10 Temmuz 2023

ALLAH ADALETLİ Mİ?


Soru: Savaşlarda yaralanan veya ölen çocuklar, ölümcül hastalıklarla acı çeken insanlar, yoksul bırakılmış ve ezilen milyonlar görüyoruz. Eğer Allah adaletli ise neden bunlara izin veriyor?


Cevap: Ayrıntılara girmeden önce "Allah adaletli mi?" sorusu üzerinde duralım. Ve karşı bir soru soralım: Doğada, bir tane ezen ve keyif süren, bir tane de ezilen ve haksızlığa uğrayan hayvan türü gösterebilir misiniz?


Bu soruya genellikle verilen cevap, 'aslan ve karınca' olur. Aslan güçlüdür, başkalarını ezer, hatta parçalar. Karınca ise güçsüzdür, ayaklar altında ezilir. İlk bakışta böyledir de, gerçek nasıldır acaba?


Aslanlar açık arazide yaşarlar. Her an saldırı tehlikesi altındadırlar. Bazen yavruları sırtlan sürüleri tarafından yenilir, filler tarafından ezilir. Avlanıp beslenmeleri de hayli zahmetlidir. Nadiren doyar, çoğu zaman yarı-aç dolaşırlar. Üstelik herhangi bir fiziksel problemde, örneğin bir bacakları kırıldığında, işe yaramaz hale gelir ve sürü tarafından dışlanıp ölüme terk edilirler.


Karıncalar ise yer altındaki korunaklı yuvalarda yaşarlar. Sadece bir yaprak kırıntısı bile karınlarını doyurmaya yeter. Evet, bazen ayak altında ezilirler ama, çok zor ölürler. Üstlerine basılsa bile, çoğu kez kısa sürede toparlanıp hayatlarına devam ederler.


Bu durumda hangisi avantajlıdır sizce? Aslan mı, karınca mı? Doğru cevap ‘hiçbiri’dir. Tabiatta hiç bir hayvan ne ezilir, ne de ezer. Hepsinin kendine göre güçlü ve zayıf yanları, avantajları ve zorlukları vardır.


Aynı şey bitkiler aleminde de geçerlidir. Mesela büyük bir ağaç olmanın, minik bir çimen olmaya göre daha avantajlı olduğu düşünülebilir. Zira büyük ağaçlar daha dayanıklı olur ve zor yıkılırlar. Fakat bir kez de yıkıldılar mı, kuruyup ölürler. Oysa çimenler sürekli ezilir ama tekrar tekrar ayağa kalkarlar.


İşte tabiatı dikkatle incelersek görürüz ki, bu kainatı yaratan ve düzenleyen Allah, her şeye hakkını vermiş, hiç bir varlığı diğerine göre kayırmamış, ezmemiştir. Yani her şeyi mutlak bir adaletle idare etmektedir.


Bu adaletin insanlara yönelik kısmına gelince: Öncelikle bu dünyanın insan için bir sınav yeri olduğunu unutmayalım. Sınavdaki doğru ve yanlışların karşılığı, hemen değil bir süre sonra verilir. Sınavda yanlış şıkkı işaretleyen öğrenciyi, öğretmen anında cezalandırmaz tabii ki. Gerçi bu dünyada da iyilere ödül, kötülere ceza verilir bir ölçüde. Ama sadece ikaz veya ibret olsun diye, küçük ölçüde. Asıl karşılıklar hesap gününe bırakılmıştır. Biz ise olaylara sadece bu taraftan, yani dünya gözüyle baktığımız için, bazen hatalı değerlendirme yapabiliyoruz.


Bir futbol maçı düşünelim. Futboldan pek anlamayan bir arkadaşımızla o maçı izliyor olalım. Diyelim ki deplasman takımı maçı kazandı ve şampiyon oldu. Maç sonunda yenilen ev sahibi takım, teselli için alkışlanıyor, kazanan yabancı takım ise yuhalanıyor, hatta taşlanıp kovalanıyor. Şartlar dolayısıyla da kupa töreni yapılamıyor. Arkadaşımız dese ki, "Bu haksızlık. Maçı kazandıkları halde dayak yediler. Kupa filan da verilmedi. Nerede adalet?" Ne deriz? "Kupayı kazandılar nasılsa. Daha sonra bir tören düzenleyip verirler, merak etme. Taşkınlık yapanlara da ceza verilir herhalde. Her şey bu stadyumda olanlarla bitmiyor ki."


