4 Kasım 2023

NASIL ŞİZOFREN OLUNUR?


"Ben iyiyim doktor amca, ben iyiyim, hiç bir şeyim yok. Sağa çektim, bekliyorum." 


Böyle demişti Hüseyin daha odaya ilk girişinde. 19 yaşındaydı ve şizofreni hastasıydı. Yüzünde bazen hayalet görmüşçesine bir korku, bazen de hiç bir şey görmüyormuşçasına boş bir ifade yer değiştiriyordu. Çocuk gibiydi tavırları. Büyümeyi reddetmiş, zamanı geri çevirip küçük bir çocuğun ilkel ve saf dünyasına dönmüştü sanki. Artık mücadeleyi bırakmış, dışarıya kapılarını kapatmıştı. Kendisine ait bilinmez bir dünyadaydı. Neyi neden yaptığını, ne zaman ne yapacağını kestiremiyordu ailesi. İnsanlardan kaçıyor, bazen kendi kendine bir şeyler konuşup gülüyordu. Ama garip biçimde, halinden memnun görünüyordu. Ve yerli-yersiz aynı sözü tekrarlıyordu: "İyiyim ben, iyiyim. Sağa çektim, bekliyorum". 


Şizofreni, zihin bölünmesi anlamına gelen bir hastalıktı. Biyolojik ve genetik faktörlerin yanı sıra, özellikle aile ortamındaki tutarsızlık, verilen çelişkili mesajlar ve belirsiz, anlamsız, korkutucu olaylar, ruhsal dünyada parçalanmaya yol açabiliyor, bu da giderek gerçeklerden kopmayı ve hayal dünyasında yaşamayı netice veriyordu. Bu noktaya gelene dek neler yaşamıştı acaba? 


Çocukluğundan ilk hatırladığı, babasından yediği bir tokattı. Oyundan eve biraz geç gelmiş, evdekiler onu çok merak etmişlerdi. "Geldim işte, sevinin." dercesine masum bir neşeyle yüzüne baktığı babasının öfke dolu bakışları, yediği tokat sırasında gördüğü yıldızlara karışmıştı. Neye sinirlenmişti babası, bilemedi. Çok korktu ve odasına gidip ağladı. Zamanla babasının 'asabi' olduğunu, bazen işten gergin geldiğini, o yüzden ufak şeylere sinirlendiğini, 'aslında iyi bir insan' olduğunu öğrenmişti annesinden. İyi de, kendisinin ne kabahati vardı ki? Hem babası "Sizin için çalışıyorum. Ablanın ve senin geleceğiniz için yoruluyorum." demiyor muydu? Bizim için çalışıp yorulduğu ve sinirleri bozulduğu için bizi dövmesi nasıl bir mantıktı? Bizden intikam mı alıyordu yoksa? Neden ki? 


Bazen "aslan oğlum, akıllı oğlum" derdi babası kendisine, bazen de "salak, haylaz!" Ne zaman nasıl tepki alacağını bilemiyor, güvensizlik içini kemiriyordu. Babasına bile güvenemeyecek ise, bu dünyada kime güvenebilirdi ki? 


Annesi, babasının aksine çok şefkatliydi; bir o kadar da evhamlı. Devamlı peşinde dolaşır, "hasta olacaksın" der, başka şey demezdi. Bu aşırı ilgiden boğulacak gibi oluyordu bazen. Ama seviyordu kendisini ve dövmüyordu ya, yetebilirdi bu. Bu sevgi uğruna bazen kişiliğini feda etmesi gerekiyordu ama olsun. Hep sevildiğini bilmek, güven vericiydi zira. 


Ama hayır, her zaman sevmiyordu onu annesi. Uslu olduğu zamanlarda geçerliydi bu sevgi. Annesinin hoşlanmadığı bir şey yaptığında "seni doğuracağıma taş doğursaydım" sözünü sık sık duydu. Bir gün dayanamayıp "acaba benim gerçek anne-babam siz değil misiniz?" dediğinde, annesi öfkeyle "saçmalama salak!" diye bağırdı. Acaba ne anlama geliyordu bu cevap? 


