9 Nisan 2023

İSLAM VE PSİKİYATRİ


SORU: İlk olarak Psikiyatri dünyasının önemli isimlerinden Freud üzerine bir soru sormak istiyorum. Freud'un görüşleri ile İslamî kavramları bir arada değerlendirdiniz mi? Aralarında bir uyum yok mu sizce? Mesela Freud'un 'id-ego-süperego' üçlemesi, bizim 'nefis-benlik-vicdan' tariflerimize benzemiyor mu? Freud'un tespitlerini İslami kavramlarla bağdaştırabilir miyiz?


CEVAP: Freud'un bazı tespitleri, İslami kavramlara uyabilir tabii. Mesela bahsettiğiniz 'id-ego-süperego' üçlemesinin 'nefis-benlik-vicdan' üçlemesine epey benzediği açıktır. O da kendince gerçeği bulmaya çalışan, çok da zeki bir insandı ve bazı doğruları da görmüştü muhakkak. Örneğin 'bilinçaltı'nın varlığı, bastırılmış duyguların başka şekillerde açığa çıkması, çocukluk yaşantılarının kişilik problemlerinin çekirdeğini oluşturması gibi fikirlerini reddeden yok zaten. Ve hayli kabul görmüş bir fikrin tamamen yanlış olması zordur. İçinde bir gerçeklik payı vardır daima.


Ancak Freud birçok yerde büyük hatalar da yapmıştır. Bugün bu takipçilerince bile kabul edilmektedir. Mesela o, süperego'nun (vicdan) tamamen bilinç düzeyinde olduğunu, bilinçaltının ise tümüyle id denilen dürtülerden oluştuğunu iddia eder. Oysa suçluluk duygusu hem süperego'ya aittir, hem de bilinçaltı bir süreçtir. 


Veya onun neredeyse yok saydığı, görmezden geldiği ölüm gerçeğini, yok olmaktan korkmayı, günümüzde bir çok psikiyatrist, en temel bir problem olarak görür. 'İnsan, öleceğini bile bile yaşayan tek canlıdır ve bu durum insan için en önemli stres kaynağıdır' denir. Oysa Freud'un aleminde ölüm yok gibidir. Bin dereden su getirir de ölüm vadisine uğramaz. 


Freud'un, annesinin ölümünden sonra depresyona giren bir çocukla ilgili meşhur bir analizi vardır: "Anne objesini, ölümünden sonra içselleştirmiş. Ama ona karşı olan ambivalan (zıt) duygularından dolayı, süperego angsiyetesi (vicdan azabı) yaşayıp depresyona girmiş." Bu yorum, günümüz psikiyatri camiasında neredeyse gülerek karşılanmakta ve "Onca ince mekanizmayı görüp de, annesini kaybetmek gibi bir acının ve apaçık ölüm gerçeğinin bu depresyondaki rolünü görmemek, nasıl bir analizdir?" denilmektedir. 


Freud'un bunlar gibi daha birçok yanlışı, konuyla az-çok ilgilenenlerin malumudur. O yüzden, onun fikirlerini tartışılmaz esaslar gibi kabul edip, İslami terimleri onlarla açıklamaya çalışmak, hatalı olur. Her popüler teoriyi Kuran'a uydurmaya çalışmak, sürekli 'minder dışına çıkmaya' yol açar. Böyle yapan ve orta bir yol bulmaya çalışanların, sonunda çizgiden çıktıkları çok görülmüştür. Zaten bugünkü psikiyatri dünyasında Freud'un görüşleri büyük ölçüde terk edilmiştir. Onu izleyenler bile ancak fikirlerini epey değiştirerek kabul etmektedirler.


SORU: Peki Freud'un temel hatası nedir sizce?


CEVAP: Bu soruya 'şudur' diye cevap verecek kişi ben değilim. Ama "Birşey tamamıyla elde edilmedi diye, tamamıyla terk de edilmez" kuralınca, kendimce bir yorum yapabilirim. 


Freud, bazı gerçekleri görmüş ve vurgulamıştır dedik. Ne var ki o, gördüğü bazı doğruları sıklıkla yanlı veya yanlış yorumlamıştır. Psikolojik süreçlerin işleyişine getirdiği sebep-sonuç bağlantıları, kişisel bakış açısı yüzünden şekil değiştirmiştir. Bu da konunun tümüyle başka şekle girmesine ve ciddi yanılgılara yol açmıştır. Zira bakış açısına göre, imkansız şeyler mümkün görünebilir. Ay'a bakan bir kişinin gözündeki bir kıl Ay'ı örtse, "Gözümün kılı Ay'dan büyüktür." diyebilir.