Bu konuya Kur’an’dan bir örnek: Yasin Suresi’nin başlarında, bir şehir halkına tebliğ yapan elçilerden bahsedilir. Şehir halkı elçileri yalanlar, hatta tehdit ederler. Sonra birisi koşarak gelir. Halkını uyarır. "Uyun o elçilere." der. Ve sonraki ayet: "Ona ‘Gir Cennet’e.’ denildi." Konu birden bire nereye atladı böyle?


Aslında olay bellidir. O imanlı kişinin sözleri, inançsızları çileden çıkarmış, onu oracıkta öldürmüşlerdir. Böylece şehit olup Cennet’e gitmiştir. İşte eğer Kur’an bu olaya bizim gibi sadece dünya açısından baksa, "Onu haksız yere öldürdüler." der, bırakırdı. Oysa görünürde üzücü görünen bu olayı atlayıp, o şahsın Cennet’e gittiğini anlatmış, ona acımak değil imrenmek gerektiğini vurgulamıştır. Bakış açısı farkı dediğim de budur.


Ve bir hadis: Dünyada çok çileler çekmiş iyi bir insan, ölür. Melekler onu bir anlığına Cennet’e sokup çıkarırlar. Ardından da sorarlar: "Dünyada hiç sıkıntı çekmiş miydin?" Adam sorar: "Sıkıntı mı? O nedir?"


Soru: Allah hiç haksızlık yapmaz mı yani? Örneğin babamın ben küçükken ölmesi, babasız büyümek zorunda kalmam, bir haksızlık değil mi?


Cevap: Babasız büyümeniz, akla peygamberimizi getiriyor. Daha doğmadan babasını, küçük yaşta da annesini kaybetmişti, bilirsiniz. Ve bu görünürde üzücü olayların bir hikmetini alimler şöyle anlatmışlar: Küçük yaşta anne-babasız kalması, onun doğrudan doğruya rabbine yönelmesini, insanlara dayanmayıp her şartta rabbine sığınmasını sağlayan ruhsal bir ameliyat hükmüne geçmiştir. Onun aday olduğu makam çok yüksek olduğu için, çoğu kişiye verilmeyen düzeyde belalarla sınanmış ve ‘pişirilmiştir’.


Konuyu biraz daha açmak için, Hz. Musa’nın Hızır ile olan macerasından bir alıntı yapalım. Kehf suresinde geçen bu bahsin son kısımlarını, kısa izahıyla beraber okuyoruz:


Hızır, yaptıklarına tepki gösteren Hz. Musa’ya diyor:

78. "Şimdi sana, dayanamayıp itiraz ettiğin olayların iç yüzünü anlatacağım:

79. O hasar verdiğim gemi, geçimini denizden sağlayan yoksul insanlara aitti. Onu bilerek kusurlu hale getirdim. Çünkü yolları üzerinde, sağlam gemilere zorla el koyan ve sahiplerini esir eden zalim bir kral vardı. (Yani gemiye verdiğim küçük bir zarar, çok daha büyük bir zararı önlemiş oldu.)

80. Öldürdüğüm o çocuğa gelince: Onun anne-babası temiz insanlardı. Biz bu çocuğun, ileride onları azgınlık ve inkara sürükleyeceğini biliyorduk.

81. Ve onun yerine, rablerinin onlara daha temiz ve merhametli bir çocuk vermesini diledik. (Yani aslında onlara büyük bir iyilik yapmış olduk.)

82. Düzelttiğim duvar ise, o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Ve (yıkılmak üzere olan) o duvarın altında, vaktiyle onlar için saklanmış bir hazine gömülüydü. Rabbin bu çocukların ergenlik çağına ulaşıp hazinelerini kendilerinin çıkarmalarını diledi. (Yani duvarın bir süre daha ayakta kalması gerekiyordu.)