Bazen annesiyle babası kavga ederlerdi. Daha doğrusu öyle hissediyordu. İçeriden bağırışlar gelirdi ama, yanlarına gittiğinde susarlar, bir şey yokmuş gibi davranırlardı. Ama evde birkaç gün sessiz bir gerginlik olurdu. İçini dağlardı bu gergin dönemler. Neydi problem, anlayamadı hiç. Neden anlatmazlardı ki? Problem varsa söylesinler, yoksa güzelce sohbet etsinlerdi. Böylesi daha mi iyiydi sanki? Suratsız bir çocuk olmuştu artık. 


Evlerine bir misafir geldiğinde ise keyfi biraz yerine gelirdi. Anne-babası ne kadar gergin de olsalar, misafirin yanında gülümserlerdi çünkü. Yalandan da olsa onları öyle mutlu, kibar görmek hoşuna gidiyordu. İyi de, neden biz bize iken böyle davranmıyorlardı ki? Biz komşulardan daha mı değersizdik? 


Saflık derecesindeki patavatsızlığı, misafirliklerde başına dert oldu. Anne-babasının evde 'keltoş' dedikleri komşu, evlerine misafir geldiği bir gün ona 'keltoş amca' diye seslenince buz gibi bir hava esmişti. Ablası çimdikledi. Yanlış mı söylemişti adını yoksa? Adı bu değil miydi? Niye öyle diyorlardı o zaman? 


Çelişkiler artıyordu gelen-giden arttıkça. 

"Yine mi o gıcık tipler geliyor?" "Aman efendim ne iyi oldu da geldiniz."

"O Ayten de çok saçmalıyor canım." "Haklısın Ayten'ciğim, naaparsın?"

"Keşke evde yok deseydin oğlum." "İnanın çok özlemiştik." 

Bir kenara çekilmiş, sessizce izliyordu genellikle. Bu karmaşık oyunun kuralı neydi acaba? 


İlkokula başlayışını, evdeki sıkıntılı havadan kaçış olarak sevinçle karşılamıştı. Ama okuldaki anlamsız kısıtlamalar olmasa, daha da iyi olurdu. Hele bazen bayat nutuklar atıp, bazen de öfkeyle bağıran asık suratlı öğretmenler olmasa, çok da güzel olabilirdi. Nutuklarda başka konuşuyorlardı, koridorlarda başka. 


"Gelecek sizin elinizde." "Siz haylazsınız!" 

"Okuyup büyük adam olacaksınız." "Adam olmazsınız siz." 

"Bu ülkenin umudu sizlerde." "Sizi her gün dövmek lazım." 

Anlayamıyordu çoğu şeyleri. 


Atatürk'ü öğretmişlerdi ona, önce ve sonra ve daima, hatta beden dersinde bile. "En büyük o. Bizi kurtardı. Hiç yoktan bir millet yarattı." Ama Hüseyin dedesinden "Allah en büyüktür. Tek yaratıcı odur." diye öğrenmişti. Bir gün öğretmenine "Allah mı büyük, Atatürk mü?" diye sordu. Öğretmen ters ters baktı ve "Bu soruyu bir daha sorma, fena olur!" dedi. Korktu yine. Korkmaya alışmıştı zaten. Korkutucuydu dünya. Nasıl korunacaktı? 