Bir benzetmeyle konuyu açalım: Bir tabiat köşesi düşünün. Dağ, vadi, ırmak, şelale ve ağaçlar var. Burada gezip etrafı seyreden herkesin, kişisel zevkine göre çevreyi algılaması ve yorumu değişecektir. Kimisi şelalelere meraklıdır, tüm diğer objeleri şelaleye göre ikinci derecede görür. Hatta "şelale olabilmesi için dağdan vadiye akan bir nehir lazımdır. Dolaysıyla dağ, vadi ve nehir şelale içindir" der. Kimisi ise ağaçları merkeze koyar. "Ağaçlara toprak lazım. O da dağlardan gelir. Su da lazım. O da nehirlerden gelir." diyerek her şeyi ağaçlarla ilişkili olarak açıklar. Yani aslında kainatta her şey karşılıklı bir alışveriş içinde, dengeli bir bütün oluşturduğu halde, bakan kişinin kişisel tercihleri ile kimi objeler ön plana çıkarken diğer objeler tamamlayıcı fon konumuna düşerler.


İşte aynı durum insanın ruhsal yapısını incelerken de geçerlidir. Akıl, şehvet, öfke, hayal, benlik gibi parçaların hepsi, bir bütünü oluşturan, farklı görevleri olan ve birbirini tamamlayan unsurlardır. Ama ilgilenen kişinin tercihleri, bunlardan birini ön plana çıkarıp, diğerlerini ayrıntı olarak görmesine yol açabilir. Üstelik herkes başkalarını kendisi gibi zanneder. Kendisinde hissettiklerini umuma geneller. "Ben böyleysem tüm insanlar da böyledir herhalde" diye düşünür. O yüzden, örneğin cinselliğe dair takıntıları olanlar, insanın ruhsal yapısında merkeze cinsel enerjiyi koyar, diğer her şeyi ona göre ve ikinci derecede değerlendirirler. Üstelik bunun herkeste böyle olduğunu iddia ederler.


Bir kadın psikolog tanımıştım. Erkek gibi giyinir ve davranırdı. Ve ilginç biçimde, hangi hastaya psikolojik test yapsa, raporunda mutlaka "cinsel kimliğini kabullenmekte güçlük çekiyor" yazardı. Oysa aynı hastalara başka psikologlar test yaptıklarında böyle bir tespit nadiren gözlenirdi. Yani o arkadaş, kendisinde yaşadığı problemi başkalarında da görmekteydi. Benzer biçimde, Psikiyatri çevrelerinde yapılan bir espri vardır: "Ödipus kompleksi (Freud'un teorilerinden biri) tarihte sadece bir kişiyi, Freud'un kendisini etkilemiştir." denir.


Özetlersek, Freud'un asıl hatası, bütünün tek bir parçasını merkeze koymak ve her şeyi ona göre yorumlamak olmuştur. Neyse ki zamanla insanın ruhsal yapısına farklı açılardan yaklaşan yeni ekoller çıktı. Ve bu akımlar, örneğin bilişsel ve varoluşçu yaklaşımlar, bütünün diğer kısımlarına da hak ettiği önemi vermeye başladılar.


SORU: Bilim aleminde Freud artık terk ediliyor ve doğruya yaklaşma var yani?


CEVAP: 'Doğruya yaklaşma' tabirini ihtiyatlı kullanmak lazım. Resim giderek netleşiyor, evet. Ama insanı yaratıcısından kopuk biçimde yorumlama hatası, henüz aşılamadı. Psikiyatride hala hakim olan yönelim, dine soğuk bakan bir anlayıştır. Hatta ölüm konusunda Freud'u eleştiren, varoluşçu ekolün ağır topu Yalom da ateisttir. Ölümün önemini kabul eder ama, çözümü yine dinin dışında arar. 


Zaten esas önemli nokta şudur ki, Kur'an ile materyalist bilim arasındaki asıl fark, tespit ve isimlendirmeden önce, bakış açısıdır. Kur'an her şeye Allah hesabına bakar, inançsız bilim ise bizzat kendileri hesabına. Mesela bir yazıya, harflerin şekilleri, büyüklükleri, renkleri gibi özellikleri için, yani bizzat o yazının kendisi için bakmak başkadır, yazının ifade ettiği anlam için bakmak bambaşkadır. İşte bu bakış açısı noktasından, dini dışlayan bilim ile, Kuran'ın tarzı arasında dağlar kadar farklar vardır. Materyalist bilim her şeyi ve insanı, kendisi için var olan, bizzat kendisini gösteren ve kendisine hizmet eden varlıklar olarak görür. Kur'an ise her şeyi yaratıcısına nispetle ve yaratılış hikmetine göre ele alır. 


O yüzden modern psikiyatristler, ego'yu yani benliği, bizzat kendisi için var olan ve kendi çıkarlarını korumaya çalışan bir kişilik elemanı olarak tarif ederken, İslami açıdan benlik, elindeki kabiliyetleri Allah'ı tanıyabilmek için kullanan, kendisi adına var olmayı değil, yaratıcısını bulmayı hedeflemiş bir araçtır. 