Bunların hiçbirini ben kendiliğimden yapmış değilim. Senin kötü gördüğün işlerin hikmeti, bundan ibarettir."


Soru: Peki, Allah'ın adaletini kabul ettik diyelim. Ama o aynı zamanda merhametli ise, insan ve hayvanların çektikleri acılara nasıl izin veriyor?


Cevap: Öncelikle, karanlık olmasa, ışığın kıymetini anlamazdık takdir edersiniz ki. Hastalık olmasa sağlığın, açlık olmasa tokluğun kıymeti bilinmezdi. Bu dünyadaki üzücü (görünen) olaylar da verilen nimetleri anlamak için bir kıyas aracıdırlar. Yani bizzat olmasa da, sonuç olarak 'güzel'dirler.


Ayrıca çok tatsız ve üzücü görünen bazı olaylarda Allah'ın rahmet tecellisini gösteren bir mekanizmayı da anlatmak isterim. Kaza ve felaketlerle ilgili belgesellerde şu cümleleri çok duymuşumdur: "Uçak düştüğünde ölmemiş olduğumu fark edince çok sevindim. Hemen uçaktan çıkmak istedim. Ancak sağ bacağımı hareket ettiremedim. Elimle yokladığımda kırılmış olduğunu fark ettim."


Dikkat edin, normalde ayağımıza ufak bir diken batsa bile çok canımız yanarken, uçak kazası gibi dehşetli olaylarda, bacağının kırıldığını bile fark etmeyebiliyor insanlar. Zira öyle anlarda vücutta adrenalin ve endorfin gibi maddeler yoğun biçimde salınırlar. Bu maddeler de ağrıyı ciddi düzeyde azaltır ve kişiyi çok daha dirençli yaparlar. Yani bir felaketi yaşayan kişi, bizim zannettiğimizden çok daha az acı çeker.


Vaktiyle İzmit depreminde enkaz altından çıkarılmış birçok kişiyle konuşmuştum. Hepsinin de ilk şokun ardından olayı hayli soğukkanlı biçimde karşıladığını öğrenmiş ve çok şaşırmıştım. Hatta bazıları kurtarılmayı beklerken arada uyuduklarını, küçük oyunlarla meşgul olduklarını, şarkı söylediklerini vs söylediler. Oysa o konumda kendimi hayal ettiğimde içim daralıyordu.


Bir örnek daha vereyim: Belki duymuşsunuzdur, Çanakkale savaşında bir asker, çatışmaların en şiddetli olduğu sırada çavuşuna giderek "Tüfeğimin tetiği bozuldu galiba. Ateş edemiyorum." diye şikayet etmiş. Oysa tüfek sağlammış. Ve görmüşler ki askerin işaret parmağı kopmuş ama bunun farkında bile değil. Bu hadisenin milliyetçi bir tonda, destan gibi aktarıldığına çok şahit oldum. Oysa benzer olayları İngiliz veya Rus askerler de yaşamışlardır, belgesellerde bulabilirsiniz. Zira bu durum bir ırkın kahramanlığıyla değil, bahsettiğimiz mekanizmayla, yani Allah'ın rahmetiyle ilgilidir.


Bu koruyucu mekanizmanın hayvanlardaki örneklerini de belgesellerde görmüşsünüzdür. Örneğin aslanlar bir ceylanı yakaladıklarında, ceylanın sadece yardım için bir süre bağırdığını, çok acı çekiyormuş gibi çığlıklar atmadığını fark etmiş olsanız gerek. Stres anında bahsettiğimiz madde salınımı onlarda da vardır zira. Zaten hayvanlarda geçmiş ve gelecek algısı olmadığı için, "Birazdan öleceğim galiba. Yazık bana." türünden bir acı da hissetmezler.