İlkokul öğretmeni kopya çekenlere çok kızardı. Bir keresinde kopya çeken bir öğrenciyi sınıfın ortasında evire çevire dövüp bacağını kanatmıştı hatta. Kopya kötüydü, asla çekmemeliydi, hiç de çekmedi. Sonra sınıfça bir bilgi yarışmasına katıldılar. Final öncesi öğretmeni yanlarına yanaştı ve "Şöyle bir soru gelecek, cevabı da şu." diye fısıldadı. İnanamadı. Duymazdan geldi. Kopya kötü değil miydi? Öğretmen kendilerini deniyordu her halde. Yarışma sonrasında öğretmen "Beni niye dinlemediniz? Size cevabı söyledim. Ya yarışmayı kaybetseydiniz?" diye bağırınca kafası daha da karıştı. Bir gün birisi "Tüm bunlar kamera şakasıydı." dese, inanacaktı.


Susmak çok iyiydi. Zaten ilkokulda öğretmenleri hep "Susun, konuşmayın!" derlerdi. O da susmuş, uslu çocuk olmuştu hep. Ama lisede öğretmenler "Niye aval aval bakıyorsunuz? Derse katılın biraz. Sizin gibi koyunlar yüzünden bu millet geri kaldı!" deyince sessiz ve uslu olma konusunda da çelişkide kaldı. 


Büyümeseydi keşke. Hep küçük bir çocuk olarak kalsaydı ne iyi olurdu. Ama odasında tek başına oyuncaklarıyla oynamasına, onlarla konuşmasına, annesi "hala çocuk gibisin" diye tepki gösteriyordu. 


Ergenliğe girdiğinde garip şeyler yaşamaya başladı. Bedeninde o güne dek bilmediği şeyler oluyordu. Ama soramadı kimseye. Kimse de ne olduğunu ona anlatmadı. "Ayıp" deyip sustular. "Kızların şeyi var mı?" sorusunun cevabını bile, arkadaşlarından 3 ayda zar-zor öğrenebildi. Ama yine o dönemde öğrendiğini sandığı bir yığın yanlışı düzeltmesi yıllarını alacaktı. 


Zaten kızlardan yana başı dertteydi hep. Çıktığı bir kız olmadığı için alay ediyordu arkadaşları onunla. Üzülüyordu. Neredeyse sırf bu alaylardan kurtulmak için beğendiği bir kızı gözüne kestirdi, ders aralarında onunla konuşmaya başladı, hatta giderek aşık oldu. Ama bu kez de aşık olmasıyla alay edildi. İnsanlar neden böyleydi ki? 


Bir gün ders arasında o kıza "seni seviyorum" demek geldi içinden. Dedi de. Ama kız ağlamaya başladı. Öğretmene şikayet etti. Tabii ki dayak yedi. Çok üzüldü. Durumu düzeltmek için kızın yanına gitti, özür diledi ve "seni sevmiyorum" dedi. Kız buna da ağladı. Yine şikayet edildi, yine dayak yedi. Kızlar da garipti gerçekten. 


Okul dışındaki kızlara yöneltti ilgisini. Yaşça büyük, tecrübeli abilerle gezmeye başladı. Çok şey öğrenebilirdi onlardan. Öğrendi de. Caddelerde gezip, gelen geçen kızlara laf atmaya başladı. 

-Üf abi, kıza bak, çok güzel. 

-Hakkaten Hüseyin, ne kız bee? Sana bakıyo oğlum, asıl şuna. 

-Yok abi, şu gelene asılayım. Baksana o daha fıstık. Değil mi Ali abi? 

Değildi. Ali abisinin kardeşiydi o kız. Birkaç küfürle paçayı kurtardı. 


Sahipsiz kızlara asılmak iyiydi, sahipliler bacımız olurdu. Ama sahipsiz dediklerimiz de bizim gibi birilerinin ablası-kardeşi değil miydi? Acaba şu an ablasına kim, nerede laf atıyordu? İğrendi bu çifte standarttan. Çözemedikçe çözülüyordu. 


Lise son sınıfta siyasetle ilgilenmek, ama aşırı da gitmemek gerektiğini öğrendi, nasıl olacaksa? Ve haber programlarını izlemeye, köşe yazılarını okumaya başladı. Birçok şey öğrendi, özellikle dış politika konusunda. 


