yere vurgulanırdı. Kendini ikna etmeye çalışmaktı bu aslında. Söylediklerine Tülay inanıyordu ama kendisi inanmakta zorlanıyordu.


Öteden beri 'Ayışığı' derdi onun için. Duru güzelliği, kibar ve uyumlu tavırları bu ismi çağrıştırmıştı. Ama başka şeyleri de çağrıştırıyordu artık. Evet Ay güzeldi ama, doğar, sonra da batardı. Geçiciydi yani. Kah bir bulut perde olur ışığını keser, kah incelir görünmez olurdu. Üstelik ışığı kendinden değildi. Güneş ışığının az bir kısmını aksettirirdi, o kadar. Eksikti ve acizdi yani. İçinden bir ses "Faniyim, fani olanı istemem; acizim, aciz olanı istemem." demeye başlamıştı.


Dünyaları dolduracak bir sevgi vardı kalbinde ama Tülay bu sevgiyi kaldıramıyordu. Değmiyordu tüm zerrelerinde hissettiği aşka. Onu olduğundan mükemmel görmeye çalıştıkça da eksikler daha bir gözüne batıyordu. En dayanamadığı şey ise sonlu olmaktı. "Bir gün mutlaka öleceğiz. Ne kadar sevsem ve mutlu olsam da, bu beraberlik bir gün ecel celladınca kesilecek ve ayrılacağız. Sonsuzluk isteyen bir kalp nasıl taşır bu yükü? Bir gün ayrılacağını bile bile, insan kalbini nasıl bağlar bir sevgiliye? Nasıl kandırır kendini 'sonsuza dek beraber olacağız' diye?" Kaybedeceğini bile bile sevmek, acıların en dayanılmazıydı.


Tam o sıralarda bir arkadaşından duyduğu bir söz zihnine kazınmıştı: "İdama mahkum birisi, idam sehpasının süslenmesinden zevk alabilir mi?" Ne anlama geldiği açıktı bu sözün. Hepimiz ölümlüydük. Bir gün öleceğimizi bile bile yaşıyorduk. Her şey, saatin tik-takları, takvim yaprakları, dökülen saçlar, hepsi ölümü hatırlatıyordu. Ne kadar güzel olursa olsun, bu hayat bitecekti. İdam mahkumlarıydık hepimiz. Sadece tarihi belli değildi idamın. Ve zindan eğlenceleri, darağacı süslemeleri ile avutuyorduk kendimizi, ya da bir başka idam mahkumuyla.


Çıldıracak gibi oluyordu bunları düşündükçe. Ama ne yapacağını da bilemiyordu. Sorunu görmezden gelmek de doğru değildi, olgunlaşmamış yaraya neşter vurmak da. Düşünüyor ve bekliyordu. "Her derdin devası, her sorunun çözümü var. Bir gün bulacağım çözümü." diyordu. Tülay'a da açmıştı bu duygularını. "Seni seviyorum ama, bu sevgi kalbimdeki o muazzam aşkı karşılamıyor." demişti. "Kusursuz ve sonsuz olanı sevmek istiyor kalbim. Ama nasıl olur bu, bilemiyorum. Senden bir şikayetim yok aslında. Şikayetim, senin de benim gibi, herkes gibi, hataları, eksikleri olan, geçici, ölümlü bir insan oluşundan."


Tülay'ı çok üzüyordu bu konuşmalar, farkındaydı. "Galiba sen beni artık sevmiyorsun" demişti bir gün. Derdini anlatamadığını anladı ve sustu ondan sonra. Kaçınılmaz sonun yaklaştığını hissetti. Başını kuma soktu.


Ve bir gün, kasvetli bir sonbahar günü, görüşmek istedi Tülay. Kısa bir konuşmadan sonra da "Ayrılmak istiyorum" dedi. Kafasının içinde bir şimşek çaktı o an. Beynini titreten elektrik, tüm hücrelerine 'her şey fani' gerçeğini kazıdı. Rüzgar durdu, sesler sustu, kantin yıkıldı, dünya boşaldı. Bitmişti işte. Dışarı çıktığında sarhoş gibiydi. Ağlayamadı bile. Zaten yağmur çiseliyordu dökülmüş yaprakların üstüne.


Eve dönüşte ailesini çarşıya götürmesi gerekti. Alışveriş merkezinde müzik yayını yapılıyordu. Şıkıdım bir parça eşliğinde neşeyle çığlık atıyordu vokalistler. İnanamadı buna. Nasıl keyifli olabiliyordu ki insanlar? Ne varsa onları mutlu eden, geçici değil miydi? Bilmiyorlar mıydı her şeyin fani olduğunu, bir gün er-geç öleceklerini? Nasıl gülebilirdi, neşeli olabilirdi bir insan bu halde iken? Aklı almadı.


Sonraları, hayatının en hayırlı günü olduğunu anlayacaktı o günün. Neyin onu mutlu edeceğini arıyordu yıllardır. Ve en azından neyin mutlu edemeyeceği belli olmuştu artık. Kim ki geçicidir ve fanidir, taparcasına aşık olmaya layık değildir. Ne ki geçicidir ve elden çıkmaya mahkumdur, tüm varlığıyla bağlanmaya değmez.


Evet, Ay batmıştı, 'ayışığı' artık yoktu ve her yer karanlıktı ama, Güneş'in doğuşu da yakındı.


*


Not: Bu yazının mesajı "sadece Allah'ı sevin, insanları sevmeyin" değildir. İnsanları tabii ki seveceğiz, ama Allah'ın yansıması olmaları yönüyle. Zira her varlık Allah'ın eseri ve onun isimlerinin yansımasıdır. İnsan ise en kapsamlı yansıtıcıdır. Allah'ı gösteren bir ayna gibidir. Onun hemen tüm sıfatlarını, kudretini, şefkatini, ilmini vs insandaki küçük örnekleri ile görüp tanıyabiliriz.


Ancak bir aynanın içinde Güneş'i gördüğünüz ve içimiz sevinçle dolduğu zaman, asıl olarak Güneş'i sevdiğinizi unutmamanız lazım. Güneş'i bırakıp da aynayı sevmek, aptallıktır. Öte yandan aynayı kırıp atmazsınız da herhalde. Hatta sever ve korursunuz. Çünkü onda Güneş'i görüyorsunuz. Yani aynada Güneş'i gören, aynayı sevebilir ama, asıl Güneş'e aşık olmalıdır.


Nitekim peygamberimiz (a.s.m.) Allah'ı her şeyden çok severdi ama Hz. Ayşe'yi de severdi. Çünkü onda Allah'ın cemalini görüyordu.