Yani Allah, verdiği her derdin sabrını da verir ve veriyor zaten. Anlattığımız mekanizmalar, kritik anlarda tüm canlıları bir ölçüde rahatlatıyor. Hatta dışarıdan bakanlar, olayı yaşayanlardan daha çok sıkıntı çekiyorlar bile diyebiliriz. Örneğin uçak kazasında bir sevdiğini kaybeden kişiler, en çok "Kim bilir uçak düşerken, öleceğini anladığında, ne kadar korktu ve acı çekti?" diye üzülürler. Evet, mutlaka 3-5 dakika kadar bir dehşet yaşamıştır ölen kişi. İyi de, o 3-5 dakika acı çekti diye ömür boyu bunu düşünüp acı çekmek, mantıklı mıdır? 


Son olarak klasik sorulardan birisi olan Afrika'daki fakir ve aç insanlar konusuna değinelim. Öncelikle bu yazıda anlatmak istediğimiz şey, "bırakalım acı çeksinler" mantığı değildir tabii ki. Şimdi vurgulayacağımız önemli nokta ise, insanın hem ruhsal, hem bedensel olarak en önemli savunma mekanizmalarından olan, 'alışma ve uyum sağlama' yeteneğidir. 


En basit örneğinden başlarsak: Hacc'a giden kişiler Arabistan'a ilk vardıklarında sıcaktan çok rahatsız olur, şikayet ederler, bilirsiniz. Ancak zamanla ortama uyum sağlarlar ve şikayetleri azalır. Hatta Türkiye'ye döndüklerinde "burası çok soğukmuş" deyip üşüten, hasta olanlar bile olur. Zira insan, farklı ortamlara hem bedenen hem ruhen alışıp uyum sağlama yeteneğine sahiptir.


Bu uyum sağlama özelliği bazen ters yönde sonuçlar bile verebilir. Örneğin ilkbahar geldiğinde önce büyük bir çoşku duyarız. Zamanla ona da alışırız ve çoşku azalır, hatta biter. "Şu arabayı alsam, başka bir şey istemem" diyen kişi, o arabayı alınca 1-2 ay çok mutlu olur, ama sonrasında normal çizgisine dönüp başka şeyleri arzu etmeye başlar.


İşte bu alışma özelliği, sıkıntılı ortamlara dayanabilme konusunda çok işe yarar. Örneğin bir odada 10 kişi yatmak, günde bir tas pilavla doymak, ilk anda çoğu kişiye imkansız ve feci görünür ama, öyle bir ortamda bir süre yaşayanların giderek bunu doğal karşıladıkları, hatta hayli eğlenceli bir hayat yaşadıkları görülür. İnsanî yardım için Afrika'daki yoksul yörelere gidenlerin çektikleri videoları izleyin. O 'berbat' şartlarda yaşayan insanların, neredeyse bizden bile daha mutlu olduklarını görebilirsiniz.


Daha söylenebilecek çok şey var ama, işin temeline dönelim: Adalet ve rahmetten bahsederken unutulan temel gerçek şudur: Allah hiçbirimizi yaratmak zorunda değildi. Yarattı. Şükür lazım. Taş-toprak olarak da yaratabilirdi. Can verdi. Şükür lazım. Bitki bırakabilirdi, ruh verdi. Şükür lazım. Hayvan bırakabilirdi, insan yaptı. Şükür lazım. Uzuvlarımızı eksik yapabilirdi. Çoğumuzu tam yaptı. Şükür lazım. Bu kadar nimetlere sahip olmuşken, "Neden şu şeyim eksik kaldı? Neden şu sıkıntıya düştüm?" dersek, buna nankörlük denir.


Kızlarıma küçüklüklerinde bu konuyu bir örnekle anlatmıştım: "Bir adam, beş parasız, zavallı birisini alıyor, bir minareye çıkarıyor. Minarenin her basamağında ona değerli hediyeler veriyor. En tepede de en büyük bir hediyeyi veriyor. Şimdi bu adam kalkıp dese ki: ‘Yaptığın da iş mi? Baksana, daha uzun minareler var. Neden beni oralara çıkarmadın?’ Siz olsaydınız ne yapardınız?"


Kızlarım, "Kızar, aşağıya atardık." dediler. Ama rabbim kızlarımdan bile sabırlı ve merhametli ki, atmıyor. Buna da şükür lazım.