Batılı olmak lazımdı. Batılılar bizden üstündü. Yok hayır, biz en üstündük. Sadece geri kalmıştık biraz. Yine de en güçlü, en akıllı bizdik. Ama bu millet adam olmazdı. 


Biz batılıları seviyorduk ama onlar bizi sevmiyordu. Onlar bizi sevmediği için, biz de onları sevmiyorduk. Ama onlar gibi olmalıydık yine de. Sevmeliydiler bizi, biz onları sevmesek de. 


Hele Yunanlılar iyice düşmandı bize. Biz de onlardan nefret ederdik. Hep savaşmış, hep yenmiştik onları. Ama aslında kardeştik. Bazen onların bizden korktukları söylenirdi. Sinirlendiriyordu bu bizi. Bizden neden korkuyorlardı ki? Fazla sinirlenirsek canlarına okurduk onların. Korkmasınlardı bizden. 


Araplar zaten oldum olası bizi sevmezlerdi. Biz de onları hiç sevmezdik. Ama onlar bizi neden sevmiyordu ki? Biz onları hep sevmiş, hep iyilik yapmıştık. Oysa onlar bize hep ihanet ediyorlardı. Bizi sevmeleri lazımdı. Ama bizim onları sevmememiz lazımdı. 


Zihni iyice dağılmaya başlamıştı. İçine kapanmaya, odasından çıkmamaya başladı. Hayallerle avundu. Hayallerinde her şey netti, kontrol altındaydı. En iyisi buydu galiba. Ama annesi neden ona garip garip bakmaya başlamıştı ki? 


Okul bitince bir işe girip çalışmak istedi. Birkaç yere baş vurdu. Torpili olmadığı için hiçbir işe alınmadı. Babası öfkelendi. "Bu torpil işi yüzünden memleket batacak" dedi. Bir hafta sonra başvurduğu yer için bir torpil buldular. İşe alındı. Çok sevindiler. Biz yapınca iyiydi torpil. 


İş yerinde bir kıza aşık oldu. Bu çalkantılar arasında tutunacak bir dal arıyordu. Her şey bozulmuştu, o kız tertemizdi. Onunla hayatı sihirli bir değnek değmiş gibi değişecekti. Kendisini inandırmıştı bu hayale. O da Hüseyin'i sevecekti mutlaka, hatta seviyordu galiba. Zaten geçen gün iş yerinde sudan bir sebepten bağırmıştı ona, tıpkı küçükken annesinin bağırdığı gibi. Seviyordu kesin, ama muhtemelen tutucu bir aileden geldiği için belli etmiyordu. 


Sessiz, utangaç bir kız oluşundan hoşlanmıştı özellikle. Ama yaz gelince kısacık etekler giymeye başlamıştı. Otururken de 'görünmesin' diye çekiştiriyordu eteğini. Niye kısa giyiyordu ki o zaman? Uzun giyseydi rahat ederdi. Dayanamayıp söyledi bir gün. Kız utangaç biçimde gülümsedi. Ama giyimini değiştirmedi nedense. Sonra bir gün, onun yazın plajda bikiniyle dolaşıp erkek arkadaşlarıyla birlikte denize girdiğini öğrendi. Nasıl yani???


Karşımda oturmuş, kendi kendine konuşup gülen bu delikanlı, aslında kendince kurtuluşu seçmişti anlaşılan. Çocukluğundan beri hayatı ve insanları çözememiş, doğru bir pusula, tutarlı bir rehber bulamamış, çifte standartların, yaman çelişkilerin çekiştirmesine daha fazla dayanamamış ve huzuru ancak gerçeği reddederek bulmuştu. Bu kuralsız trafik, üstüne gelenler, arkadan sıkıştıranlar, yol isteyenler, küfredenler yüzünden, sağa çekmiş bekliyordu hayat yolculuğunda. 


"Ben iyiyim doktor amca, ben iyiyim, hiç bir şeyim yok. Sağa çektim, bekliyorum."