Yine materyalist psikiyatri, malum üçlemede önceliği hala 'id' yani 'nefis'e verir, 'Esas amaç, id dürtülerinin tatmin edilmesi, deşarj olmasıdır. Ana hedef zevktir.' düşüncesi hala ön plandadır. Oysa Kur'an esas olarak vicdanın hakim olması, nefsin ise terbiye edilmesi gerektiğini ifade eder ve esas amacı, Allah'ın rızası olarak gösterir. Burada nefis sadece bir itici güç, bir binektir. Dizginlenmesi ve yönlendirilmesi gereken bir binek.


Zaten yaratıcı unutulsa ya da düşünülmezse, ona yönelik manevi yönler de görülmez veya anlaşılmaz. Oysa insan, Kur'an'ın ifadesiyle, Allah'ı tanımak ve ona kulluk etmek için yaratılmıştır. İnsana verilen tüm yetenekler (akıl, vicdan, benlik, hayal vs.) Allah'ı tanımayı, ona yönelmeyi sağlasınlar diye verilmiştir. Bu ilişkiyi yok farz edince, o yetenekleri hakkıyla anlamak (ve tabii tatmin etmek) mümkün değildir. 


Mesela bir otomobil düşünün. O otomobili, yapımcı firmayı, üretim amacını, kullanım kılavuzunu bilerek incelemek ve kullanmak başkadır, ne işe yaradığını (hatta taşıt olduğunu bile) bilmeden değerlendirmek bambaşkadır. Medeniyetten uzak bir adam düşünün ki, o otomobilin bir ulaştırma aracı olduğunu dahi bilmiyor. Bu adam bir araba görse, onu küçük bir kulübe gibi düşünecektir muhtemelen. 'İçine oturması rahat, ama uyumak için çok uygun değil. Bu yuvarlak şeyi neden koymuşlar ki? Sökeyim de kalabalık etmesin. Aslında bu kulübe, kalmak için çok uygun sayılmaz ama, belki işe yarar.'


Aynen onun gibi, insanı da 'bu dünyaya sınav için gönderilmiş, yaratıcısını tanıyıp ona kulluk edecek yeteneklerle donatılmış, sonsuz cenneti kazanmaya aday bir kul' olarak değil de, 'tesadüfen dünyaya gelmiş, çok yetenekli ama kısacık ömürlü, konuşan bir hayvan' olarak görenler, insandaki muazzam duygu ve yetenekleri, böyle basit bir nazarla değerlendirip, büyük hatalara düşerler.


SORU: Peki sizce insanın en önemli meselesi nedir?


CEVAP: Öncelikle, insan gibi kapsamlı, neredeyse küçük bir evren hükmündeki bir varlığın en büyük sorununun, hayvanlara benzer biçimde 'haz almak'tan ibaret olmayacağı, açıktır. Ve insan düşünen bir canlı olduğuna göre, en temel meselesi 'hayatın anlamını bulmak' olsa gerektir. 'Büyük resmi görmek' de diyebiliriz, evvelki resim benzetmesine atıfla. Yani her insan, 'İnsan nedir, hayat nedir, ölüm nedir?' gibi temel sorulara cevap bulmak ister. Yine bu yüzden, insanın en büyük korkuları da 'anlamsızlık ve ölümlülük'tür. Hayatın sonuçsuz ve anlamsız bir koşturmaca olması, sonunun da hiçlik olması, en acıtıcı şeylerdir insan için. Hele, (varoluşçu ekolün de vurguladığı gibi) ölüm gerçeği, yani 'öleceğini bile bile yaşamak', çözülmesi gereken en önemli meseledir. 


Bazılarının ilk sıraya oturttuğu şehvet, hayvanlarda da vardır. Oysa sadece insan, öleceğini bile bile yaşayan bir canlıdır. Örneğin size sorsam ki, "Cinsellik mi önemlidir, yoksa ölüm mü?" Tabii ki saçma bir soru olur. Ölü (veya her an ölümünü bekleyen) bir insan için, cinsellik ne ifade edebilir ki? Oysa yaşayan bir insan için, cinsellik hiç olmasa da, hayatın bir çok güzellikleri olabilir. İşte Freud ve takipçileri, insanın en önemli korkusu olan ölüm gerçeğini ve sonsuza dek yaşama arzusunu görmezden gelmiş ve ona kıyasla ikinci bile değil, üçüncü derecede olan cinselliği en büyük mesele olarak vurgulayıp ciddi bir hata yapmışlardır.


Bir de şöyle soralım: Eğer bazı cinsel problemler çözülmediğinde, ileride bazı ruhsal rahatsızlıklara sebep oluyorsa (ki mümkündür) en önemli problem olan ölüme karşı bir çare bulamamak, ölümü hiçlik olarak görmek, her an yok olma korkusu ile yaşamak, çok daha ciddi rahatsızlıklara yol açmaz mı?


SORU: Peki sizin modern psikolojide en çok benimsediğiniz ekol hangisi?


CEVAP: Meşhur bir benzetme vardır, körlerin fili tarifi üzerine: 'Fil bir hortumdur', 'Hayır, kepçedir.' vs. denildiği rivayet edilir. Aslında hiçbiri fili doğru tarif edememiş, sadece bir yönünü fark edebilmişlerdir. İşte insanın ruhsal yapısını anlamaya yönelik psikoloji ekollerinin durumu da böyledir. Hepsi bir hakikat çekirdeğine dayanıyor, ama hiçbiri tam anlamıyla büyük resmi görebilmiş değil. Zaten bunun böyle olduğunu, bu ekolleri az-çok inceleyen herkes fark eder. Bugün yüzlercesini sayabileceğiniz psikoloji ekollerinin hemen hepsi, kurucusu olan şahsın kişisel bakış açısına dayanır ve ancak belli bir gurup hastaya fayda verir. O yüzden 'hepsinde gerçeğin bir parçası var, ama hepsi eksik' diye düşünüyorum.


Örneğin 'analitik psikoloji' bir gerçeğe dayanır ki, insanın görünürdeki davranışlarının altında, çocukluğa kadar uzanan karmaşık bilinçaltı mekanizmalar yatar. O temel çatışmaların savunma mekanizmaları ile çözülmeye çalışılması sonucunda da görünürdeki belirtiler ortaya çıkar. Bunu kimse inkar edemez zaten. 


Buna karşın, temel problemler değişmese bile, sadece görünürdeki davranışların değiştirilmesi de mümkündür, bunu da davranışçı ekol savunur. Benim en az beğendiğim akım olsa bile, onda da bir hakikat çekirdeği vardır. En azından pratikteki faydaları ortadadır. 


Sosyal psikolojiyi de yabana atamayız; insanın sosyal bir varlık olduğunu, davranışlarını belirleyen etkenlerden birinin toplumsal faktörler olduğunu görmezden gelemeyiz; genelde psikoloji toplumdan bireye değil, bireyden topluma doğru düşünse bile. 


Bir de varoluşçu yaklaşım var, 'insanın en büyük meselesi, öleceğini bile bile yaşamaktır' diyen. Buna karşılık o ekolü bile inançsız bir zeminde ele alıp, 'Evet, ölüm bir son. Ama insanın ölümü hatırlayıp kendi hayatını yaratma sorumluluğunu üstlenmesi gerekir.' şeklinde uygulayanlar da çoktur. 


Bilişsel (kognitif) ekol ise, "asıl olan, yaşanan olaylar değil, o olayları yorumlama şeklidir" der. Çok doğru bir noktaya parmak basar yani. Ama bahsettiğimiz temel sorunlara, hayatın anlamına, ölüm gerçeğine dair pek bir diyeceği de yoktur. Buna karşın, gerek davranışın altında yatan düşünceyi önemsemesi, gerekse herhangi bir felsefi ön kabul gerektirmemesi yüzünden, en rahat kullanılabilen, bence en etkili ekoldür şu an için. 


Ama tabii en doğrusu, geniş bir bakış açısıyla hepsinin sentezini yapmak ve uygun yerlerde hepsini kullanabilmektir.


SORU: Peki, elimizde Kur'an gibi bir hazine varken, İslam alemi olarak neden dünya çapında bir psikoloji uzmanı yetiştiremedik, ses getiren bir ekol ortaya koyamadık? Nerede yanlış yapıyoruz?


CEVAP: Son dönemlerde Müslümanlar olarak özgün fikirler üretemeyişimiz ve İslam aleminin bilimsel olarak geri kalmışlığı, üzücü bir gerçektir. Bir dönem ilimden ziyade cihat yönüne kaymış olmamız, bunun ana sebebidir bence. Ancak, çamura bulanmış bir altın, parlak bir tenekeden daha değerlidir. Birkaç asırlık bir durgunluk dönemi yaşadı diye, asırları aydınlatmış olan İslam dininde bir hakikatsizlik mi var diye şüphe etmek, anlamsız olur. 


Kaldı ki, bizim geri kalmışlığımız, Kuran'a bağlı olmamız sebebiyle değil, tersine Kuran'dan kopmamız sebebiyledir. Buradan çıkış yolu da, Batı felsefesinin prensiplerini İslam'a yamamak değil, doğrudan doğruya Kuran'dan ilham alıp, iman gözlüğü ile insana, kainata, ilimlere bakmak ve taze bir sentez yapmaktır. Ancak o zaman orijinal çalışmalar üretip bilimsel yönden de ileri gidebiliriz.